Rüyaları gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır.

Kalemimi uyanabilmek adına aldım elime.

Ve her rüyamın ardından tekrar okumak üzere yazıyorum.

Destanların coşkun dünyasına ruhumu kaptırmadığım zamanlardan birinde oturup sayfalarca düşündüm; “Bu vatan için ne yaptım? Ne yapıyorum? Ne yapabilirim?”

“Yapmak” dediğimde çınlayan kulaklarımın aksıyla, salt düşüncenin uykudan farksız olduğunu gördüm ve bir derecelendirme “yapmaya” karar verdim. “Harekete geçmeliydim. Harekete geçemiyorsam, hazırda bekleyenleri hareketlendirmeliydim. Hiç değilse fikirlerimi paylaşmalıydım.” Sonunda bu sığ derecelendirmenin en alt basamağına oturup yazmaya başladım.

Kıskanmadığım fakat imrendiğim medeniyetler seviyesine ulaşabilmenin öncelikli şartı, devletin çizdiği üstün millet menfaatleri politikasının dışında, her bireyin öznel bir milli mücadele tanımının olmasıdır.  Burada özellikle belirtmem gerekir ki tavsiyem başına buyruk ve savruk bir milli mücadele politikasının oluşması için değildir. Bahsettiğim tanım her Türk vatandaşının milli bilince katkı sağlayabilmek için izleyeceği yolu belirlemesi adına mühimdir.

Hiç kuşkusuz tanımlanan milli mücadelenin başarıya ulaşması, milli ruh ve iman etrafında kuvvetle kenetlenmeye bağlıdır. Bununla birlikte kulağıma küpe olması gereken bir diğer husus, birbirine kenetlenenlerin daima farklı uçlar olduğudur. Dolayısıyla bu uğurda ne olduğum değil, olduğum şeyi nasıl idame ettirdiğim önemlidir.

Cumhuriyetin kuruluşunda ve ilk yıllarında verilen mücadele, yüreğinde bir damla vatan sevgisi taşıyan her Vatan evladının üzerine düşen kutsal vazifeyi layığıyla yerine getirmesiyle şahlandı. Bu vazifeleri kutsal hale getiren ise ne zorlukları ne de maddi nitelikleriydi. Kutsiyetleri, yalnızca milli mücadele ruhu ve iman gücüyle ifa edilmiş olmalarından kaynaklanıyordu. Vatanın her ferdi kendisine çizdiği yolda sarsılmaz bir iradeyle yürüyerek vatanın müdafaasında kilit roller üstlendi. Üzerinde yürünen bu yollar, bazen oğlunun başına kına yakarak şehadete gönderen analarımızla, bazen bebeğinin üzerindeki battaniyeyi cephanelere örten kadınlarımızla ve bazen de imanına sarılıp 215 kilogramlık mermiyi topun ağzına süren yiğitlerimizle katledildi.

Şükürler olsun ki milletimizin istiklal marşı yazmak zorunda kaldığı günler son buldu. Fakat mücadele devam ediyor. Milli mücadelemizi, her an ve koşulda, şartların ve devrin gerektirdiği enstrümanlarla yürütmek zorundayız. İmkânların bolluğuna aldanıp gaflet ve rehavete kapılmak, ailesini ve yurdunu geride bırakarak cepheye koşan kahramanlarımızın kanlarıyla yazdıkları destanın üzerine bir kibrit çakmaktan farksızdır. Hâlihazırda, milli şuurun varlığının sürdürülmesi, bahanelere sığınmadan nitelikli bir eğitimle beslenip ataleti ve özensizliği yenmekle mümkün olabilir. Eğitimli dahi olsalar tembellerin üstlendiği başarılı bir milli mücadele örneği dünya üzerinde görülmemiştir. Bunlara ek olarak şunu da rahatlıkla söyleyebilirim, bahsettiğim yöntem asla ve kat’a silahlı mücadeleden daha az önemli değildir.

Bu uğurda, yediden yetmişe vatan evlatları olarak belirlediğimiz milli mücadele tanımına uygun olarak çizdiğimiz yol haritasını azami özenle takip etmeliyiz. Milli mücadele yolunda hiçbir görevin diğerinden aşağı olmadığını idrak etmeli, yolda bulduğumuz en ufak taşları bile hadis-i şerifte geçtiği üzere “sadaka” şuuruyla yoldan kaldıracak kadar titizlikle çalışmalıyız.

Toplumun her ferdinin üzerine düşen vazifeleri özenle yerine getirmesi konusunda aklıma daima Martin Luther King ‘in şu sözleri gelir:

Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse, Michelangelo ‘nun resim yaptığı, Beethoven ‘in beste yaptığı veya shakespeare ‘in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürün ki gökteki ve yerdeki herkes durup, burada işini çok iyi yapan biri, dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin.

Gregory Petrov da Beyaz Zambaklar Ülkesi isimli eserinde Finlandiya ‘nın tüm olumsuz koşullara rağmen (O dönem yaşanan yozlaşmanın dışında Finliler ülkelerinden Suomi diye bahsederler ve bu tabir verimsiz toprakları sebebiyle bataklıklar ülkesi anlamına gelmektedir.)  yaşadığı olağanüstü gelişim ve değişimi anlatırken öncelikle eğitime verilmesi gereken önemi belirtmiş ve bunun yanında devlet kademesinde çalışan kamu görevlilerinin de milli mücadelede önemini şu sözlerle anlatmıştır:

“…Halk da anlasın ki memurlar halkın hizmetçileridirler. İş için size başvuruda bulunanlara, sizi rahatsız eden sineklere baktığınız gibi bakmayınız! Elinizden geldiğince herkesin işini kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Herkese karşı güzellikle muamele ediniz. Sonuçta millet şunu anlasın ki, eğer dediği olmuyor ve istediği bir iş sonuçlanmıyorsa, bu sizin işi yapmak istemediğinizden değil, gerçekte kanunen yapılmasının mümkün olmadığındandır.

Şunu kabul ediniz ki, siz memurlar, milleti eğitmek hususunda öğretmenlerden hiç de aşağı değilsiniz!…”

Ve tabi ki milli mücadele ruhunun mimarı Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk ‘te vatan sevgisini bu çerçevede tanımlamaktadır.

“Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır.”

Anlattıklarımdan sonra “Peki dış mihrakların üstesinden nasıl geleceğiz?” Sorusu ister istemez aklımın kıvrımlarında gezinmeye başladı. Üstelik verdiği rahatsızlık sebebiyle özre gerek olmayacak kadar haklı bir soru. Yaşadığımız coğrafyanın zorluğunu inkar edebilmem mümkün değil. Ancak her şeye rağmen vereceğim cevap çok basit: “Doğru yöntemlerle, dürüst ve özverili bir şekilde çalışarak.”

Şunu unutmamalıyız; dış mihraklar geçmişte vardı, halde var ve eğer dünyanın tamamı fethedilmezse -ki o durumda bile dünyanın bölüneceği muhtemel yerel yönetimler birbirlerine dış mihrak olabilecektir.-  bundan sonra da olmaya devam edecekler. 1071 Malazgirt ‘te, 1453 İstanbul ‘da, 1919 Samsun ‘da ateşlenen milli mücadele ruhunda ve tarihimizde ki nice başarı ve zaferlerde dış mihrakların mevcudiyetine rağmen muvaffak olunmuştur. Mustafa Kemal Atatürk ‘ün söylediği gibi muhtaç olunan kudret damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. Önemli olan bu mevcudiyeti doğru değerlendirebilmektir.

Bir yanıt yazın