Bile Bile
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Mute Muhârebesi’ne gidecek ordunun başına azatlısı Zeyd Bin Hârise’yi tâyin etti ve şöyle buyurdu: “Zeyd Şehit olursa yerine Câfer Bin Ebû Tâlip geçsin. Câfer şehit olursa Abdullah Bin Revâha geçsin. Abdullah da şehit olursa Müslümanlar aralarında münâsip birini kumandan seçsinler.” ferâset sâhibi Müslümanlar bu ifâdeden kumandanların ardı ardına şehit olacaklarını çoktan anlamışlardı. Zîra nice bu benzeri gelecek haberleri Efendimiz’den (s.a.v) öğrenmişler ve onların hep doğru çıktıklarına şâhitlik etmişlerdi. Nitekim Efendimiz (s.a.v) bu çarpışmanın safhalarını teker teker teessür içinde anlattı: “Zeyd Bin Hârise şehit oldu. Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehit oldu. Sancağı Abdullah Bin Revâha aldı. O da şehit oldu. Sonra sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Allah’ım sen ona yardım et!” Tabiî ki kumandanlığa geçecek olanlar da durumun farkındaydılar. Çünkü onlar da sahâbeydi ve ferâset sâhibi idiler. Ama hiç tereddüt etmediler. Beyaz sancaklı Hz. Zeyd’in kumandasında ölüm yolculuğuna çıktılar. Koca Bizans’ın büyük bir ordusuyla hesaplaşacaklardı. Hiç fark etmezdi. Zîra onlar Müslümandılar. Allah (c.c) adına din kuvveti ile çarpışıyorlardı. Sonuçta ya muzaffer ya şehit olacaklardı. Nice İslâm orduları bu îman ve ruhla kalabalık kuvvetlere karşı zafer elde etmişlerdi. Başta Bedir Savaşı olmak üzere… Zeyd Bin Hârise omzunda beyaz sancakla ileri atıldı. Birden kanlı bir çarpışma başladı. Mızrak darbeleri ile vücudu delik deşik olan Zeyd Bin Hârise yere düşüp şehâdete ulaştı. Hz. Câfer ok gibi fırladı, beyaz sancağı kaptı. Hz. Zeyd’in şanlı âkıbetini bile bile kılıç sallamaya başladı. Kahramanca saldırıyor, önüne geleni deviriyordu. Ne var ki bir kılıç darbesi sağ kolunu bileğinden kesti. Hemen sancağı sol eline aldı. Çok geçmeden sol kolu da kesildi. Yine de yere düşmesin diye şanlı sancağı o elsiz kolları ile sardı. Kılıç darbeleriyle o da şehâdet şerbetini içti. O kadar çok yara almıştı ki vücudundaki yara sayısının doksandan fazla olduğu söylendi. Kumanda sırası gelen Abdullah Bin Revâha, ak sancak omuzunda, at üstünde düşman saflarına daldı. Cesâretle savaşıyordu bir kılıç darbesiyle bir parmağı sallandı. Atından indi parmağına bastı, elinden ayırdı. Tekrar atına atladı ve düşmanın üzerine gitti. En sonunda Hz. Abdullah da şehâdet katına vardı. Düşman saldırıları karşısında İslâm ordusu başsız kalmıştı ancak şanlı ak sancak yere düşürülmedi, yine ellerdeydi. O ellerin sâhibi sancağı öyle birine teslim etti ki o kişi İslâm’a sadâkat ve ihlâsını ispatlamak için orduya gönüllü katılmıştı. O, Hâlid Bin Velid’di. Beklendiği gibi savaş konusunda bilgili ve kâbiliyetli olduğunu gösterecekti. Müslümanlar hemen hep berâber onu kumandan seçtiler. Ak sancağı öptükten sonra atına atladı ve düşmana doğru yürüdü. Taarruz, taarruz, taarruz… Akşam oldu, taraflar çekildiler. Hz. Hâlid ertesi gün bölüklerin yerlerini değiştirdi. Sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri öne aldı. Yeni bir tertip ve düzenle İslâm ordusu hücum etti. Düşman takviye geldiğini zannederek ürkek bir tavra girdi. “Demek geceki sesler sırasında yeni birlikler gelmiş.” diye düşündü. Fırsatı değerlendiren Hz. Hâlid taarruz emrini verdi. İslâm ordusu yeni bir harbe başlamış gibi saldırdı. Büyük ve kalabalık düşman ordusu şaşırdı. İslâm ordusu bu şaşkınlıktan faydalanarak çok az bir zâyiatla Medine’ye döndü. Bu çok üstün bir kuvvete karşı bir başarıydı. Derin îman, sarsılmaz ruh bu neticeyi sağlamıştı. Bu ilâ-yı kelimetullahtı. Bu yolda peygamberler bile sürgünlere, zindanlara, işkencelere mâruz kalmışlardı ve sonunda Allah’ın rızâsını kazanmak vardı.
Göre Göre
Birinci Dünya Savaşı kanlı bir şekilde devam ediyordu. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın kalabalık insan kaynağına göz dikti. Rusya’yı yanlarına çekebilmek için ona boğazlarımızı vâdettiler. Hedef, Osmanlı’nın Süveyş Kanalı ve Hint yolu üzerindeki baskısını kaldırmak; İstanbul’u ele geçirip Osmanlı’yı saf dışı bırakmaktı. Rusya da Osmanlı’nın Kafkaslardaki baskısının azaltılmasını istiyordu. Dünyanın en modern ve en güçlü İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale önlerine geldiler. Kanlı savaşlardan sonra iki donanma da mağlûp olarak çekilip gitti. “Sakın Türklere esir düşmeyin. Ölene kadar çarpışın. Türkler yamyamdır, sizi yerler.” diyerek üzerimize saldırttıkları Anzaklarla kara savaşı başlattılar. Fakat yine yenildiler. Çünkü Çanakkale, Osmanlı’nın muhteşem son kükreyişi idi. Akıl almaz kahramanlıkların destanıydı. Bu mücâdele; sayı, imkân, teçhîzat vs. her bakımdan çok kalabalık ve çok kuvvetli düşmana karşı yokluklar içindeki Osmanlı ordusunun tam bir îman mücâdelesiydi. İngiliz Başkomutanı Hamilton, “Hayret edilecek bir durum var. Türkler hücuma kalktıkları zaman Allah Allah deyip Tanrı’dan yardım diliyorlar. İşte bu Allah sevgisi ve inancı Mehmetçik’i gâlip getirmiştir.” sözleri ile bu îman gücünü anlatmıştır. Atatürk o meşhur emrini bu îmanla savaşan askerlerimize vermiştir. “Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimizi başka birlik ve komutanlar alabilir.” 57. Alay böylece bütün mevcûdunu şehit vermiş fakat sancağı yere düşürmemiştir. Son nefer olan alay imamı Hasan Fehmi Efendi, o şanlı sancağı bir ağacın çatalına takıp son nefesini teslim etmiştir. İşte son nefer, son nefes yemini böyledir. Bu şanlı mücâdeleyi Atatürk şöyle anlatmıştı: “Birinci siperdekilerin hiçbiri kurtulmamacasına hepsi düşüyor. İkincisi siperdekiler onların yerine giriyor fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini de biliyor fakat en ufak çekinme bile göstermiyor. Sarsılmak yok, okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şehâdet getirerek yürüyorlar. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayrete ve tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muhârebesi’ni kazandıran bu yüksek ruhtur.” En iyi yetişmiş, en kalifiye insanlarımız, geleceğimizin göz bebeği gençlerimiz bile bile ölüme gittiler, şehit olacaklarına inanarak. Atatürk’ün dediği gibi: “Çanakkale’ye bir üniversite gömdük ama dünya târihinin yönünü yine değiştirdik.” Çanakkale son karakoldu, düşmedi. Yemen’e kadar İslâm ayakta kaldı. Çünkü Cevat Paşa, Peygamber Efendimiz’in Bedir’de ettiği duâ gibi yalvarmış: “Eğer bizi geçerlerse Yemen’e kadar savunacak kalmayacak!” diye ağlamıştı.
“Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor
Bir hilâl uğruna ya Rab ne güneşler batıyor.”
Kendiliklerinden veya Gönüllü Olarak
“Yaşadığımız çağda yeni sömürgecilik çok yayılmış bulunmaktadır. Sömürülmek ve ele geçirilmek istenen memlekette sömürmek isteyen kuvvetler kendi kültür ve ideolojilerini kabul etmiş topluluklar meydana getirirler. Onların yardımıyla o memleketi sömürür, köleleştirir ve tamamen ele geçirirler. Türkiye’miz yıllardan beri çeşitli yabancı kuvvetlerin, kültür ve ideolojilerin saldırıları altındadır.”
Bu sözlerin sâhibi merhum Başbuğ’du ve memleketimiz gerçekten hedef ülkeydi. İçimizden devşirdikleri kişi ve çevrelerle birlikte bütün güçleriyle dilimize, dinimize, târih ve kültürümüze saldırıyorlar; bulandırdıkları zihinler olup biteni bir türlü kavrayamıyorlardı. Sağ – sol kavgası yutturmacasını kabul ettirmişlerdi. Bir memleket, yönetimi acz içinde diye teslim olmaz. Birileri ortaya çıkar, yapılmayan görevleri yapar. Ülkücülerin yaptığı da buydu. Durum ciddiydi, seyirci kalınamazdı. Zâten bölgemiz tam bir kaos içindeydi. İran’da devrim olmuş. Afganistan, Sovyet Rusya tarafından işgal edilmişti. Türkiye’de olacaklar inisiyatif göstereceklere bağlıydı. Başbuğ, bu hususta şöyle ifâde ediyordu: “Ben NATO içinde de çalışmış, tecrübe görmüş bir insan olduğum için tehlikeyi sezdim. Memleketimizin üzerine gelmekte olan tehlikeyi gördüm. Bunu anlatmaya da çalıştım fakat anlatamadım. Tehlike dışarıdan hazırlanmış, dışarıdan yönetilmiş. Hedef, Türkiye’yi iktidarsızlığa sevk etmek ve içeriden yıkmak, parçalamaktır. Bunu (…) asıl yetki sâhibi olanlara anlatamadım.”
“Yurdumuzu idâre edenler, memleketimizi kültür ve ideoloji boşluğuna itmişlerdir. Bu da yabancı kültür ve ideolojilerin insanımızı etkisi altına almasını kolaylaştırmıştır.”
“Bir tarafta ideolojik propaganda ve telkin yoğundu. Bunlara karşı biz Türk milletinin bağımsızlığını ve Türk milliyetçiliğini, devleti savunduk.”
Terör dedikleri şey, Türkiye’yi içeriden çökertip ele geçirmekti. Saldırılar son derece azgınlaşmıştı. Her gün onlarca ülkücü şehit ediliyordu fakat saf değiştiren, dönen, teslim olan yoktu. Dış destekli, içeriden hayli himâye gören güçlere rağmen ilâ-yı kelimetullah inancı söndürülemiyordu. Sonunda şehâdet olduğuna inanan ülkücüler gönülden ölüme gidiyorlardı. Çünkü bu, son kale olan Türkiye’yi koruma mücâdelesiydi ve Allah (c.c) rızâsı için yapılıyordu. Bu son kale düştüğü zaman bağımsız Türk ülkesi kalmayacaktı. Bütün Türklerin ümidi sönecek, İslâm’ın kılıcı yok olacaktı. Onun için “Son kaleyi, bayrağı düşürme ya Rabbi!” diye duâ edenler vardı.
Ölüm etraflarında kol gezerken onlar sırf bayrak düşmesin diye yarıştaydılar. Sâdece İstanbul’daki tablo bile bu bayrak yarışını anlatmaya yeter. İşte yirmiden fazla yöneticisini şehit vermiş Bakırköy İlçe Başkanı Mehmet Başak’ın söyledikleri: “Ben bu ilçenin üç yıl içindeki altıncı başkanıyım. Benden evvelkiler hep vuruldular. Ben de bekleyeyim mi? Hükûmetin, emniyetin hâli mâlum. Biz kendimizi korumayacak mıyız?” Çok geçmiyor Mehmet Başak’ın şehâdet haberi merkeze ulaşıyor. O günler can güvenliği yok diye okulların bırakıldığı veya tahsilin yurt dışında devam ettirildiği günlerdi. İşin veya iş yerinin terk edildiği zamanlardı. Bu insanlar bunu niye yapmadılar acaba? Cevap, Zeytinburnu İlçe Başkanı seçildiği kongrede “Ben buraya şehit olmaya geldim. Bu milletin sâhipsiz olmadığını herkese göstereceğim.” diyen Avukat Bekir Şendilmen’den. Evet, Bekir Şendilmen Türk milletinin sâhipsiz olmadığını gösterdi. Zîra o da kırk beş gün sonra arabasının içinde silâhlı saldırıya uğradı ve şehâdet şerbetini içti. Bu sefer vakti ile yetkililere beni ilçe başkanı yapmıyorlar diye şikâyetlerde bulunan başka gönüllü İsmail Aslan ortaya çıktı. “Artık benden bu hakkı kimse alamaz.” dedi ve başkan oldu. Kısa süre sonra o da şehâdet makâmına yükseldi. Çünkü onlar 1978’in 15 Nisan büyük Tandoğan Mitingi’nde coşkulu “Başbuğ Türkeş! Başbuğ Türkeş!” tezâhüratlarıyla başbuğlarının çok uzun bir süre konuşmasına fırsat vermeyenlerdi. Onlar îman sağanağı, heyecan fırtınasıydılar. Hani o Kurtuluş Meydanı’ndan başlayıp Tandoğan’da sona eren büyük yürüyüş sonrası yapılan, beş yüz-altı yüz bin kişinin katıldığı tahmin edilen ve kortej sonunun miting devam ederken kalabalığa ancak sığışabildiği muhteşem mitingde yeri göğü inleten yılmaz dâvâ adamlarıydılar.
Ve onlar kürsüde bütün heybetiyle dimdik duran ve ilk fırsatta parti mescidinde şükür secdesine kapanan Başbuğlarının yaptığı konuşmayı ve söylediği şu sözü hiç unutmayanlardı. “Bu topraklardan fışkıran bu îman dün olduğu gibi bugün de bu topraklara sevgi, kardeşlik, refah getirecek, Devlet-i Ebed Müddet’imiz ilelebet yaşayacaktır.”
Bütün şehitlerimize Allah rahmet eyleye. Ruhlarına Fâtiha.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.