Millî kültür ve değerlerimiz, bizi biz yapan en önemli etkendir. Değerlerimiz, yaşam tarzımız, inancımız, gelenek ve göreneklerimiz, bizim millî kimliğimizi oluşturmaktadır. Bir düşünün; anne babası Türk olan birisi, başka bir milletin kültürüne göre yetişir ve hayatını bu geleneklere göre idame ettirse onun Türk olmasının ne anlamı olur? O kişi, hangi milletin kültürüne göre hayatını sürdürüyorsa o milletin üyesidir. O yüzden Türk çocuğu, kendi kültürüne bağlı olmalıdır. Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları” kitabında; millî harsı (kültürü) güçlü olanın, millî harsı zayıf olanlara karşı her zaman üstünlük sağlayacağını ifade eder. Öyleyse, bir millet millî kültürüne bağlı olduğu müddetçe güçlü olur. Bunu bir vücut gibi düşünün, bağışıklık ne kadar güçlü olursa hastalıklara karşı vücudumuz o kadar sağlıklı olur. Kültür de bir milletin bağışıklığıdır. Özellikle yaşadığımız çağda, her taraftan kültür emperyalizmine maruz kalmışken bu bağışıklığa çok daha fazla ihtiyacımız var. Varlığımızın yegâne dayanağı budur.
Bizden binlerce yıl önce yaşayan atalarımız, bu hassasiyeti gösterdiği için şu an Türk milleti olarak tarih seyrimize devam ediyoruz. Buna misal olarak Göktürkleri hatırlatırız. Göktürklerin Kağan’ı Bilge, Çinliler gibi şehirlerin etrafını kaleler ile çevirip, Buda Tapınakları kurup Göktürkler için Budizm’i din olarak almak istediği zaman, bilge veziri Tonyukuk ona karşı çıkmıştı. Türk milletinin yetiştirdiği en önemli devlet adamlarından olan Tonyukuk, Bilge Han’a: “Olmaz, yurdumuzda insan ve aile sayısı çok az. Çin’in yüzde birine yetişmiyor. Buna rağmen karşı karşıya savaşabiliyoruz. Suları, otlakları takip ederek, bir yerde uzun süre durmayarak ikamet ediyoruz. Av bizim mesleğimiz. Milletimizin hepsi savaşa hazırlıklı bundan dolayı eğer kuvvetliysek askerlerle akın yapabiliriz. Zayıf olursak dağlarda ormanlarda gizleniriz. Tang askeri çok olmasına rağmen hantaldır. Eğer surlu şehirleri inşa edersek, eski geleneklerimizi değiştirirsek, bir kere mağlup olursak üstünlüğümüzü kaybeder; Tang’a teslim oluruz. Ayrıca Budizm, insanlara zayıf olmayı öğretir. Silah kullanmayı gereksiz sayar.” Tonyukuk’un da ifade ettiği üzere, Türk milletini düşmanın sayısından bağımsız olarak başarıdan başarıya ulaştıran en büyük etken, kendi kültür ve yaşam tarzıdır. O yüzden Türk kültürüne sımsıkı sarılmalıyız.
Türk kültürünü yaşatan ve günümüze kadar gelmesini sağlayanlar kimlerdir diye sorulunca Yörük Türkmenleri ilk akla gelen topluluklar arasındadır. Yaylak kışlak mantığıyla yaşamlarını yarı göçebe olarak sürdüren Yörük Türkmenleri, her şeyiyle Türk kültürünü temsil ederler. Buna giysileri de dahildir. Bu giysiler arasında da en çok dikkat çeken Yörük Türkmen yağlığıdır. Yağlık, poşu, şal veya kefiye de denilen bu örtüleri Yörükler, kışın başlarına bağlarken yazın da omuzlarına atarlar. Bu yağlıklar daha çok turuncu veya gökkuşağı şeklindedir. En yaygın olarak bilineni yine gökkuşağı şeklinde olandır. Peki, nereden geliyor bu renkler? Bununla ilgili farklı görüşler olsa da eskiden beri Yörükler arasında anlatılan bir hikâye vardır. Size o hikâyeyi aktarmak istiyorum.
Malûm, yarı göçebe Türkler olan Oğuzlar, tarihin belli kesimlerinde doğudan batıya doğru göç etmişlerdir. Bu göçler bazen siyasî olsa da çoğu zaman kuraklığa bağlı olarak ekonomiktir. Bahsedilen göçler kısa bir süre içerisinde yaşanmamış, tarihî sürece yayılmıştır. Bu süreç asırlarca devam ettiği söylenir.
Derler ki bahsedilen göçler sırasında Türk milletinin birbirinden kopmaması, daha önceki acı tecrübelerden yola çıkarak gittikleri yerlerde asimile olmamaları ve birbirlerini tanıyabilmeleri için aksakallar, keneş düzenler. Bir gün Türk Oğuz boylarının aksakallarının yaptıkları bu keneş sırasında aniden yağmur yağmaya başlar. Toplantı sırasında başlayan yaz yağmuru biraz sonra durur ve gökyüzünde muhteşem bir gökkuşağı belirir. Oğuz’un aksakalları, bunu bir işaret olarak kabul ederek gökkuşağının renklerini Türk milletinin ortak bir simgesi olması konusunda karar alır çünkü gökkuşağı, farklı isimler altında eski Türklerde ve eski Türk inancında çok büyük öneme sahiptir. Lafı çok uzatmamak için bu meseleye fazla girmeden konumuza devam edelim. Belki ileride imkân olursa bu konuda da bir yazı hazırlanabilir.
Keneşteki aksakallardan birisi, bu renklerin her birine bir anlam yüklenmesi fikrini meclise sunar. Sunulan bu teklif ile Oğuz’un aksakalları, renklere Türk kültür ve töresine göre aşağıdaki anlamları yüklerler:
Kırmızı renk: Özgürlük ve Türklük (savaş zamanlarında).
Beyaz renk: Duruluk, sadelik, temizlik (ruh ve beden), barış.
Yeşil renk: Doğaya saygı, inanç (bazılarına göre iman ve muradımız).
Mor veya mavi renk: Hoşgörü, affedicilik, sevgi ve sonsuzluk, sadakat, Türklük (barış zamanlarında).
Sarı renk: Devlet kurma gücü, iş, bolluk ve bereket.
Aksakallar Keneşi karar aldıktan hemen sonra, Oğuz’un yiğit hatunları meydana çıkar. Dokuma konusunda mahir olan bu hatunlar, Aksakallar Keneşi’nden çıkan kararı emir bilerek hemen tezgâhların başına geçer ve gökkuşağı renginde çeşitli kumaşlar dokuyarak Oğuz boylarına dağıtırlar. Daha sonra aksakallardan birisi, renkleri de içeren ve bir talimat gibi sayılacak şu öğüdü verir: “Unutma! Anadolu’ya vardığında, toprağını aldığında dikeceksin, al bayrak olacak. Unutma! O bayrak altında aldığın o toprakta, beyaz renk gibi tertemiz yaşayacaksın. Unutma! Yeşil renk inancımızdır. Dinimizi, inancımızı yaşayıp yaşatacaksın. Onun yanında Türk’ün hoşgörüsünü, Türk’ün affediciliğini, Türk’ün sevgisini simgeleyen mor renk gibi olacaksın. Unutma! Sarı renk gibi her daim bolluk ve bereket içinde ömür süreceksiniz. Unutma! Al bayrak altında tertemiz, inancımızla ve dinimizle hoşgörülü şekilde bolluk ve bereket içinde yaşayacaksınız.”
Göç yoluna koyulan Oğuz boyları da bu kumaşlardan hazırlanan giysileri ve yağlıkları, bazen üzerlerinde, bazen çadırlarında, bazen boyunlarında, bazen başlarında, bazen de hayvanlarının üzerinde taşırlar. Böylece Türk yiğitleri, gökkuşağı renkli kumaşları babadan oğula göç ettikleri yerlere ulaştırırlar. Asırlarca devam eden bu göç yolculuğunda veya gittikleri yerlerde Türk boyları, bu renkli kumaşlar sayesinde birbirlerini tanıyıp kaynaşıyorlar.
Yukarıda anlatılan hikâyenin doğruluğunu maalesef teyit edemiyoruz. Ancak gerçek şu ki yüzlerce yıllık tarih süzgecinden günümüze gelen bu kumaşları Yörük Türkmenleri hâlâ ata mirası olarak görüp bayramlarda, toylarda, törenlerde kullanmaktadırlar. Hikâye doğru olsun veya olmasın, bu bizim kültürümüzün bir parçasıdır. Atalarımızdan bize miras kalan bu kültürü korumak, yaşatmak ve onu gelecek kuşaklara aktarmak Türk milletinin aslî görevidir. Rabbim ata mirasımızı, kültür ve değerlerimizi yaşamayı ve gelecek nesillere ulaştırmayı nasip etsin.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.