Çağımıza erişebilmiş milletlerin pek çoğu, tarihin mahkemesine çıkmaktan korkuyor. Korkmalarını haklı bulunuz. Dünyada herhangi bir milletin tarihî tecrübesine küçük bir göz attığınız zaman maskelenmiş ve boyanmış suratlarının ardında nice canilikler nice emperyal yetenekler görürsünüz. Bugün İnsan Hakları Beyannamesi’nin en büyük savunucusu gibi görünen devletler, değil bu beyanname öncesi sonrasında dahi nice mazlumun ölümüne, sömürülmesine ses çıkarmamış ve hatta sözde insanlığı kurtarmak için insanların en zalimce buluşu olan atom bombasını kullanmaktan, nükleer yarışa girmekten kendini alıkoyamamıştır.
Dünya üzerinde çok acı bir ilke var: Hak kuvvetlinindir. İslamiyet’in bütün insanlığa bahşettiği en güzel ve en özel kural olan “Hak haklınındır” ilkesine şüphesiz ki ‘insan olan’ herkesin inanması gerek. Diğer milletler bir yana Türk milleti, tarih sahnesine çıktığından beri ‘hak’ kavramını bilmiş, tabiri caizse kul hakkı yemekten kendisini menetmiş ve kul hakkı yiyenleri de engellemeye çalışmıştır. Türk-İslam medeniyetinin hâkim olduğu çağlarda haklı hakkını koruyabilmiş ancak Türklerin kuvveti ortadan kalktığında haklı haksız birbirine karışmış; zalim haklı, mazlum haksız duruma düşürülmüştür. Bugün bu ‘kuvvetliler’ haklı(!) oldukları için dünyadaki adaleti de kanunu da onlar üstlenmiş durumdadır.
Bugün aslında bu ‘kuvvetliler’in çözemediklerini sandığımız bir konusu vardır. Soykırım nedir, nerelerde olmuştur? Şüphesiz soykırım kavramının manasını bilen ve vicdanî en ufak bir hassasiyeti olan herkes tarihe bakıp bir olayın soykırım olup olmadığını anlayabilir. Bu yazıya da soykırım kavramının manası ile başlamak istiyorum. Encyclopedia Britannica sözlüğünde ‘genocide’ yani ‘soykırım’ şu şekilde tarif edilmektedir: “Belirli bir ırksal, politik veya kültürel gruba ait insanların kasıtlı olarak öldürülmesi.” Soykırım kelimesi, Türk Dil Kurumunda da benzer olarak “Bir insan topluluğunu ulusal, dinsel vb. sebeplerle yok etme.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımlardan anlıyoruz ki sahnede bir cemiyet olacak ve o cemiyetin ya hepsini ya da bir kısmını yok etmek isteyen başka bir güç olacak. Soykırım kelimesinin bu çok sarih manasını, bu yazının temeli olarak alıp devam ediyorum.
Bunca anlatıdan nihai amacım şudur ki Türk milleti kendi tarihinde güçlü veya güçsüz olduğu dönemler fark etmeksizin hayret edilecek derecede çok acı çekmiştir. Tarihinde zalimlere Yavuz, mazluma Yunus olabilen Türk milleti, kendi gücünü kaybettiği an nice zulümlere maruz kalmıştır. Öyle ki yakın tarihimize gelene kadar çok büyük felaketler yaşamış, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışızdır. Üzerinden henüz bir asır geçmiş bir olay hakkında bilgi vermek istiyorum. Bahsetmek istediğim dönem, 1916 yılında Çarlık Rusya’nın Türkistan’da uyguladığı bir politika neticesinde başımıza gelenlerin yaşandığı dönemdir. 1916 Ayaklanması veyahut Ürkün Katliamı olarak da adlandırılan dönem, şüphesiz yakın tarihimizde yaşadığımız en büyük felaketlerden birisidir. Katliamı anlatmadan önce küçük bir tarihî izahat yapmak, olayları anlamlandırmada bize fayda sağlayacaktır.
1552 yılında Çar Korkunç İvan’ın Kazan Hanlığını muhasara altına alması ve devamında işgal etmesiyle Ruslar için Türkistan kapıları açılmıştı. Bu tarihten itibaren Ruslar siyasî ve askerî olarak güçlenmeye başlayacak ve bu güçlenme ile beraber Türklerle mütemadiyen karşılaşacaklardı. Çarlık orduları, Anadolu’da Osmanlı’ya, Asya’da ise Türk Hanlıklarına karşı büyük bir tehdit olarak yükseliyordu. Nihayet siyasi bütünleşmesini sağlayamayan Türkistan bölgesindeki Hanlıklar, uzun süre dayanamadı ve 19. yüzyılda Türkistan tamamen Rus hâkimiyeti altına girdi.
Rusların yükselişinde çok büyük bir lider olan 1. Petro’nun (Deli Petro) görüşleri ile Türkistan’ın Rusya için ne kadar önemli olduğunu anlayabiliyoruz. Petro, 1722 yılında Türkistan için “Kırgızların (Kazak) ordaları, bütün Orta Asya halklarının anahtarı ve kapısıdır. Bu yüzden bu ordalar, Rus himayesi altına alınmalı ki bunlar vasıtasıyla diğer bütün Asya ülkeleriyle irtibat kurulabilsin ve Rusya için faydalı ve uygun tedbirler alınabilsin.” demiştir. Yani Rusların Türkistan’a yerleşme ve orayı hâkimiyet altında tutma isteğinin millî bir ideal gibi olduğunu görebiliyoruz.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkistan’ı işgale başlayan Rusya, millî emellerini uygulamaya hemen başladı. İlk olarak verimli topraklardan yerlileri kovup yerine Rus göçmenleri yerleştirdi ve önceden fakir, işe yaramaz ne kadar insan varsa burada zenginleşip toprak ağası oldular. Öyle ki Ruslar, bu göçmenlerin Türkistan’a taşınması için 1896-1916 yılları arasında 237 milyon 310 bin 236 ruble para harcamıştır. 1916 yılına gelindiğinde Türkistan’da nüfusa oranla %6’lık bir yer kaplayan Rus göçmenleri, verimli toprakların %57,7’sine sahip olurken geri kalan %94’lük yerel halka ise bu verimli toprakların yalnızca %42,3’ü reva görülmüştür. Bundan başka göçebe hayat yaşayan Kırgızlar, tarım alanında en az hakka sahip halk durumuna düşürülmüştür. Bütün bu faaliyetlerin yanı sıra Çarlık Hükûmeti, Rus göçmenleri olası bir tehdide karşı kendilerini savunabilmeleri(!) için silahlandırmıştır. Bütün bu yapılanlarla Türkistan halkı, ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürülmüş ve tansiyon her geçen gün artarak devam etmiştir. Türkistan Genel Valisi Kuropatkin, özellikle Kırgızların huzursuzluğunu görmüş ve Çarlık yönetimine yazdığı mektupta, “Kırgızlardan topraklarının en verimlilerini aldıkça huzursuzluk daha da artmaktadır. Eninde sonunda onların da millî duyguları uyanır ve bu topraklara yerleştirilen Rus halkı ile farklı olduklarını anlayacaklardır. Bundan dolayı Kırgızların toprak meselesini çözmemiz lazım.” demiştir. Çarlık yönetimi ise bu minvalde gelen mektupları ya görmemiş ya da görmezlikten gelmiş ve sonunda ise ipleri koparacak son hatayı da Çar 2. Nikola seferberlik fermanı ile yapmıştır.
Sene 1914’e geldiğinde İtilaf Devletleri ile aynı safta 1. Cihan Harbi’ne katılan Ruslar hem ekonomik hem de askerî yetersizlik sonucunda Türkistan’a yine bel bağlamıştır. Çar fermanına gelmeden önce şunu belirtmeliyiz ki herhangi bir savaş durumunda Türkistan bölgesinde yaşayan yerliler savaştan muaf tutulacaktı. Rusların bu kararı hakkında farklı görüşler olsa da en makulü, Türkistan’dakilere silah verildiği vakit düşmanla savaşmaktansa kendileri ile savaşmalarından ve bir istikrarsızlık doğmasından korkmuş olmalarıdır. Kaynaklarda muaf tutulmanın sebebi olarak devlet içinde “düzene bağlılıklarından duyulan şüphe üzerine Kafkasya ve Orta Asyalıların (yani Türkler) hizmet dışı bırakılmasını” öneren bir karar vardır. Bu muafiyet durumundan mütevellit Türkistan’da vergiler hat safhaya çıkmıştı. Mesela yine Türkistan Genel Valisi Kuropatkin’in savaş ihtiyaçları için 2 milyon 400 bin ruble ‘hediye’ ve 20 milyon ruble savaş ihtiyaçları vergisi topladığı bilinmektedir. Ancak bu toplanan paralar cepheye gitmeden yolsuzluk ile Rus Generalleri arasında paylaşılıyor ve cephede hiçbir değişiklik olmuyordu. Bundan dolayı da Türkistan’a baskı giderek artıyordu. Aynı zamanda bu askerî muafiyet durumu Rus halkı tarafından bir ‘ayrıcalık’ gibi görülüyor ve tansiyon iyice yükseliyordu. Bütün bunların üzerine yukarıda bahsettiğimiz Çar 2. Nikola’nın fermanı yayımlanınca işler iyice çığırından çıkmıştı. Ferman metnini şu şekilde alıntılıyorum:
İmparator hazretlerinin hükümeti, yüce Çar’ın 25 Haziran 1916 günü lütfederek şu emirnameyi irat ettiğini duyurur:
İmparatorluğun aşağıda ismi geçen (bölgelerinde yaşayan) 19–43 yaşındaki yabancı erkekler, ordu faaliyetlerinin hüküm sürdüğü bölgelerde savunma hatları ve askerî ulaşım yolları inşasında çalıştırılmakla yükümlü kılınmışlardır.
A. Astrahan ve Sibirya vilayetleri ve bölgelerindeki yabancı göçmenler ve (aşağıda belirtilen) bölgelerin sakinleri: (…)
B. Sır Derya, Fergana, Semerkant, Akmolla, Semipalatinsk (Semey), Semireçye (Yedisu), Ural, Turgay ve Hazar-ötesi oblastlarındaki yabancı nüfus;”
“Çok geçmeden askerî şûranın toplantısında ordunun siper kazma ve yol inşası gibi ihtiyaçları için gereken askerî işçi sayısı tespit edildi. Buna göre; Türkistan Genel Valiliğinden toplam olarak 250 bin (Sır Derya’dan: 87 bin, (Yedi Su) Semireçya’dan: 60 bin, Fergana’dan: 50 bin, Semerkant’tan: 38 bin, Hazar Ötesi’nden: 15 bin,) Bozkır Genel Valiliğinden (Kazakistan ve Kırgızistan) yaklaşık 250 bin (Ural’dan 50 bin, Akmola’dan: 48 bin, Semipalatinsk’ten: 85 bin, Turgay’dan: 60 bin kişi) yani toplam olarak yaklaşık 500 bin Müslüman Türk geri hizmete alınacaktı.”
İşte bütün bu anlatılar üzerinde Çar’ın bu fermanı bardağı taşıran son damla oldu ve emre karşı gelen Kazak, Kırgız, Türkmen ve Özbekler; birbirlerinden bağımsız bir şekilde 1916 yılının ağustos ayında büyük bir ayaklanma başlattı. Yukarıda ismini çokça zikrettiğimiz Kuropatkin’in, ayaklanmadan 1 ay öncesine kadar hükûmete sunduğu gizli rapordan aslında kendisinin bir ayaklanmayı öngördüğü ve buna karşı hazırlıklı bulunduğunu anlıyoruz.
“Kırgızların verimli, güzel toprakları Rusların eline geçtikçe yerli halkın hoşnutsuzluğu da artmaya başladı. (…) Bundan dolayı en yakın zamanda Kırgızların sorununu çözmek lazım. (…) Kırgız halkının kaderini nasıl tayin edeceğiz? İleride onları yerleşik hayat sürdüren çiftçilere mi ya da fabrikalarda çalışacak işçilere mi dönüştüreceğiz? Hiçbiri olmazsa o zaman bir yolunu bulup ona göre iş yaparak sonuç itibarı ile onları en azından yaşadığı topraktan sürüp çıkarmak lazım”
Öyle ki Kuropatkin; 14 tabur, 37 Rus Kazak bölüğü, 42 top ve 69 makineli tüfek ile direnişçilerin karşısına çıkmıştı. Ayaklanmaya karşı çok sert bir müdahalede bulunan Ruslara karşı direnişçiler savunmasızdı. Çünkü Rus askerlerine karşı teşkilatsız ve münferit bir şekilde hareket ediliyordu. Kaynaklara göre en azından Kırgızlar, Şabdan Batır’ın oğlu ve Osmanlıdan gelen birkaç Türk askeri sayesinde küçük de olsa bir teşkilatlanmaya mazhar olabilmiş ancak bu da yetersiz kalmıştı çünkü Rus askerleri çok güçlü silahlara sahip, eğitimli bir orduyla geliyordu. Bu durumlardan ötürü de Rus güçlerine karşı etkili olunamıyordu. Rusların yukarıda da bahsettiğim gibi göçmenleri silahlandırması da bu ayaklanma vesilesiyle amacına ulaşmış olup göçmenler Türklere yatacak yer bırakmıyordu. Zaten Türklerin elindeki silahlar kürek, eskimiş bir kılıç veya ata yadigârı eski bir tüfekten başka bir şey değildi. Mamafih Türkler, bulundukları anda ya yok ediliyor ya da Sibirya’ya sürgüne gönderiliyordu. Bundan dolayı çabuk kırılan Türk direnişçileri – özellikle Kırgızlar- için Çin yönetimindeki Doğu Türkistan’a göç etmekten başka bir çare kalmamıştı. Ayaklanmanın ağustos ayında başlaması bu göçü, eylül-kasım aylarına denk getirmiş ve pek çok insan sadece göçte vefat etmişti. Aynı zamanda tek geçim kaynağı olan hayvanların da büyük bir kısmı göç yolunda telef olmuştu. Doğu Türkistan’a varıldığında da zorluklar bitmemiş, Çin ve Uygur ileri gelenleri ve zenginleri, Kırgızları resmen köle niyetine kullanmış ve bütün mal varlıklarını ellerinden almışlardır. Öyle ki Kırgızlar bir kâse un ve kavut için kızlarını, Çin ve Uygur zenginlerine vermek zorunda kalmışlardır. Daha da kötüsü bu ileri gelenlerin zulmüne dayanamayan bazı Kırgız aileler, kasım ayından itibaren tekrar vatanlarına dönmek için göçe başlamışlardır. Bununla beraber 1917 yılının şubat ayında sosyalistlerin devrim yapması ve Rus Çarlığının yıkılmasıyla ümitlenen Kırgızlar, hepten göçe başlamıştı. Ancak o yıl karın kasım ayında yani erken yağması ile göç yolları iyice zorlaşmış ve nice yaşlı, hasta ve çocuk göç yolunda vefat etmiş, hayvanlar ise telef olmuştur.
Ayaklanmanın bitmesiyle beraber bu vahşeti, bugün kâğıt üzerinde çok acı bir şekilde görebiliyoruz. Kaynaklarda 100 bin ve 300 bin gibi bir kayıptan bahsedilse de bazı kaynaklara göre 680 veya 300 bin ‘aile’nin bu direniş neticesinde vefat ettiği, Çin kaynaklarında ise sadece göçten dolayı 200 bin kadar insanın hayatını kaybettiği söyleniyor. Sovyet ideolojisi doğrultusunda yazılan kaynaklarla kesin bir sayı vermek zor olsa da nüfus sayımlarına göre bir değerlendirme yapmak mümkündür. Kaynaklara göre 1913 yılında yapılan nüfus sayımında, Kırgızistan’da 864 bin kişi kayda geçirilmiş. Bölgede eceliyle ölenler ve doğanlar hesaba katılırsa Kırgızistan’da nüfusun 30-40 bin arasında artması yani 1916 yılında en az 900 bin kişinin yaşaması; %10-15’lik Rus, Ukraynalı ve Kazakların çıkartılmasıyla aslında nüfusun 770 bin kişilik kısmını Kırgızların oluşturması gerekiyordu. Ancak Tarihçi H. T. Tursunov’a göre 1918 yılında Kırgız nüfusu, 566 bin 200 kişidir. Sadece bu hesaba göre Kırgızların nüfusu 2 yıl içerisinde 203 bin 800 kişi kadar azaldığı görülüyor. Bu, korkunç bir sayıdır. Göçmenleri Yerleştirme Başkanlığının verilerine göre Bişkek Kırgızları %54, Issıkköl Kırgızları ise %73 oranında azalmış görünüyor. Türkistanlı memurların resmi olmayan hesaplarına göre ise Kuzey Kırgızistan’ın yerli halkı, göçler ile birlikte %41,4 oranında azalmıştır. Nihayetinde şunu da belirtmem gerekir ki 1898 Andican ve 1916 Ayaklanmalarının, Sovyet yazarları tarafından ilk önce desteklenmesine ve Çarlık rejiminin zulmüne karşı bir tepki olduğu savunulmasına rağmen ilerleyen yıllarda bu görüş değişmiş ve 1916 yılındaki ayaklanma “zayıflayan Han idaresinden memnun olmayan Türkistanlıların çıkardığı gerici bir hareket” olarak görülmüştür. Yani yukarıdaki oranları bu gözle tetkik etmek ve sayıların inanılmaz derecede yüksek olabileceğini gözden kaçırmamak gerekmektedir. Sonuç olarak Kırgız Türklerinin, 1916 yılında yaşanan bu olaylara ‘Ürkün Katliamı’ demesi oldukça normal ve yerindedir.
Söylemem gerekir ki terminoloji açısından bu olaya bir ‘isyan’ şeklinde bakmak, şüphesiz Rusların yaptığı bu katliamı meşru bir zemine oturtabilir. Bundan dolayı Türkistan’ın bu tepkisine bir direniş bir ayaklanma ve dâhi bir millî mücadele demek yerinde olacaktır. Bu durumu belirtmek, bu katliamı yazan kişi olarak üzerimdeki bir sorumluluktur.
Şimdi yazıya başlarken belirttiğim hususa gelecek olursak sizce soykırımın sonuçları bir millette nasıl tesirler bırakır? Bir milletin başına gelebilecek en büyük felaketlerden birisinin soykırım olduğunu söylemek, yanlış olmaz diye tahmin ediyorum. Çünkü soykırıma uğrayan bir milletin bugünü ve geleceği fevkalade etkilenir. Geleceği etkiler çünkü devletlerin ve milletlerin gücünü oluşturan en büyük unsuru yani nüfusu öyle bir azaltır ki çok uzun yıllar boyunca ilgili devlet ve millet güçsüz kalabilir. Kırgızistan, konumundan mütevellit doğal güzellikleri ve zenginliği ile ‘Asya’nın İsviçre’si’ olarak adlandırılan bir ülke iken bugün bu güzelliğini ve gücünü göstermekten maalesef uzaktır. Bugünü etkiler çünkü geçmişinde böyle felaketle büyüyen nesiller gelecekteki tehlikeyi de görebilirler ve millî şuuru kuvvetli bir şekilde tarih sahnesinde yeniden yer alabilirler. Nesillere güzel günleri anlatmak faydalıdır, özgüven sahibi olurlar ancak felaketlerle imtihan etmek daha etkilidir çünkü aynı felaketin yine olmayacağının bir garantisi yoktur ve bundan dolayı da kendi milleti için çalışmak üzerine bir şuurlanma gerçekleşebilir. Bundan dolayı da Ürkün Katliamı, başta Kırgızlar olmak üzere bütün Türk Dünyası için çok önemlidir çünkü Kırgızistan’ın tarihindeki bu felaket hiçbirimizden uzak değildir. Şüphesiz Türk milletinin yaşadığı topraklarda pek çok milletin ve devletin bir menfaati vardır. Bunun bilincinde olmalı ve hayatımızı bu nazardan idame ettirmeliyiz. Bu bilince de millî tarihimizi biraz karıştırdığımız zaman ulaşacağımıza inanıyorum.
Yazımı büyük Kazak şair Mirjakıp Dulatov’un ‘Uyan Kazak!‘ şiiri ile bitirmek istiyorum. Bugün bu şiiri ‘Uyan Türk!’ şeklinde alıp bütün dünya Türklüğü için tekrar edebiliriz. Selametle…
Gözünü aç, uyan Kazak, kaldır başını,
Geçirme karanlıkta boşuna yaşını,
Yer gitti, din zayıfladı, hâl harap oldu,
Kazağım, şimdi yatmanın zamanı mı?
KAYNAKÇA
(1) Köylü, Murat. “Ürkün: Bir Katliam Öyküsü”. Akademik İncelemeler Dergisi. Cilt 11, Sayı 2, 2016.
(2) Yavuz Fatih, Topsakal İlyas. “1916 Ayaklanmasında Kırgızlar ve Ürkün”. Türk Dünyası Araştırmaları. Cilt 125. Sayı 247. 2020.
(3) Yılmaz Vurgun Seda. “1916 Türkistan İsyanı”. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi. Sayı 40. 2016.
(4) “Ürkün Olayı – 100. Yılında 1916 Ayaklanması ve Katliamı”. TRT Avaz. 2016. https://www.youtube.com/watch?v=MjxZTgOX-rY (Erişim Tarihi: 26.09.2024)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.