Kara toprak verimsiz, sarı buğday fire vermiş başaktan. Gök siyah olmuş çoğu zaman, bâzen kızıl renkli çöl bir sıcak. Sular, ya çağıldamış coşmuş çamura bulanmış ya da su yatağı kuruyup derinden çatlamış. Kuzular meleyememiş analarına, inekler-koyunlar sürü olamamış. Oğullar analarına gidememiş, kızlar babalarına bir tas ayran verememiş. Kadınlar kocalarını uğurladıktan sonra, kocalarını bir daha görememiş. Dedeler, neneler çocuklarının yangınlarına düştüğü yetmemiş, torunlarını da yangınlara göndermiş; kimi zamanda arsız adımlardan, hayâsız bakışlardan saklamaya çalışmış. Tüm bunlar kıyâmet sayılmış, her gece her gündüz eller duâya kalkmış. Gök gürlemesi değil bomba sesleri yankılanmış evlerde. Odun ateşi değil de ocaklar yanmış işgal edilirken köylerde. Kara toprak kızıl olmuş, bayrağının renginde…

Hayal et şu zamanda bütün bu olanları. Hem de öyle bir gün değil, beş gün değil, aylar değil yıllarca kayıp gitmiş hayatlar. Yârinin ellerinden tutacakken, kucağına bebeğini alacakken askere gitmiş kimi. Kimisi de hemşire olarak yazdırmış Hilâl-i Ahmer’e kendini. Kadınlar akın akın cepheye taşımış mermi. Kimsesiz kalmış çocukların çoğu. Soğuk, açlık ve hastalık almış götürmüş savaş olmayan diğer dünyalarına onları…

Yetmez aslında bu kıyâmeti hayal etmek. Bir de şu yaşadığımız hayatımızda hayal etsek savaşı, kaybettiğimizde başımıza neler gelebileceğini…

Gökyüzünde hilâl ve yıldızın dalgalanmadığı bir hayat düşün. Câmilerde ezan sesi duyulmadan, serbestçe namazını kılamadığın bir hayat. Çocuklarının adını koyarken, annenin ya da dedenin adını veremediğin bir hayat. Kültürüne ait âdetlerini yapamadığın her bir şeyleri düşün şimdi.  “Allah’ın emri Peygamberin kavlî” diyemese baban, düğününde halay çekemese kardeşin, çiftetelli oynayamasa amcan. Çalıştığın iş yerinde patron olamasan, kendi paranı alamasan, dilini konuşamasan; Kaşgarlı Mahmut’u, Nasrettin Hoca’yı, Keloğlan Masallarını bilmesen hiç, kitaplarda yazmasa. Bayram ziyâretleri olmasa, torunlarına hazırladığı mendilleri, harçlıkları, şekerleri veremese Ayşe Nine. Dağlarında kekik toplamaya çıkamasa Elif Teyze, kırlarında kuzularını güdemese çilli çoban. Eline bağlamasını alan Âşık Veysel o türküleri söylemese, söylese bile dilden dile yayılmasa. Dinlerken Karacaoğlan’ı için cız etmese, Bozkırın Tezenesi nedir duymasak, Sezen dinlemesen, Barış Manço hiç Gülpembe demese, Cem Karaca hiç çalmasa plaklardan, Livaneli, Selda Bağcan, hatta Tarkan hiç olmasa, dinlediğin şarkılar sana askerdeki yâri hatırlatmasa çünkü askerlik hiç olmasa, gözyaşıyla ıslanmış hasret mektupları hiç yazılmasa. İstanbul, Konstantinopolis; Ankara, Gordion olsa. Al Yazmalım’da Türkan Şoray ağlatmasa; Şener Şen, Ayşen Gruda, Kemal Sunal, İlyas Salman, Adile Naşit güldürmese. Münir Özkul; Hasan Usta olmasa, Hababam Sınıfı olmasa. Bizimkiler yayınlanmasa, Nuri Kantar’ı izlemesek. Çalıkuşu romanı basılmasa, dizi olmasa. Cemal Süreyya, Turgut Uyar aşktan bahsetmese; Nazım Hikmet, Namık Kemal, Necip Fazıl hiç yazamasa; Halide Edip’i okuyamasak. Adı Aylin, Sevdalinka nedir bilmesek. Dededen kalan toprağında evin olmasa, evin olsa bile huzurun olmasa, camını açınca bahar kokusu içeri girse bile “oh” diyemesen. Her akşam eve gelen bir baba çocuklarına özgüveni değil, esâretin âcizliğini yaşatsa. İstediğin zaman özlediğin anacığına koşamasan, hasta olan dedene gidemesen, cenâze namazını kılamasan, arkasından duâlar-Yâsinler okuyamasan…

Kimler yüzünden ve ne kara günler ne kıyâmetler sonrasında yaşadığımız hür hayatın sâhibi olmuşuz diye tekrar sorsak kendimize, tekrar yaşasak o zamanları…

Bir öğün değil onlarca öğün aç kalıp da teslim olmayan genç, toy gençleri. İrâdesiyle, îmanıyla ve inancıyla cenk eden evlâtların çilelerini, hayal et silâh kuşanıp cepheye koşan Emir Ayşeleri. Savaş’ta doğmuş bir nesil kaybolup gitmese, bu güzel topraklar uğruna son nefeslerini verirken kendinden sonraki nesilleri düşünerek. Her elini açtığında “Ya Rab, bu vatan çocuklarına özgürlüğü nasip et.” diyerek ağlayan, yalvaran anaların umutlarını anlayabilir miyiz?

Adın, milletin, vatanın, toprağın, hakkın, yaşantın, sevgin, coşkun, aşkın, tutkun, özlemin, kültürün, değerlerin olmasa; insan olarak çocuklarına verebileceğin gelecek hiç olmasa, “Korkma” diyebilir misin karıncadan korkan çocuğa. Atalarının ölümüne savaştığı yıllar olmasa, onları cesâretlendiren analar, bacılar vazgeçip her şeyden şehit düşmese, nice canların kanlarıyla sulanmasa bu toprak, dalgalanmasa al bayrağın göklerde gururla; “Hürüm, özgürüm!” diyebilir misin?

“Allah bir daha yazdırmasın.” dediği marşı öyle bir yazdı ki Mehmet Âkif. Yüzlerce soruyu sen sormadan…

Tüm vatan parçalanırken, aynı zamanda bir bütün olmuşken, Tacettin Dergâhı’nın duvarlarına tırnaklarıyla kazıyarak, milletinin verdiği güç ve coşkuyla, bütün millete ses olacak şekilde yazdı.  Ona teklif edilen paranın hâtırı için değil, milletinin bağımsızlığına inanan kalp ile hür bir vatan için yazdı. Hayal etmeye çalıştığımızda bile sarsıldığımız savaş zamanlarında, meclisten gür bir ses ile okundu bu mısrâlar. Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” cümlesini tekrar tekrar mecliste okurken Hamdullah Suphi Bey; ruhlarındaki ateşi, içlerindeki çileyi gözyaşlarıyla akıttılar mebuslar. “En beğendiğiniz mısrâ hangisi?” diye sorduklarında Mustafa Kemal’e, o da istiklâle susamış mısrâları târif ediyordu. İşte mecliste başlayan heyecan, ordusuna ve halkına sirâyet edecek şekilde, nesilden nesile geçecek ve asla kelimelerindeki heyecan sönmeyecek şekilde yazdı.

“Peygamberimiz, hicret ettiği esnada yanına aldığı yol arkadaşı Ebu Bekir’le birlikte mağaraya sığınmıştı ya… ‘Korkma, ya Ebu Bekir Allah (C.C.) bizimle.’ diye teskin etmişti.”

O da “Korkma” diyecekti. Minârelerden yükselen ezan sesinden mahrum kalmamak için, îman dolu yüreklere dokunmak için. Yıllarca sürüp giden savaşlara boyun eğmeyen, esir olmayı bilmeyen yiğit evlâtlar için. “Çanakkale geçilmez!” dedirten, daha on beşinde okulunu vatan savunması için bırakan, eli silâh tutan şehitlerin inandığı hürriyet için. Ermeni çeteleri, Erzurum tabyasını zor durumda bırakmışken; Van’ın gözü kara çocukları, kar fırtınasından korkmadan silâh ve cephâne taşırken; aslında taşıdıkları vatan sevgisi, destan olmuştu. Destan olan bu çocuklar için. Yemen’e, Hicaz’a, Libya’ya gidip de dönemeyen yiğitlerin pes etmeyişleri için. Girit’te, Nargin’de esir düşen ve düşledikleri vatan topraklarına kavuşamayanlar artık olmasın diye. Yunan, Anadolu’yu işgal ettiğinde yakarak, yıkarak, insanları esir alarak bezdiririm sanmıştı. Savaşan bu kahraman askerlerin kimisi Balkanlardan yaya gelmişti kimisi Kafkaslardan. Künyelerinde Afyon yazan da vardı, Diyarbekir yazan da. Babasıyla savaşa giren de vardı, babasız kalan da. Geride kalan anaların, bacıların kimisi kağnılarıyla cephâne taşıdı, kimisi askerin yarasını sardı. Ekmek götürdü kimisi orduya, kimisi ördüğü içlikleri. Türk kadınının güçlü duruşu için “Korkma” dedi. Düşman askerinin arsız gözlerinden küçük torunlarını saklayan neneler için, tarlaları yanan, ocağında aş kalmayan milleti için söyledi. Tekâlif-i Millîye Emirleri ile ayağındaki çorabını, çarığını bile Ankara’nın ayazında çıkartıp verenler için söyledi.

Hak bizden yana. “Hak bizden yana olmuşken korkma!”

Sütçü İmam, Nene Hatun, Gördesli Makbule, Antepli Şahin, Urfalı Ali Saip ve Kara Fatma’yla bir olup, ezelden beri hür yaşamaya alışmış bir millet için korkma! Ankara’daki meclis yeni bir uyanışın simgesiyken, Kurtuluş Savaşı orduları toplanıyorken korkma! Binlerce ocak bu vatan üstünde tütüyorken korkma! Orta Asya’da esir olmamış; Anadolu’da yüzlerce yıl kök salmış, ekmiş, biçmiş, nice yiğitlerle nice zaferler kazanmış; Avrupa’da nam salmış; Kudüs’te ismi bile yetmiş; Mısır’ı ikinci bir Nil gibi ihyâ etmiş; Arap yarımadasını hilâfetiyle idâre etmiş bir uygarlığın, şanlı târihin büyüklüğü ile korkma!

Binlerce kahramanı binlerce destan yazmıştı. Bir kahramanı yoktu bu mücâdelenin, bin kahramanlı destandı. Üzerindeki hasta hâli atan, ölü toprağını silkeleyen, halkı ve vatanı için savaşan kahraman ordusuna ithafen yazdı o tesirli sözleri.  Öyle bir zamanda dedi ki savaştan bunalan ama savaşmaktan kaçmayan milletine, şahlan dercesine. Bir sefer yazdığı hâlde, senelerce söylenecek şekilde…

Hürriyet ile yeşerdi toprak. Gök mavi, deniz mavi, nehirler mavi oluverdi. Başaklar dolu verdi. Ocaklar tütüp, çocuklar yeniden oyunlarına dönüverdi. Okullar açılıp, fabrikalar kuruldu. Kara tahtada yeni alfabe yazıldı. Bayrak dalgalandı şanlı şekilde. Üzerindeki rengi, hilâli ve yıldızı gösterir şekilde. Sonra sıra sıra olmuş genç ve şen çocuklar, okul bahçelerinde söylediler gür bir ses ile…

Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.