Göğsü imanlı, temiz vicdanlı,

Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?

Türk yılmaz, Türk yılmaz!

Cihan yıkılsa, Türk yılmaz!

Kazım Karabekir

Osmanlı Devleti, 29 Ekim 1914 gecesi yapmış olduğu başarısız bir deniz harekatıyla Birinci Dünya Savaşı’na girmiştir. Doğuda yüzyıllardır değişmeyen hasmı Rusya, batıda sömürge iştahıyla gözlerini Osmanlı’nın çeşitli yerlerine dikmiş olan İngiltere ve ondan geri kalmayan Fransa, bu büyük harpte Osmanlı’nın düşmanlarını oluşturuyordu. Prusya harp bakiyesinden büyük bir miras devralmış olan, kara kuvvetlerindeki ezici gücüyle dünyada kimilerinde endişe kimilerinde de hayranlık uyandıran Alman İmparatorluğu, Rusya ile Balkanlar konusunda doğal bir rakip olan ve Almanya ile yakınlığını sürdüren Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Balkanlarda bir türlü umduğuna kavuşamayan Bulgaristan ise Osmanlı’nın müttefiklerini oluşturuyordu. İtalya ise ilk başlarda Almanya’nın başını çektiği İttifak bloğunda sonrasında ise İngiltere’nin başını çektiği İtilaf bloğunda yer alacaktır.

Abdülhamit Han devrindeki büyük silah birikimini Balkan Harbi’nde kaybeden Osmanlı, Balkan Harbi’nden ekonomik, askeri ve sosyal açıdan tam bir yıkımla çıkmış, dünyada askeri açıdan bütün karizma ve saygınlığını yitirmişti. Öyle ki birer eyaleti konumundaki devletlerle girdiği harpte yedi sekiz aylık harp süresinde tüm Balkan topraklarını kaybetmiş, tam bir bozgun halinde İstanbul önlerine çekilmişti. Edirne’nin de kaybedilmesi söz konusu olunca başlarını Enver Paşa’nın çektiği İttihatçı subaylar, daha önce İttihatçı iktidarı indiren Halaskar Zabitan grubunun başa getirdiği Kamil Paşa hükümetine bir darbe yapmışlar, 23 Ocak 1913 günü Babı Ali’yi basmışlar ve iktidarı ele geçirmişlerdir.

Kısa bir zaman sonra Enver Paşa Harbiye Nazırı olmuş, ardından Başkumandan Vekili ve Erkanı Harbiyeyi Umumiye Reisliği unvanlarını da almış ve evvela tüm orduyu sonra da tüm ülkeyi savaşa hazırlamaya çalışmıştır. İşte 29 Ekim 1914 gecesi Osmanlı donanması, Karadeniz’de üstünlüğü ele geçirmek ve Rus donanmasını yok etmek amacıyla denize açılmış fakat görevini başaramayarak geri dönmüştür. Bu olayla başlayan savaş, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros limanındaki Agamemnon zırhlısında, Hariciye Nazırı Rauf Bey ve Amiral Calthrope tarafından imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması ile son bulmuştur.

Osmanlı orduları, Çanakkale, Galiçya, Romanya, Makedonya, Kafkasya, İran, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen ve Kanal cephelerinde dünyanın en büyük ve en gelişmiş ordularına karşı tam tamına dört yıl harp etmişler, büyük zaferler kazanmışlar, harbi iki yıl uzatmışlar, Çanakkale Muharebeleri ile Çarlık Rusyası’nın yıkılmasını sağlamışlar, İtilafların birleşik donanmasını mağlubiyete uğratmışlar ve dünya çapındaki tartışmasız İngiliz egemenliğine büyük darbe vurmuşlardır.

Fakat bir harbi kazanmanın yolu iyi harp etmek değil, harp etmeyi sürdürebilmektir. Osmanlı’nın yıllardır ihmal edilen sanayisi, ekonomisi vb hususlar harbin sonunu getirmiş, Osmanlı bu harpten şanlı ve şerefli olarak fakat yenik çıkmıştır. Savaşın son evresinde, Suriye’de, 4, 7 ve 8. Orduları yok edilmiş, geriye beş bin kadar asker kalmıştır. Ülke çapındaki tüm ordular silahlarını bırakmış, Kafkas İslam Ordusu dağılmış, sadece Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu silahlı ve düzenli olarak durmaktadır. Irak’ta kuzeye doğru çekilen Ali İhsan Sabis komutasındaki 6. Ordu, Musul’da savunma pozisyonuna geçmiş fakat ateşkesten sonra anlaşma maddeleri gerekçe gösterilerek Musul işgal edilmiş, 6. Ordu da dağılmıştır. Anadolu’da harbin yıkıcılığından kaçan üç yüz bin civarında asker, kimi yerlerde eşkıya olmuş kimi yerlerde silahını bırakarak köyüne çekilmiş, bağına bahçesine bakmaya başlamıştır. Harp sonrası Osmanlı Devleti için en güzel değerlendirmeyi Falih Rıfkı iki kelime ile yapmaktadır: “Bezginlik umumiydi!”

Fakat bezmeyen birileri vardır. Bezginliği iki bin yıllık tarihi mirasına yediremeyen birileri vardır. Harp sonrası düşmana yaranarak kesesini doldurmak isteyenler varsa da varım yoğum vatana feda olsun diyen birileri vardır. Ne kadar mandacı ne kadar müstemlekeci varsa “Ya istiklal ya ölüm” diyen birileri vardır.

15 Mayıs 1919’da İzmir, kanlı bir et parçası gibi Yunanların önüne atılmıştır. Şehirdeki garnizona İstanbul’dan emir gelmiştir, katiyen karşı konulmayacaktır. Fakat karşı koyacak birileri vardır. Sahilde henüz karaya çıkmakta olan Yunan Efroz Alayı’na Hasan Tahsin gidip revolverini boşaltmış, canı pahasına bağımsızlığın kıvılcımını çakmıştır. İzmir’in işgali tüm yurt çapında büyük bir infial oluşturmuş, hızlı bir şekilde müdafaa cemiyetleri teşkil edilmeye başlanmıştır. Birkaç on yıldır dağlara aşina olan Ege’nin efeleri silahlarını alıp yine dağların yollarına düşerler. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan bazı paşalarla da görüşerek 9. Ordu Müfettişi olarak yola çıkar, işgalden 4 gün sonra 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a varmıştır.

Fransızlar güneyden, Yunanlar Ege’den, İtalyanlar Akdeniz’den, Ermeniler doğudan, İngilizler İstanbul’dan Türk’ün çelik iradesini eritmek için, işgal ateşini körüklemektedir. Dört yıl boyunca bir çift öküzünün ikisini de, üç dört erkek evladının hepsini de yetmezse kız çocuklarını da Cihan Harbi’ne feda etmiş millet, bağrından yeni yeni cengaverler, yeni yeni gazanferler çıkarmış yine düşmanın karşısına dimdik çıkmıştır.

Fransızlar güneyde büyük bir direnişe çarpmışlar, daha önceden saklanan silahlarla teçhiz olunan halk kitleleri karşısında bir adım ilerleyemez olmuşlardır. Öldürürler, öldürürler fakat Türk, bitmemektedir. Yunanlar koşar adım ilerleyeceklerini, bütün Ege’yi adeta piknik yaparcasına ülkelerine katıvereceklerini düşünmüşler fakat efeler komutasında silahlanıp dağa çıkan halkın gayri nizami harbiyle son derece hırpalanmışlardır. İtalyanların herhalde gözleri korkmuş olacak ki saldırgan bir tutum izlememekte ve alttan alta kendilerine vaat edilen Ege, Yunanlar’a bırakıldığı için Türkler’e silah vb satmaktadırlar. Ermeniler doğuda ne yazık ki Kazım Karabekir’e çatmışlardır. İngilizler ise İstanbul’dan askeri bir hamle yapamasalar da her türlü siyasi hamlelere başvurmakta, sağa sola idam fermanları göndermekte, her geçen gün mücadele edenlerin cehenneme gidecekleri yolunda fetvalar çıkarmaktadırlar. Türk, milletçe hepsinin üstesinden gelmektedir.

Mustafa Kemal Paşa, tüm yurt çapındaki direnişin liderliğini almıştır. Artık mücadelenin merkezi Ankara olmuştur. Kim ki bağımsız yaşamak istiyor, kim ki ırzını namusunu düşmandan kurtarmak, korumak istiyor, Ankara’ya koşmakta, Atatürk’ün ordusuna yazılmaktadır. Bir müddet sonra yüz bin asker Atatürk’ün emrine girmiştir. Birinci İnönü, İkinci İnönü ve Kütahya Eskişehir savaşıyla gelen buhran millete zor günler yaşatmıştır. Ardından Sakarya ve nihayet Büyük Taarruz ile gerekli bedeller ödenerek yeniden İzmir yolu tutulmuştur. Şehirden kaçan Yunanlardan sonra İzmir’in denizinde İngiliz donanması kalmış, Atatürk’ün verdiği ültimatomla birkaç saat sonra o da çekilip gitmiştir. Atatürk’ün önderliğinde millet, Yunan ordusunu yenmiştir.

Cihan Harbi’nde hiçbir devlet bizim kadar varını yoğunu kaybetmemiştir. Cihan Harbi’nden sonra hiçbir devlet işgal edilmeye çalışılmamıştır. Sakarya öncesi ordu “Tekalifi Milliye” emirleri çıkarmak zorunda kalmış, halktan bir mıhı varsa onu bile istemek durumunda kalmıştır. Dünyada hiçbir millet böyle bir emre bizim kadar koşarak cevap vermemiştir. İstiklal Harbi tüm yoksulluklar, tüm imkansızlıklar ve tüm zorluklar altında bu milletin bağımsızlık ateşiyle yanan bedenlerini düşman orduları önüne set çekmesiyle kazanılmıştır.

Henüz gencecik cumhuriyet, bu milletten evlatlarının Kore’de harp etmelerini istemiştir. Otuz yıl önce her şeyini vatana feda eden millet, yine aynı azim ve kararlılıkla, en seçkin evlatlarını haritada nerede olduğunu bile bilmediği Kore’ye göndermiştir. Kore’ye bir tugay giden askerlerimiz bütün dünya ordularının gözü önünde kendi harp tarihlerine yeni destanlar eklemişlerdir. Güney Kore’nin başkenti Seul’u kurtarmışlar, Birleşmiş Milletler ordularının kuşatılmasını önlemişlerdir. Türk birliklerinde çevirmen olarak görev alan bir Koreli, Türklerin nasıl harp ettiklerini çok güzel bir cümleyle özetlemektedir: “Kore’de Türkler, süngünün konserve açma aleti olmadığını gösterdiler.”

Aradan geçen yirmi dört yıl sonra Türk Milleti yeni bir sınama ile karşı karşıya kalmıştır. Kıbrıs adasında yaşayan Osmanlı bakiyesi Türkler aleyhine, 1922 yılında kovup ülkelerine gönderdiğimiz Yunanlar, yine faaliyete başlamış, çeşitli kıyımlar gerçekleştirmişlerdir. Kore’de Birleşmiş Milletler bünyesinde harp eden ordumuz, bu sefer tek başına harbin bütün yük ve sorumluluğunu üstlenmiş ve adaya çıkarak büyük bir harekatta bulunmuştur. Halk sevinçten deliye dönmüş, çeşitli yerlerde sokak, cadde isimleri, Girne, Lefkoşa şeklinde değiştirilmeye başlanmıştır. Yapılan harekat başarılı olmuş ve tarihimize yeni bir zafer olarak eklenmiştir.

Türk Milleti, bu sefer de 15 Temmuz 2016’da bir darbe girişimi ile karşı karşıya kalmış, onun da önüne geçmiş ve modern çağın savaş araçlarının karşısında yine göğsünü siper ederek bir darbeyi durdurmuştur. Darbe girişiminden çok kısa bir zaman sonra bile kahraman ordumuz sınır ötemizde kapsamlı bir harekata girişebilmiştir. Hem El-Bab hem de Afrin operasyonlarında başarılı şekilde harp eden ordumuz, hala 1915’teki şanlı ordu olduğunu, 1921’deki azimli millet olduğunu bütün dünyaya ispat etmiştir. Bu inanılmaz bir olaydır…

Dünyada bazı milletlerin sanki genetik kodlarına işlenmiş karakteristik özellikleri var gibidir. Türk Milleti’nin karakteristik özelliklerinden biri, şüphesiz bağımsızlığına olan düşkünlüğüdür. Millet olarak iki bin yıl önce uçsuz bucaksız Asya steplerinde doyasıya at koşturduğumuz sanki hiç bilinçaltımızdan silinmiyor. Bizi, sanki bağımsızlığımız tehlikeye düştüğünde tetikleyen bir saik var gibidir. Sanki o zaman en miskin, en ilgisiz Türk bile düğmesine basılmış bir robot gibi bağımsızlık savaşçısına dönüşmektedir. Bu saik bugün yaşıyor mudur? Anadolumuzun doğusunda yedi yirmi dört harp eden kahramanlarımız bunun hala yaşadığını ispat etmişlerdir.

Peki ilelebet yaşayacak mıdır? İşte düğüm budur. Eğer bu saik iki bin yıldır yaşıyorsa, ilelebet yaşayacak demektir. Fakat iki bin yıldır kendiliğinden mi yaşamıştır, yoksa beslenerek yaşatılmış mıdır? Elbette ki bu sorunun birinci kısmına katılmak mümkün değildir. O zaman bu saik yani bağımsızlık düşkünlüğü, Türkler tarafından beslenerek yaşatılmıştır. Fakat bu kasıtlı bir besleyiş midir, yoksa tarih, coğrafya gibi dış etkenlerin mecburi dayatması sonucunda gelen bir zorunluluk mudur? Buna da şöyle cevap vermek mümkündür: Bizler üç kıtaya hükmedip dünyanın en büyük imparatorluğu iken hiçbir bağımsızlık kaygımız yoktu. Biri, Kanuni Sultan Süleyman’a veya Yavuz Sultan Selim’e gidip, 1914 yılını anlatsa şüphesiz tez kellesi vurulurdu. Yani bu dönemlerde tarih veya coğrafyanın bağımsızlık düşkünlüğümüze yönelik hiçbir dayatması söz konusu bile değildi. Fakat bağımsızlık sevdamız yaşatılmış ve gelecek nesillere aktarılmıştır.

O zaman, şöyle demek mümkündür, Türkleri bağımsızlık uğruna ayağa kaldıran saik Türkler tarafından kasten beslenerek yüzyıllar boyunca taşınmıştır. Nerelerde beslenmiştir? Halk türkülerinde, destanlarda, şiirlerde, manilerde vb. Peki bu besleyişin aynı şekilde devam edip gideceği bizim geleceğimizi garanti altına aldığı söylenebilir mi? Cihan Harbi’ne katılan asker sayımız, takriben 3 milyon civarlarındadır. Bu ordunun takriben üç yüz bin kadarı savaştan kaçmış, memleketine geri dönmüştür. Üç yüz bin kadar asker kaçağı… İstiklal Harbimiz’de bağımsızlığımızı kazanan ordu, yüz bin kadardır…

Bütün bu yaptığımız mütalaalardan anlaşılıyor ki, genetik kodlarımıza işlemiş olan bağımsızlık sevdamız, bize yüzyıllardır beslenerek intikal etmiştir. Fakat bizden sonra yüzyıllarca intikal edeceğinin garantisi yoktur. Savaşçılığımızın, bağımsızlık düşkünlüğümüzün tabi bir hal olarak var olduğunu ve hiç bozulmadan var olmaya devam edeceğini düşünmek yanlıştır. Bu sebeple bizim de bu sevdayı beslememiz, gelecek nesillere bir emanet olarak devretmemiz gerekmektedir. Bu noktada nasıl bir çaba içinde olmamız gerektiği yüzyıllar öncesinden bize bırakılan mesajda ifade edilmiştir, Bilge Kağan diyor ki: “Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım; ölesiye bitesiye çalıştım…”

Bir yanıt yazın