Türk milliyetçileri olarak kültürel değerlerimize karşı açılan sistematik saldırılar karşısında belki de en yoğun çalışmalarımızı bu yönde yapmalıyız. Bu yazıyı da kültür kavramını idrak etmek adına sesli düşünme olarak ele alabiliriz. Bu bağlamda eleştirilmesi, yeni fikirlerle desteklenmesi, irdelenmesi, kadim kültürümüz üzerinde yapılacak çalışmaların artmasına vesile olması, istediğimiz bir neticedir.
Mümtaz Turhan kültürü, “Bir cemiyetin sâhip olduğu maddi ve manevi kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki cemiyet içinde mevcut her yeni bilgiyi, alâkaları, ihtiyatları, kıymet ölçülerini, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şekillerini içine alır.” şeklinde tanımlamıştır. Bir gün ailemle beraber bulunduğum bir yemek sofrasında yaşadığım diyalog kıymetli mütefekkirimizin ifade ettiği tanımı idrak etmemde bana oldukça yardımcı olmuştu. Sizlerle de bu durumu paylaşmak istiyorum. Memleketimiz olan Karaman ve civarında çok sevilerek ve sıklıkla yapılan bir yemeğin; içinde bulundurduğu malzemeler, yapılma usulü ve lezzeti bakımından oldum olası basit olduğunu düşünmüşümdür. Bu sebeple “batırma/batırık” ismi verilen bu yemeğin babamın en sevdiği yemek olması her zaman bana garip gelmiştir. Nitekim bir gün sofrada babama bu durumun nedenini sorduğumda bana verdiği cevap oldukça önemliydi: “Kızım eskiden köyümüzde düğün, asker eğlencesi gibi organizasyonlar olduğunda köy ahalisinden herkes batırma malzemelerinden azar azar köy meydanına getirir, köyün genç kızları da büyük kazanlarda bu yemeği hazırlardı ve hep birlikte yerdik. Ben de her yediğimde o günleri hatırlarım.” Babamın söylemiş olduğu ifadelerle Mümtaz hocanın yapmış olduğu tanımı birlikte ele aldığımızda teşbihte hata olmaz diyerek şöyle bir benzetme yapabiliriz: Köy ahalisi bir cemiyet, yemeği meydana getiren ve cemiyetin sahip olduğu maddi kıymetler yemek malzemeleri, her evin kendi kıymetlerinden bir parça getirerek ortak bir amaç doğrultusunda kullanması da manevi kıymet ve en nihayetinde ortaya çıkan bütün yani kültür ise malum yemeğimizdir. Burada sorulması gereken asıl soru yemeğin babama ve aslında kültürün insanlara neden “lezzet” verdiği olsa gerek.
Bu aşamada her ne kadar oldukça zor olsa da insan varlığını anlamaya çalışmamız icap ediyor. Bizler biliyoruz ki insan düşünebilme ve iradesini kullanabilme kudretine sahip bir varlık. Bu kudretinden kaynaklanmış olacak ki bin yıllardır varlığımızın anlamını düşünüyor, kendimizi, içinde bulunduğumuz evrendeki konumumuzu, varlığımızın amacını sorguluyoruz. Bu akletme kabiliyetimiz sayesinde fizikî olarak bizden güçlü hayvanlarla, büyük doğa olaylarıyla mücadele etmeyi öğreniyor ve fizikî olarak bu dünyada hayatta kalabilmeyi başarıyoruz. Sınırlı da olsa fizikî varlığını bu dünyada yaşatmayı başaran insan, hükmedebildiği durum ve varlıkların yanı sıra kendisinin kontrol edemediği bir döngü içinde yaşadığının pek tabi farkına varıyor. Örneğin güneşin her gün aynı zamanlarda doğuşu, her gün aynı zamanlarda batışı, mevsimlerin bir döngü içinde yaşanıyor olması… Tüm bunlar evrenin hükmedilemeyen sonsuz bir varlık olduğu kanaatini insanda oluşturduğu gibi insanoğlunu evrende yer alan bu sonsuzlukta kendine de bir yer edinmenin yollarını aramaya itmiştir.
Fizikî olarak hayatta kalabilmenin sınırlı olduğunu ifade etmiştik. Ne var ki kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de defaatle bu durum belirtilmiştir: “Her nefis ölümü tadacaktır…”( Âl-i İmrân / 185. Ayet). Yani insanlık binlerce yıldır evrendeki sonsuzluğu kendi bünyesinde var etmenin yollarını aramaya devam etmektedir. Eski dönemlerde simyacıların ölümsüzlük iksirini araması da günümüzde yapılan klonlama çalışmalarının amacı da hep insanın bu sonsuzluk arayışının birer neticesidir.
İnsanın bu dünyada sonsuzluğu yakalayabilmesi ancak kendisine bahşedilen bir başka kudret kaynağı ile mümkündür ki bu da “gönül” den başkası değildir. Türkçemizdeki belki de en güzel kelimelerinden olan gönül kavramına burada değinmemizin sebebi odur ki sonsuz olan kâinat içinde yer edinmeye çalışan insan kendi içindeki sonsuzluğu da ancak gönül kapısında bulabileceğini fark etmiştir. Öyle ki yine eski devirlerde yaşayan bir insanın, yaşadığı mağaranın duvarlarına avladığı hayvanları, doğada gördüğü bir çiçeği resmetmesi;“bakın burada ben vardım, yaşadım ve bu şekilde yaşadım” diye kendisinden sonra yaşayacak olanlara aktarma içgüdüsü, gönlünde var olan sonsuzluğu yakalama arzusundan başka bir şey değildir. Zira mağara duvarına resim çizen insan kendisinden yüzlerce, binlerce yıl sonra o resmi görecek insanların hafızasında kendine bir yer bulacak, kendisini, yaşantısını bizlere düşündürerek fizikî olarak bu dünyada artık olmasa da fikirlerimizde varlığını sürdürerek arzuladığı sonsuzluğu yakalamış olacak.
Her ne kadar bir mağara resminden örnek versek de tarih boyunca kişinin kendisinden bir şeyler aktararak sonsuzluğa ulaşma çabasını en çok neslin devamlılığını sağlarken görüyoruz. Çünkü insanın kendi canından olan ve kendisine her açıdan en çok benzeyen varlık yine bir insandır. İşte binlerce yıldır insanlar yaşayış tarzlarını, düşüncelerini, kendilerinden önceki nesillerden öğrendikleri tecrübelerini, toplu halde yaşamalarının getirdiği düzen kurallarını (yani ahlaklarını), inançlarını, sevinçlerini, üzüntülerini kısacası yukarıda Mümtaz hocamızdan yaptığımız alıntıda geçen “ maddi ve manevi kıymetlerini” nesiller boyu aktarır. Bu aktarım sayesinde binlerce yıldır süzme süzme gelen değerlerin tamamı kültürü meydana getirir. Kültür, bize aktarılan bu kıymetli değerlerin neticesinde bu hayata dair bizlere her açıdan yol gösterici olur. Zira bir sınav üzre yaratılmış insanın kendisinden önce yaşamış olan atalarının aktarımı ile elde ettiği tecrübeler, yüklendiği sorumluluklarını yerine getirme yolculuğunda bir ışık olur, özgüven olur, sahip olduğu değerleri kendisinden sonraki nesillere daha verimli nasıl aktarırım sorusunu sordurarak yeni bir motivasyon ve sorumluluk alanı oluşturur. İşte kültürün insana verdiği lezzet tam olarak budur. O sebepledir ki kültür dediğimiz şey özünde bir gönül birlikteliğidir. İnsan bazen dinlediği bir türküde, bazen yediği bir yemekte, bazen annesinden duyduğu atasözünün mânâsında, dedesinden dinlediği bir savaş hatırasında kendisinden önce yaşamış atalarının yaşadıklarına şahit olur; onlarla bir gönül birlikteliği kurar. Yeri gelir bir düğünde folklor oynarken ataları gibi eğlenir, sevinç duyar; yeri gelir kendisine binlerce yıldır aktarılan değerlerin yok olmaması için dökülen kanları ve verilen mücadeleleri hatırlar, kalbinde derin bir üzüntü yaşar. Millî Mücadele bu konuda karşımıza çıkacak en büyük örneklerden biridir. Atasının, sahip olduğumuz vatan toprakları için ne denli mücadeleler verdiğini, bu toprakların her köşesine Türk kültürünü nakış nakış ne büyük heyecanlarla işlediğini gönlünde hissetmeyen bir Türk milleti kanla yazılan bu büyük destanı gerçekleştirebilir miydi?
Bugün millettaşlarımızda sıklıkla gördüğümüz motivasyonsuzluk, çabasızlık, boş vermişlik ve mutsuzluğun en önemli sebeplerinden biri işte bu gönül birlikteliğinin lezzetine varamamış olmalarıdır. Bu lezzetten yoksun kalan birçok insan, gönlündeki sonsuzluğu yakalama ihtiyacını gideremediğinden kısa süreli, günlük hedeflerin içine sıkıştırdıkları ruhlarının ızdırabında debelenmektedir.
Başta biz Türk milliyetçileri olmak üzere günlük, basit hayaller peşinde ızdırap çeken ruhları iyileştirebilmek adına kültürümüzü yaşamalı, yaşatmalı ve mevcut ihtiyaçlarımıza göre geliştirmeliyiz. Bu anlamda; tarih bilincinden yoksun nesiller yetiştirilmesi, Z kuşağı Y kuşağı zırvalarıyla nesiller arası birlikteliğin ve muhabbetin yok edilmesine sessiz kalışlarımız, kadim kültürümüzü yaşamak yerine son iki yüz üç yüz yılda anca millet olabilmiş toplumların adetlerini yaşıyor oluşlarımız ve daha nice hatalar yeni Kurtuluş Savaşları yaşamamıza sebep olmadan çözüm üretmeliyiz. Bu hataları çözme azmi ve motivasyonu da özümüze dönmekten, kim olduğumuzu hatırlamaktan geçer ki bunun için de Gazi Atatürk ile gönlümüzü bir edelim ve sözüne kulak verelim: “Bu memleket, Dünya’nın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne yedi bin senelik (en aşağı), bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, Güneş oldu. Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, Dünya’yı aydınlatan Güneş’tir.”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.