“Alimin ölümü, âlemin ölümü gibidir.”
Hz. Muhammed (s.a.v)
Türk tarihi gerek kanlarla gerek verilen canlarla gerek adanan ruhlarla yaşanmış ve yazılmıştır. Ecdadlarımız yüzyıllar boyunca bulundukları vatan topraklarında ölüm kalım yani var olma mücadelesi vermişlerdir. Şanlı mazimiz atalarımızın yazdıkları destanlarla doludur. Türk tarihi, Türkistan topraklarından kopup gelen bir nizam-ı âlem davasının vücut bulmuş halidir. İşte bu yüce milletin aziz tarihini yaşayan insanlar olduğu gibi yaşatan ve günümüze taşıyan insanlar da var olmuştur. Türk milleti, tarihini yazan ve yaşatan âlimleri her dönemde yetiştirmiştir. Tarihini büyük bir titizlik ve şuurla yazan, Türk milliyetçisi ve Cumhuriyet döneminin büyük âlim ve münevveri olan Mustafa Kafalı hocamızın hayatına ve adanmışlığına gelin birlikte tanık olalım.
Mustafa Köksal Kafalı 20 Ocak 1934 yılında Konya’da dünyaya gelmiştir, Ermenek Avşarlarındandır. Kafalızâde soyundan gelen bir Türkmen ailesine mensuptur. Hem sülalenin isminin Kafalızâde olması hem de cumhuriyet ile beraber Kafalı soyadlarını almalarını sağlayan olay, gerçekten bu kuşağın devam eden silsilesinin Türk milletine ne denli faydalı olduğunu gösteren takdire şayan bir olaydır. Kısaca bahsetmek gerekirse olay şu şekilde cereyan etmiştir: Bilindiği gibi Osmanlı vezirlerinden Gedik Ahmet Paşa, Fatih Sultan Mehmet ve II. Bayezid dönemlerinde Karaman diyarına pek çok seferler tertip etmiş ve Karamanoğullarının Osmanlılara karşı mukavemetini kırmak için şiddetli tedbirler almıştır. Gedik Ahmet Paşa, yapılan seferler ile başkaldırıları önlemiştir. Başkaldırıları önlemesine rağmen Turgutoğlularının tahrikiyle Karamanoğullarının yeniden isyan edeceğine dair Gedik Ahmet Paşa’nın şüpheleri bulunmaktadır. Şüphesini gidermek isteyen Gedik Ahmet Paşa, Karaman Beylerinin önde gelenlerinin bulunduğu bir mecliste, onların fikirlerini almıştır. Bu beyler arasında Kafalı ailesinin atası durumunda sayılan ve Alaiyye Bey’i Kılıçarslan’ın amcası olduğu söylenen Yahşi Bey de bulunmaktadır. Yahşi Bey, Karamanoğullarının daha önce çıkarttıkları isyanların bir daha olamayacağını ve artık Osmanlı Devleti’ne itaat edileceğini güzel bir örnekle açıklar. Yahşi Bey, Ahmet Paşa’ya şöyle söylemektedir; “Rüzgâr gelince ekinler yassılır. Rüzgâr geçince ekin tekrar ayağa kalkar. Ancak şimdi Karamanlı ekinin başağı idi. Bizi birleştiren oydu. Turgutoğlunun ise onun yerini alamayacağı bellidir. Burada gördüğün herkes Turgutoğlu ayarındadır.” Osmanoğullarına tabi olan Karamanoğullarını kastederek “Bu defa Osmanoğlu burada ekinin başağını biçti ancak başak olursa ekinin değerli olduğunu” söylemiştir. Yahşi Bey’in bu zarif açıklaması hoşuna giden Gedik Ahmet Paşa, Yahşi Bey’e buna benzer daha başka sorular da sorarak bir yerde ona itibar ettiğini de gösterir. Aldığı yerinde cevaplar üzerine Gedik Ahmet Paşa’nın Yahşi Bey’e; “Bey sen kafalı, akıl sahibi birine benziyorsun” demesinin bu ailenin Kafalızâde olarak anılmasına vesile olduğu düşünülür.
Mustafa Kafalı’nın ailesi günümüz tabiri ile gerçekten entelektüel insanlardır. Osmanlı Dönemi’nde yetişmiş büyük âlim ve fikir insanlarıdır. Babası hukuk tahsili almış, 20. Yüzyıl’ın Türk münevver hüviyetini taşımış, yaşadığı dönemde gerçekleşmiş olan Türkçülük olaylarına kayıtsız kalamayıp davada bulunan ve görevini hep bu yönde gerçekleştiren hatta isminin başına Ertuğrul ismini getirerek nasıl bir Türk aydını olduğunu göstermiş Türk milliyetçisi Mehmet Said Bey’dir. Annesi ise Millî Mücadele’de kolağası bir şehidin kızı ve Cumhuriyet Dönemi’nin ilk kadın münevverlerinden muallime Feride Hanım’dır. Büyük halası olan Sıdıka Hanım’ın da Mustafa Kafalı’nın hayatında ve yetişmesinde önemli bir yeri vardır. Ancak Prof. Dr. Mustafa Kafalı asıl terbiyeyi annesi Feride Hanım’dan almıştır. Mustafa Kafalı’nın Ömer Doğan ve Emine İsmihan adlı iki kardeşi daha vardır.
Mustafa Kafalı, ailesinde ve çevresinde gördüğü yüksek eğitim ruhuyla, kendi ruhunu ve zihnini besleyerek eğitim çağına gelmiştir. İlk, orta ve lise öğrenimini doğduğu şehir olan Konya’da değişik okullarda tamamlamıştır. Mustafa Kafalı, ilkokul ve lise döneminde okumak için sıkıntılar çekmiş ve o dönemde ülkemizin içerisinde bulunduğu sıkıntılı dönemleri görmüş bir çocuktur. O dönemi kendi ifadeleri ile şöyle açıklamaktadır:
“Çocukluk yıllarımda, babamla birlikte çarşıya çıkardık; ben koluma sepeti takardım. Yolda ayağı olmayanlar, kolu olmayanlar, gözü olmayanlar… Oğlum, derdi erkek nüfusunun hepsi bu. Çoğunluğu savaştan arta kalan gazilerdi. Doktor yoktu. İlaç yoktu. Sıtmadan, veremden insanlarımız kırılırdı. Her ailenin on, on beş tane çocuğu olurdu. Fakat yarısı gider, geriye yarısı kalırdı. Çıkarılan nüfus kayıtları, hangisine denk düşerse o kullanırdı. Zaman zaman duyarsınız “eski toprak” diye. O dönemde hayatta kalanlara, günümüzde “eski toprak” deniyor. İşte onun için ben, eski toprağım. Her şeye rağmen, ilaçsız, doktorsuz çemberi kırıp geçenlerdenim.”
Mustafa Kafalı bu ortam ve sıkıntılı durumlarda yetişmiştir. Aslında yaşanan bu durumlar onun nasıl şuurlu bir tarih anlayışına sahip olduğunun en büyük kanıtlarındandır. Tabi zor bir durum ülkenin ahvali karışık. Yüreklerde gittikçe onulmaz yaralar açılıyor. Savaştan çıkmış bir millet ve verilen binlerce kayıp… İnsanın üzülmemesi ve yaşananlara kayıtsız kalınmaması elde değil.
Mustafa Kafalı da yurtta yaşanan dertlere ve sıkıntılara babası gibi kayıtsız kalmamıştır. Lise tahsilini yaparken 1951 yılında tüm milliyetçi kurum ve kuruluşların birleşmesi ile oluşan Türk Milliyetçileri Derneği’nin Konya’da bulunan şubesinin genç mensuplarındandır. Lakin Türkçü gençlerin böyle çalışmasını hazmedemeyenler 1953 yılında derneği kapatmışlardır. Tabi büyük bir azimle çalışan Kafalı tekrar aynı yıl milliyetçi gençlerle beraber Ankara’da kendi başkanlığını üstlendiği yeni bir dernek açmıştır. Ama engel olmak isteyenlerin ardı arkası kesilmemiştir. Onlar ülkücü dernekleri her daim kapatmaya yeltenip amaçlarına ulaşmışsa da Kafalı mücadeleyi elden bırakmayıp tekrar açmıştır. Kafalı’nın fikir hayatı ve dava için çalışması görüldüğü üzere lise yıllarında başlamış ve hiçbir şekilde taviz vermeden devam etmiştir. Bununla kalmayıp eşi ile birlikte yaşamını hep milleti ve davası için şekillendirip bu yönde tayin etmişlerdir.
Kafalı liseden mezun olduktan sonra 1953 yılında, ailede devam eden hukukçu kimliğini yaşatmak için Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırmıştır. Lakin 1. sınıfta iken bırakmak zorunda kalmıştır çünkü anayasa dersinin hocası olan Bülent Nuri Esen tarafından gerçekleştirilen sınavda, soruyu duyamadığını ve tekrar söylemesini hocasından rica etmiş, hocası da duysaydın diyerek geçiştirmiştir. Aralarında yaşanan küçük münakaşadan ötürü de kalmıştır. Sonrasında aynı üniversitenin Dil ve Tarih-Coğrafya Bölümü’ne kayıt yaptırarak 1959 yılında üniversiteden mezun olmuştur.
Kafalı üniversite yıllarında iken milliyetçi çizgisinden hiç ayrılmamıştır. Öğrenci olduğu dönemlerde sadece Türkiye’deki Türklerin derdi ile değil diğer ülkelerde bulunan kardeşlerimize ve soydaşlarımıza el uzatmıştır. O yıllarda insanları özellikle genç kesimi bilinçlendirme amaçlı konuşmalar tertip etmiştir. Hatta bir demecinde şu sözleri dile getirmiştir;
“Biz gençlik yıllarımızdan beri Türklüğü kendimize dert edindik. Nerede Türk var, ne yaparlar, ne durumdalar, biz onlar için ne yapabiliriz gibi dertlerle uğraştık. Türkiye’de o zamanlar sanki bir hafıza kaybı vardı. Türk dendiği zaman zihinlerde sadece Türkiye’de yaşayanlar vardı. Suriye, Irak gibi eski Türk yurtları sanki unutulmuş gibiydi. Suriye sanki tamamıyla Arap idi. İnsanlar “Suriye’de de Türk var mı imiş” gibi şaşırıyorlardı. Ben ilk kez Kerkük’ü anlattığımda “Kelkit değil mi orası?” diye eğlenenler vardı. Biz bunları yaşadık.”
Kafalı Hocamız sık sık diğer Türk kardeşlerimizin bulundukları topraklara giderek bizzat onlarla hasbihal etmiş ve bulundukları coğrafyayı karış karış gezmiştir. 1955-1956 yıllarında edindiği bilgiler ile kaçak yollarla Suriye’ye girmiştir. Gerçekleştirdiği bu olaylar hem milleti için hem de çalışmaları için önem teşkil eden bir durum olmuştur. Tabi zaten o çalışmalarını yürütürken milletin menfaatlerini göz önünde bulundurarak hareket etmiştir.
Yıl 1958-1959. O zamanlarda Kafalı, Türk Ocaklarına gider orada bulunan ülkücü gençliğe davayı anlatır, onların dertleri ile bizzat ilgilenirmiş, bir ülkücüye yaraşır şekilde. Türkiye dışında yaşayan Türk kardeşlerimize, onlara bilinçlenmesi, bilgi sahibi olması ve çıkılan bu yolda Türk’ün eşsiz yaşamının her bölgede mevcut olduğunu göstermek amacıyla konferanslar ve seminerler düzenlermiş. Bizzat konuşmayı kendisi yaparmış. Yaptığı konferansların birinde Necdet Koçak ile tanışmasını şöyle anlatır;
“Necdet Koçak ben üniversiteden mezun olduğum sırada, o 1959 yılında, buraya eğitim için gelmişti. Türk Ocağı’nda Kerkük Türkleri üzerine konuşma yapıyorum. Yirmi beş kadar Kerkük kökenli Türkmenlerden genç gelmiş. Ben farkında değilim. Anlattım ve konuşma bittikten sonra tufan halinde bir alkış koptu. Allah Allah dedim ya ne oluyor dedim şaşırdım. Ondan sonra bir genç geldi ve efendim dedi galiba siz de bizim oradansınız dedi. Yok dedim. Ama dedi bizim orayı dedi nerdeyse bizim kadar iyi biliyorsunuz dedi. Ben tarihçiyim evladım deyince tamam o zaman şimdi anladım hocam dedi. Size ağabey diyebilir miyiz? Dedi. Tabi ki diyebilirsiniz dedim. Ondan sonra bana ağabey demeye başladılar.”
Mustafa Kafalı 1959 tarihinde Dil ve Tarih-Coğrafya’dan mezun olduktan sonra İstanbul’a Zeki Velidi Togan’ın yanına gitmiştir. Zeki Velidi Togan asistanlık imtihanı açmıştır o dönemlerde. Kafalı da müracaat etmiş ve yanında vazifeye başlamıştır. Zeki Velidi Togan’ın yanında ilk ve son doktora yapan kişi Mustafa Kafalı hocamız olmuştur.
Prof. Dr. Mustafa Kafalı, cumhuriyetin yapı harcını karan büyük tarihçiler kuşağının son temsilcisidir. O kuşaklar, ardı arkası kesilmeyen felaketler arasından, büyük yokluklar içerisinde milli ve müstakil bir devlete sahip olmanın ne denli kıymetli olduğunu bizzat yaşayarak tecrübe etmiş kuşaklardır. Mütevazı idiler. Dirençli ve dayanıklı idiler. Alçak gönüllü oldukları kadar gururlu idiler. En büyük iftiharları mensup oldukları milletleri ve bu milletin parlak geleceğine olan imanları idi. Mustafa Kafalı; Köprülü, Mükrimin Halil, Togan gibi birinci kuşaklardan sonra gelen Osman Turan, Mehmet Altay Köymen, İbrahim Kafesoğlu gibi ikinci kuşak tarihçilerin hemen ardından gelen son halkadır. Ülke ve dünya meselelerine kayıtsız kalmayan bu tarihçi nesli, bu konuda sahip oldukları özgün çözümleri ve Türklük konusunda yüksek hassasiyetleri ile yaşamışlardır.
Mustafa Kafalı, Türkçü bir tarihçi ve aydın olarak hayatını bu yönde tayin ederken Hüseyin Nihal Atsız Hoca ile 1960’lı yıllarda yolları kesişmiştir. Aynı yolun yolcusu, aynı davanın savunucusu olan bu gönül erlerinin samimiyetine hayran olmamak elde değildir. Hüseyin Nihal Atsız gerçekleşen 1944 Irkçı-Turancı olaylarında büyük bir direniş gösterdikten ve yazdığı Bozkurtlar romanından sonra Kürşat diye anılmaya başlamıştır. Kafalı Hoca ise daima Atsız’ın yanında bulunan zafere beraber koşan bir dostu, ülküdaşı olmuştur. Bilindiği gibi Atsız Bey’in meşhur Bozkurtlar adlı eserindeki Yamtar adlı yiğit, gözünü budaktan sakınmayan, kendinden sayıca fazla kişilerle mücadele edebilen, iri yarı cüsseli, Kürşad’ın kırk arkadaşından biri, devlet ve millet uğruna kendisini feda eden bir kişidir. Tabiri caizse Mustafa Kafalı da tıpkı onun gibi, neredeyse 1.90 boyunda, 90 kilo civarında bir yapıya sahipmiş. Atsız, Yamtar lakabını Kafalı’ya bizzat kendisi vermiştir. Tabi böyle bir yakıştırmayı ondan başka kimse hak edemezdi.
Mustafa Kafalı 12 Eylül öncesinde kendini davaya adayanlardan olmuştur. Tabi sonrasında da bu görevini layıkıyla yerine getirmiştir ve kitap yazarak, öğrencilerini yetiştirerek âlimliğine hız kaybetmeden devam etmiştir. Kafalı, ülkücü camiada böylesine çabalarken ve bölge bölge, şehir şehir gezerek, nerede ne kadar Türk varsa onları bularak, Türk’ün beklenen olduğunu her daim ispat ederek milletinin neferi olmuştur. Bu yolda ilerlerken en büyük yoldaşı ve destekçisi eşi Sevgi Hanım olmuştur. Sevgi Hanım ile Atsız Hoca’nın evinde tanışmışlardır. Sevgi Hanım, gençlik yıllarında Atsız’ın evine gider orada onun sohbetini ve konuşmalarını dinlermiş. Aynı şekilde gittiği günlerden birinde Kafalı Hoca ile tanışmış aralarındaki muhabbet gittikçe koyulaşmış ve birbirlerine karşı bir şeyler hissetmeye başlamışlar. Zaten hemen ardından Kafalı, Sevgi Hanım’a evlenme teklifi etmiştir. Sevgi Hanım ile evlendikten sonra Ertuğrul adında bir oğulları olmuştur. Mustafa Kafalı oğluna babasının ismini vermiştir. Eşlerin başka çocukları olmamıştır çünkü kendilerini hep Türk milletine vakfetmişlerdir.
Mustafa Kafalı, doktora tezini tamamladıktan sonra 1965 yılında vatanî görevini yapmak için Afyon’a gitmiştir. Askerlik döneminde bile kendini göstermiş gerçek bir profesördür. Malum kendisi askere, eğitiminden dolayı geç gittiği için talebeleri yaşındaki gençlerle askerlik yapmıştır. On iki tane genç bizzat kendi öğrencisidir. Hatta onlara çavuş olmuştur. Askerlikte geçen bir buçuk yılını da hem görevini yaparak hem de o gençlere hoca olarak tamamlamıştır.
Kafalı tekrar İstanbul’a döndüğünde Türk Aydınlar Ocağı’nı kurmuştur ama dönemin Türk düşmanları, Türk kelimesinden rahatsız oldukları için Aydınlar Ocağı’nın başından Türk kelimesini kaldırmışlardır. Ülkenin ve üniversitelerin hali o zamanlarda bir hayli karışıktır çünkü Marksist, komünist bölücü örgütler ülkücü gençleri bulundukları her yerde zaman fark etmeksizin zalimce ve haince pusuya düşürüp katletmektedirler. O gençlerden biri ise Yusuf İmamoğlu’dur. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde okurken kızıl düşmanlar onu şehit etmişlerdir. Okulun bahçesinde aralarında yaşanan bir tartışmadan sonra bölücüler silahlarını İmamoğlu’na çekmeye başlamışlar. Tabi o yıllarda rektör çağırmadan üniversiteye polis gelmiyormuş. O gün de haber verilmediği için de gelememişler. İmamoğlu saldırıdan kendini kurtarmak için koşarak Kafalı Hoca’nın yanına gitmiş. Kafalı Hoca İmamoğlu’nu savunmak için eline aldığı sandalyeyi hainlere fırlatarak iki tanesini durdurmuş ama ardı arkası kesilmeyen silah patlamaları devam etmekteymiş. Sevgi Kafalı ve oğlu Ertuğrul da onların yanında bulunuyormuş. Ortalık karışınca onlar da hemen Türkoloji Bölümü’ne geçmişler, arkasından İmamoğlu onun arkasından Kafalı da yanlarına gitmiş. Silah sesleri birden kesilmiş, Kafalı hoca silah sesleri kesilmesine rağmen dışarı çıkılmaması gerektiğini söylemiş ama Kafalı Hoca’nın sözünü dinlemeyen İmamoğlu bir anda kafasını kapıdan dışarı çıkartıp olaylar kesildi mi diye bakarken başından vurulmuş, hocamızın yanında şehit olmuştur. Okula üç tane ambulans çağırmalarına rağmen bu ambulanslar bahçenin kapısından içeri bile alınmamıştır. Olay yaşanırken Necmettin Hacıeminoğlu da orada bulunmaktadır. Bir ülkücü gencin kendi gözlerinin önünde şehit edilmesine çok üzülmüştür. İmamoğlu’nun cenazesine çok gitmek istese de tahkikat olduğundan gidememiş ama daha sonra ailesini ziyarete gitmiştir. Böyle bir durum ve yaşanan onca zorluk karşısında Kafalı Hoca hiç bir zaman yılmamıştır çünkü milletinin ona her zaman ihtiyacı olmuştur. O bunun verdiği azim ve kararlılıkla mücadelesini sürdürmüştür.
Mustafa Kafalı, iyi derecede İngilizce ve Rusça bilmektedir. 1971-1972 eğitim-öğretim yılında, üniversite kontenjanından ilmî araştırma ve incelemelerde bulunmak amacıyla İngiltere’ye gitmiştir. İngiltere’den dönüşünün ardından doçentlik çalışmalarına hız veren Kafalı, ‘Altınordu Hanlığı’nda Sayın Han Sülalesi Devri’ adlı çalışmasıyla Doçent unvanını almıştır. 1974 yılı kasımından itibaren mensubu olduğu Türk tarihi kürsüsünün üçüncü ve altıncı yarıyılında öğrencilerine, Altınorda ve Çağatay Hanlıkları ile İlhanlı Devleti; yedinci ve sekizinci yarıyılında ise talebelerine Timur ve Timurlular Tarihi ayrıca Tarih Metodu derslerini vermiştir. Kaynaklar ve Osmanlıca metinler üzerine seminerler çalışması gerçekleştirmiştir.
1975 yılında Bağdat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin davetini kabul ederek iki yıl müddetle misafir öğretim üyesi olarak Irak’ta bulunmuştur. Bu süre zarfında bir taraftan Bağdat Üniversitesi’nde Türk tarihi, dili ve kültürü üzerine ders ve seminerler verirken bir taraftan da zaten âşina olduğu Türkmenlerle münasebet kurmuştur. Irak’taki Türklerin milli ve kültürel meseleleriyle yakından ilgilenmiş ve bunları çeşitli dergilerde yayınlanan ilmî makaleler halinde kaleme almıştır. Ayrıca Kerkük Türkleri ve Irak Türklüğü çerçevesinde tertiplenen çeşitli panel ve konferanslarda da intibalarını ve Kerkük Türklüğünü, Türk kamuoyuna aktarmaya çalışmıştır.
Bağdat’ta öğretim üyeliği yaparken yaşadığı iki olayı kendi ağzından sizlere aktarmak isterim:
“Bir gün yaşadığımız evin bahçesinde kavga var. Yukarıdan seslendim. “Artık gürültü, kavga yapıp durmayın” dedim. Baktım hâlâ kavga ediyorlar. Hiddetlendim. Yalnız oradaki Türkmenler ile komşu olan Araplar beni çok iyi tanıyorlar. Bana hep üstat üstat diye sesleniyorlardı. Üstat orada profesör manasına geliyordu. Hepsi ilim adamına hürmet ediyorlardı. Bende buna karşılık ilgilenirdim onların meseleleriyle. İndim aşağıya “Nedir bu gürültünüzün sebebi?” Arap döndü ve dedi ki “Peygamber Arap, Kuran Arapça, siz kimsiniz ki? Siz mevalisiniz.” dedi. Bu arada mevali “köle” demektir. Onun üzerine orada bulunan Türkmen’in kafası atıp “Allah da Türk’tür.” demez mi? Ondan sonra kıyamet koptu. “Susun bakayım” dedim. Sonra döndüm Arap’a “Peygamberlere kavmiyet izafe edilmez. Bu çok büyük bir yanlıştır. Ondan sonra İslam Arapça gönderildi diye kendinize nefis ortaya atmayın. Bu kadar rezil durumda olmasaydınız Allah size peygamber zaten göndermezdi.” Tıkandı kaldı onların hepsi sustu. Türkmen’e dönerek “Ya ne yaptın Allah Türk diye bir şey olur mu?” dedim o da cevap olarak “Ne yapayım üstat. Bize bir şey bırakmadılar biz de Allah Türk’tür dedik.” Sonra Türkmenlere de cevaben “Allah âlemlerin her şeyin maliki olan yaratıcımızdır, öyle şey olmaz” dedim. Ondan sonra sustular da hepsi dağıldılar.”
“Bir gün yine üniversitede iken Arap talebeler yürüyüş yapıyorlar. Ben de gittim baktım Filistin meselesi için yürüyüş yaptıklarından dershane boş. Yürüyüş yapan grupta bulunan kızlardan bir tanesi kalktı “Her şey bizde. Mesela bizim İngilizcemiz sizden daha iyi” dedi. Bende “Otur bakayım” dedim. Sonra benden öyle bir cevap yedi ki bir daha ağzını açamadı. “Kızım, İngilizler burada ne kadar kaldı?” dedim. “Otuz beş sene.” dedi. “Siz, otuz beş senede iki dilli hâle geldiniz. Dokuz yüz sene beraberdik, bir tek doğru dürüst Türkçe niye bilmezsiniz. Seviyeniz işte bu. Otuz beş senede iki dilli oldunuz. Dokuz yüz sene beraberdik nerede Türkçeniz?” dedim. Oturdu. Bir daha itiraz eder misin? Ağzını açar mısın? Aç bakayım hadi. İşte bu hatıramda bu şekildedir.”
Mustafa Kafalı, Saddam’ın başbakanlık dönemi olan 1975-1977 yılları arasında Bağdat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde çalışırken Bağdat’taki kütüphaneleri inceleme fırsatı bulmuştur. Irak’ta müzelerden çok kütüphanelerde Osmanlılara ve Türklere ait pek çok eser bulunduğunu belirten Mustafa Kafalı, oradaki gözlemleri hakkında şunları söylemektedir;
“Bağdat’taki Milli Kütüphane’de Selçuklu ve Osmanlı Dönemi’ne ait yüzlerce yazma eser vardı. Çünkü Bağdat, Osmanlı Dönemi’nin önemli merkezlerinden birisiydi. Bu önemli eserlerin yağmalanması sadece Iraklıların değil bütün insanlığın kaybı sayılır.”
1977 yılında yurda dönen Mustafa Kafalı, 1979 yılında Rusçadan dil imtihanını verdi. Daha sonra ‘Çağatay Hanlığı’ adlı profesörlük takdim tezini sunarak, profesörlük payesini aldı. Çeşitli nedenlerden dolayı Kafalı ancak 1982 yılında İstanbul Üniversitesi Senatosu’nun aldığı kararla gecikmeli olarak profesörlük kadrosuna geçebildi. 1982 yılında Erol Güngör’ün ısrarı ve teklifi üzerine Konya Selçuk Üniversitesi’nin kurucu öğretim üyeleri arasında yer alarak doğup büyüdüğü şehre hizmet etme imkânını buldu. 1983 yılından itibaren üniversitenin Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanlığı ile Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğünü üstlendi. 12 Eylül askerî yönetiminin, üniversiteler üzerindeki ağırlığının iyice hissedildiği bu dönemde, Konya’dan ayrılmak durumunda kaldı.
Mustafa Kafalı, 1984 yılı ocak ayında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Genel Türk Tarihi Ana Bilim Dalı’nda Profesör olarak göreve başladı. 1985 yılında ise Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Müdürlüğüne tayin edildi. 1 Ağustos 2001 tarihinde kendi isteği ile emekli oldu.
Mustafa Kafalı 80’den önce de ülkücü davada en ön saflarda bulunmuş münevverlerimizdendir. Onlara atılan iftiralar, yapılan hakaretler hiçbir zaman dur durak bilmemiştir ve yaşanan o zorlu günleri şöyle anlatmaktadır;
Bizimki, Türk milliyetçiliğidir yani Türkçülüktür. Ta işin başından beri bu böyledir. Türkçüleri-Türk milliyetçilerini itham eden İsmet Paşa, “Bunlar ırkçı Turancı!” derdi. Ondan beri bazıları, bize “Turancı” derler, “ırkçı” derler, bilmem ne derler. Hatta İsmet Paşa’nın, 1944’ün 19 Mayıs’ında bir konuşması vardır. Onu da kitap hâlinde bastırdılar. Hiç göreniniz var mı? Aman Allah’ım neler neler söylüyorlar bize… Milliyetçilik deyince, Türk milliyetçiliği deyince, Türkçülük deyince bu değerleri hafife almak için kendi kafalarına göre neler neler söylediler. Temelinde bu suçlamanın kaynağı İnönü’dür. Biz de hiç umursamaz, “Turancı diyorsan, deyiver efendi.” dedik geçtik. Gerçi, bu yüzden onlarla çok sokak kavgası yaptık. Afedersiniz, epey dalaştık. Günümüzde bazıları bizi, “Irkçı-Turancı” diye suçlayan bazı kesimleri, kendi etnik köken farklılıklarını saklamaya çalışıyorlar. Mesela Araplar soyları ile övünürler. Biz soydan bahsedince ırkçı oluruz. Kabul etmek mümkün değil. Her şeye rağmen, ben milletime inanıyorum, Allah bu milleti sever. Bu millet “Allah’ın ordusu” olan bir millettir. İslam inancına göre, en mübarek insanlar şehitlerdir. İslam’ın kuruluşundan bugüne 1400 sene geçmiş. Yaradan, bir imkân verse 1400 sene içindeki şehitlerin tamamı kabirlerinden kalksalar yüzde doksanı Türkçe konuşurlar. Yani onlar bizim milletin şehitleridir. Ben, “Allah’ın ordusu” diyorum ama bu öyle rastgele ordu değil. Bizi anlamak istemeyenler, düşmanlarımız, bize Irkçı-Turancı derler. Varsın desinler, onların hepsini bir kenara atın. Bu, rastgele bir millet değil. Bu millet, Mehmet Akif’in, “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal!” dediği millettir. Gerçi, rahmetli Mehmet Akif 1944’te hayatta olsaydı, o da Irkçı-Turancı diye içeri atılırdı. Milliyetçiler her dönemde o kadar ezildiler ki…
Mustafa Kafalı, 80’den sonra da davasını yürütmüştür ama genel itibarıyla kendini çalışmalarına, her zaman olduğu gibi talebelerine ve kitaplarına vermiştir. Kafalı; Çağatay Hanlığı, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, Makaleler 1 ve Makaleler 2 olarak kitaplar ve yazılar yazmıştır. Yazıları bulunduğu dönemde çok tahkir edilmiştir, kimi zaman yayımlanmasına izin verilmemiştir ama onun vakur duruşu karşısında emellerine ulaşamamışlardır.
Ülkede yaşanan olaylar yüzünden ülkücü camiadan birçok isim hapse atılmıştır ve onlardan birisi de Alparslan Türkeş’tir. Alparslan Türkeş hapisten çıktıktan sonra Kafalı ile buluşup görüşmüştür. Başbuğumuz, Kafalı’ya tekrar yanında olmasını ve siyasette birlikte omuz omuza yürümelerini isteyip teklifte bulunsa da Kafalı “Her zaman yanındayım ama ben adam yetiştirmek durumundayım vazifem bu” diyerek kabul etmemiştir.
Mustafa Kafalı kendi sahasında yaptığı ilmî ve fikrî çalışmalarıyla hem döneminde bulunan cemiyete hem de ardından gelen nesle çok büyük ve mühim eserler bırakmıştır. Eserleri sadece yazıp çizdikleri değildir tabi. Yetiştirdiği talebeleri de onun gözünde önem teşkil eder. Bıraktığı eserlerini büyük bir titizlik ile yazmış ve talebelerini de bu ölçüde yetiştirmiştir. Bunları yaparken dikkat ettiği en ciddi husus Türk milletine faydalı olmasıdır. “Talebelerim, çocuklarım gibidir. Hepsini çok severim ama kendini Türk milletine adayanlara sevgim bir başkadır.” İşte bu şuur ve şiarla talebelerini yetiştirmiş ve hayatını bu yönde adamış aydınımızdı Kafalı.
Prof. Dr. Mustafa Kafalı, milletine bağlılığı, vefayı ve vatan sevgisini vazgeçilmez bir ilke olarak benimsemiştir. Hangi meslek ve branşta çalışılırsa çalışılsın mutlaka bu büyük millet için yapılacak hizmetlerin varlığına inanan bir kişiliğe sahipti. Görev ve sorumluluklarını iyi bilen, işinin ehli, titiz, dikkatli; bir çalışma esnasında, adeta kılı kırk yaran bir insandı. Titizliğinin yanında ciddiyeti de insanları etkilemiştir. Öğrencileri onu zor hoca olarak tanımlamışlar ama o işindeki titizliği ile akademik kariyer düşünenlerin vazgeçilmezi olmuştur.
Ben de bu yazımda Kafalı Hocamızın 85 yıllık ömrüne sığdırdığı hatıralarından, adanmışlığından ve Türklük davasına girip bu yolda en emin adımlarla ilerlemesinden bahsetmeyi kendime görev bilip naçizane onu hatırlatıp anmak istedim.
Bir âlim göçüp gitti bu âlemden. Kendi varlığını Türk milletine, Türk tarihine, Türk kültürüne vakfetmiş Türk milliyetçisi, Erol Güngör’ün tabiri ile gerçek bir münevver hüviyetini taşıyan Mustafa Kafalı beş yıl önce hakkın rahmetine kavuşmuştur. Adını Türklüğün ölmezleri arasına yazdırarak gitti. Her daim rahmet ve saygıyla anacağız.
KAYNAKÇA
TRT Avaz, Türk Dünyasından İzler (Mustafa Kafalı). Youtube.
https://youtu.be/yRB4ZQGpd6I?si=3vHzJZjO22ZaYjgu (Erişim Tarihi 19.08.2024)
Meşe, Muammer. Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın Hayatı ve Eserleri. (2011).
https://adanakulturdernegi.org/index.php/kultur-sanat-edebiyat/1991-prof-dr-mustafa-kafali%E2%80%99nin-hayati-ve-eserler%C4%B0.html (Erişim Tarihi 19.08.2024)
Ayna, Semih. Mustafa Kafalı ve Yusuf İmamoğlu. (2019).
https://misakizafer.com/2019/09/04/mustafa-kafali-ve-yusuf-imamoglu/ (Erişim Tarihi 19.08.2024)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.