Kadim Türk târihinin her sayfasının mücâdeleler ve kahramanlıklarla dolup taştığı hepimizce aşikârdır. Milletimizin mâzîsinde göğüslerimizi kabartan fetihlerimiz ve muzafferiyetlerimiz olduğu gibi gün gelip kader tersine döndüğünde yine uğradığımız felâketler ve mağlûbiyetlerin içerisinde de nice hüzün dolu hikâyeler, emsalsiz kahramanlıklar ve şanlı mücâdeleler mevcuttur. Malazgirt’te destanlaşan Alparslan, İstanbul’u fetheden Sultan Mehmet, Balkanlar’ın Fâtihi Murat Hüdâvendigâr gibi şahsiyetlerle birlikte verdikleri mücâdeleyle ölümsüzleşen isimlerini duyunca yüreğimizi titreten, Çin sarayını kırk çerisiyle basmış Kürşat, Medine’deki direnişiyle ünlü Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa ve Plevne’de devleşmiş Gâzi Osman Paşa gibi zorlu yılların kahraman şahsiyetleri de hepsi Türk’ün birer övünç kaynağıdır. İşte Hasan Rıza Paşa da ismini anamadığımız daha niceleri gibi, târihimizin felâketler ve yenilgilerle dolu bir dönemi olan Balkan Harpleri sırasında, İşkodra’da yaptığı şanlı müdâfaası ile Türk milletinin ölümsüzleşen kahramanları arasında bir mümtaz şahsiyet olmuştur.
Osmanlının Balkanlar’daki ricatının hızla gerçekleştiği yıllarda İstanbul’dan destek alamadan emrindeki orduyla berâber şanlı bir mücâdele ile İşkodra’yı müdâfaa ederek târihe adını yazdıracak olan Hasan Rıza Paşa, 1871’de Tosya’da dünyaya gelmiş, Beşiktaş Askerî Rüştiyesi ile Bursa Askerî Îdâdîsinden sonra Harp Okulunu da bitirmiş ve kurmay yüzbaşı rütbesiyle orduya katılmıştır. Sonrasında kendi isteği ile Yunan Harbi’nde Alasonya Ordusu kurmaylık görevine atanmış, akabinde 7 Ekim 1897’de kolağası (kıdemli yüzbaşı) olmuştur. Yarbaylığa kadar yükselen Hasan Rıza Paşa, 1899’da askerlik eğitimini gerçekleştirmek ve vatana daha faydalı hizmet edebilmek için Almanya’ya, General Hezler’in komutası altındaki bir alaya, teğmen olarak gitmiştir. O târihlerde meşhur bir komutan olan Hezler; sert disiplini, emrindekileri aşırı hizmet ettirmesi sebebiyle herkesin âdeta kaçtığı bir komutanken Hasan Rıza Paşa, Hezler’in yanında kendi arzusu ve isteğiyle eğitim görmüş; Almanya’daki eğitim sürecinde aynı zamanda dört sene de Alman ordusunda vazîfe almıştır. General Hezler gibi bir komutanın emrinde eğitimini başarıyla tamamlayan Hasan Rıza Paşa için Alman Genelkurmayınca hazırlanan raporda hakkında: “Türk Ordusu Büyük Genelkurmayı Başkanlığını hakkıyla idâre edebilir.” notu düşülmüştü. Almanya’da başarılı bir şekilde geçirdiği dört seneden sonra yurda dönmüş, Türk Ordusu’nda çeşitli görevler almış, son olaraksa 27 Mart 1912’de İşkodra Valiliğine tâyin olmuş ve burada destansı bir mücâdelenin komutanlığını yapmıştı. Hasan Rıza Paşa’nın tâyin olduğu İşkodra; sert bir iklimin yaşandığı, etrafı dağlarla çevrili, verimli ovalara, derin derelere ve göl üzerinden Adriyatik Denizi’ne uzanması sebebiyle stratejik bir konuma sâhip olup ecdat tarafından 1479 yılında fethedilmiş ve Türk yurdu hâline getirilmişti. Bu târihten sonra 450 yıl kadar Türk egemenliğinde olan İşkodra, Osmanlı’nın Avrupa’daki varlığını zayıflatmak amacıyla başlayıp büyük bir kayıpla bitecek olan Balkan Harbi’nin en batıdaki cephesi ve en son kaybedilen toprağı olmuştu.
Târihî süreç içerisinde Avusturya, Rusya ve İtalya için nüfuz mücâdelesinde sahne alan şehir, şu an Arnavutluk’a bağlı olup dağlık bir coğrafya üzerinde fakir bir ülke olan Karadağ’ın da her vakit verimli arâzileri ve doğal zenginliğiyle hedefinde oldu. Fransız gazetecinin savaş yıllarında anılarında Karadağlılar için: ‘’Asırlardan beri karga yaşamını bırakıp oraya, bu vâdedilmiş toprağa inmeyi hayal ediyor…’’ (1) şeklinde yaptığı tasvirde Karadağlıların dağ hayâtını özetlemekteydi. Böyle bir dağ hayâtı yaşayan ilkel bir toplumun amacı keten, tütün ve üzüm yetişen zengin İşkodra ovasıydı. Nitekim öyle de oldu: I. Balkan Harbi, Karadağ’ın Türk sınırlarına saldırmasıyla 8 Ekim 1912’de başlamıştı. Sırplar da 1877-1878 (93 Harbi) Rus Harbi’nden sonra Avusturya-Macaristan’ın desteğiyle bağımsızlığını kazanmışken yine fırsat bilerek Büyük Sırbistan hayaliyle İşkodra tarafına doğru saldırılara geçmiş, aynı ırktan olduğu ve aynı dili konuştuğu Karadağlılarla birleşmek arzusuyla Osmanlı’ya harp ilân etmişti. Yine Bulgarlar ve Yunanlar da farklı cephelerde Osmanlı Devleti’ne harp ilân etmişlerdi. Daha düne kadar Osmanlı Devleti’nin birer vilâyeti olan bu devlet ve devletçiklerin hepsi birden Türk topraklarına saldırırken Osmanlı üzerinde emelleri olan büyük devletler de savaşa hâricen dâhil oluyor, Osmanlı’nın ricatının bu kadar kolay olacağını beklemediklerinden dolayı harbin neticesi fark etmeksizin savaş öncesindeki sınırların korunacağını taahhüt ediyorlardı. Osmanlı Hükûmeti ise sınırların değişmeyeceği, statükonun muhâfaza edileceği sözleriyle sınırlarına yapılan askerî yığınaklara ve diğer gelişmelere kayıtsız kalıyor, doğru önlemler almıyordu. Böylece, hükûmetin içerisindeki yönetim sorunları orduya sirâyet ediyor ve ordunun siyâsete karışmasıyla subayların arasında ayrılıklar yaşanıyordu.
Ordunun içinde yaşanan ayrılıklar o kadar derinleşiyordu ki Fethi Okyar bu durumu: “Savaş içinde öylesine olaylar cereyan etti ki tüyler ürpertir. Bâzı zâbitlerin kalpaklarındaki şekil İttihatçılığını, bâzılarınınki ise Îtilâfçılığını belirtiyordu. Kimler sokmuştu bu korkunç uçurumu ordunun içine… Kalbinde vatan muhabbeti ihtiraslarının üzerine çıkabilmiş hangi kişinin havsalası böylesine ihâneti alabilirdi?” (2) diye anlatıyordu. Birçok yerde asker dağınık ve yetersiz haldeydi. Balkan Harbi’nin başlamasına aylar kala bâzı subaylar ve bu subayların zorladığı erler hükûmeti düşürmek için Manastır’da silâh ve teçhîzatlarıyla birlikte dağa çıkmışlardı. Yine muhâlif kanattaki bâzı subaylar Yakova çevresindeki hükûmet karşıtı Arnavut ihtilâlcilerle birleşmişlerdi. Daha nice buna benzer hâdiselerin sayısı artmış ve Balkanlar’a büyük bir kaos hâkim olmuştu. Bu kaos ortamında orduda liyâkatli bir şekilde hizmet gösterecek subayların sayısı da günden güne azalıyordu. Harp ilânından biraz evvel Preveze Jandarma Taburundan terfî ederek İşkodra Nizamiye Tümeni’ne gelen bir binbaşı, harp ilânı günü İşkodra Kolordusu Komutanı’na mürâcaatla: “Emir ve komuta verilen bu güzel taburu ben sevk ve idâre edecek iktidarda değilim, şimdiye kadar böyle bir kıtanın muhâberede nasıl kullanılacağını bana kimse göstermedi, ben de bir yerde görmedim, ancak kıdemim geldi, binbaşı yaptılar, bu tabura komutan olarak gönderdiler. Düşman karşısında emredeceğiniz başka her hizmeti îfâya hazırım. Yalnız bu muntazam taburun körü körüne kanına girmeme müsâade etmeyiniz” (3) diyordu. Binbaşının samîmî olarak beyan ettiği bu ehliyetsizlik, vaziyetin ne kadar acı olduğunu gözler önüne seriyordu. Hatta daha sonra İşkodra Valisi olarak şanlı bir mücâdele verecek Hasan Rıza Paşa’nın rütbesi bile, İttihat ve Terakkî Hükûmeti tarafından 1909’da orduda yapılan rütbe düzeltmesiyle tümgenerallikten yarbaylığa düşürülüyordu. Orduda vuku bulan düzensizlik ve liyâkatsizliğin sebebiyse Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde köklü ve belirli bir siyâsetinin olmamasıydı. Gayrimillî unsurların da hem içeriden hem dışarıdan müdâhil olduğu istikrarsız politikalar ve liyâkatsizliğin de orduya yansımasıyla memleketi bir başıboşluk almış gidiyordu. Tabiiyetiyle, böylesine gaflet içerisinde tedbirsiz bir yönetim ve siyâsetin etkisiyle dağınık bir ordunun bulunduğu Osmanlı’nın gidişatı Balkan Harbi’yle alenen açığa çıkıyordu. Bu zayıflığı fırsat bilen Balkan devletleriyse aralarındaki düşmanlıkları bir tarafa bırakarak arkalarına aldıkları Avrupa’nın siyâsî gücüyle harbe kalkışmışlardı.
Ordunun içerisindeki ayrılıklar, isyanlar ve hükûmetin zayıf, tedbirsiz ve dağınık olması ne kadar acı ne kadar korkunçsa daha dün Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlığını ilân etmiş medeniyetten bîhaber Karadağlıların, hukuk tanımaz Sırpların savaş ahlâkından yoksun saldırıları da o denli kahredici ve ıstıraplı olacaktı. Nitekim, Sırp kuvvetlerinin de destekleriyle Türk Ordusu’ndan katbekat fazla Karadağ ordusu İşkodra’ya saldırmış ve I. Balkan Harbi başlamıştı. Karadağ ordusuna destek olan Sırplardan başka o bölgede dağlık bir halk olan Malisörler de harpte önemli rol oynuyordu. Rusya da bölgedeki menfaatine uyan Slav Devleti için Karadağ’a önemli mühimmat desteği sağlamaktaydı. Sâdece Karadağ’a karşı harp olacağı zannedilirken bu desteklerle berâber iki misli bir düşmana karşı mücâdele verilecekti. Karşıdaki düşman hem sayıca fazla hem maddeten güçlü olduğu gibi aynı zamanda da alçak bir güruhtu. Bu vahşeti, savaş sırasında şehit olan ve yaralanan Türk askerlerinin çoğunun burun ve kulaklarının kesilmiş olması ortaya seriyordu. Harp esnasında savaşı gözlemleyen Fransız gazeteci: “…Geçen gün Podgorica’da, Tuz’un alınmasına müteâkip ellerinde iki sepet taşıyan iki jandarmanın geldiği görüldü; bütün halk çevrelerinde toplandı. Sepetlerde elli kadar burun, birkaç düzine kadar da şekli az bozulmuş kulak vardı. Karadağ’da medeniyet işte böyle ilerliyor: daha dün, şehir meydanında sepetlerin içinde halkın görmesi için bırakılmış olurdu bu uzuvlar”. (4) diye yazıyordu satırlarına. İşte İşkodra’da -harbin en batısındaki cephede- düşman, hem kuvvetli hem de savaş ahlâkından ve insanlıktan bu kadar uzaktı. Canavarca hislerle Türk topraklarına hücum etmekteydi. Türk Ordusu böylesine medenî vasıflardan yoksun fakat tam teçhîzatlı düşmana karşı Hasan Rıza Paşa komutasında şanlı bir mücâdele veriyordu. İşkodra’daki Türk Ordusu’nun diğer cephelerden hiçbir askerî yardım ve iâşe desteği alamadan gerçekleştirdiği bu müdâfaa, düşmanları bile hayrete düşürecek cinstendi.
İşkodra’da 6,5 ay boyunca verilen bu mücâdelenin hakîkaten taraflı tarafsız herkeste büyük bir hayranlık uyandırmaması mümkün değildi. Öyle ki, Karadağ’ın ilk saldırısıyla başlayan harpte o gün îtibâriyle İşkodra bölgesinde bulunan erzak miktarı, asker sayısı ve hayvan miktarının ancak 20 günlük iâşesine yetecek kadardı. Ordudaki askerlerin birçoğu ise terhis olup gitmek durumundayken birçoğu da yeterli eğitim görmediği için muhârebe edecek halde değildi. İşkodra Kalesi bile henüz yarı tahkim edilmiş vaziyetteydi. Bu şartlar altında kendi isteğiyle İşkodra’da müdâfaaya atanmış Hasan Rıza Paşa’nın ilk icrâatı, civardaki tüm birliklere ve özellikle yeni erlere subayların yönetiminde kurstan geçirmesi olmuştu. Her taburdaki yeni askerlere, alay ve nişancı taburu komutanlarının emrinde eğitimlerini yaptırmış ve savaşa hazırlamıştı. Şüphesiz, Hasan Rıza Paşa’nın hem kendi aldığı eğitim hem de askerlerini eğitimden geçirmesi mücâdelenin bu denli başarılı olmasının en önemli unsuruydu. Eğitimli ve tertipli bir ordu, başındaki metânetli bir komutanla kendisinden iki misli fazla bir düşmana karşı bu şekilde destanlaşıyordu. Savaş bölgesine gelen İsviçreli komutan Karl Egli bu ordu için: “Burada gördüğüm nizam ve intizam bende pek iyi bir tesir bıraktı. Fakat piyadelerin yanına gittiğim zaman, büsbütün hayrette kaldım. Asker silâh çatmıştı. Tüfekler hiç değilse, dış görünüşleriyle bana gâyet iyi temizlenmiş olduğunu hissettiriyordu. Genel olarak askerin, eşya ve teçhîzatına da iyi baktığı görülüyordu… Bu hususta haftalarca yırtık pantolonla dolaşan Karadağlılar düşmanlarından çok şey öğrenebilirlerdi… Özet olarak, her şey eğitim alanındaymış gibi uygun ve düzgün yapıldı.’’ (5) diye görüş ve duygularını dile getiriyordu. Mâhiyetindeki erleri temiz ve pak görünce evlâtlarımı görmüş kadar memnun oluyorum, şunların kahramanlıklarını gördükçe Türk yaratıldığıma cidden iftihar ediyorum diye sevgi ile gururlanan Hasan Rıza Paşa; savaş esnasında ani bir durum karşısında kalınır ve hiçbir şeye karar verilemezse en doğru hareket düşman üzerine süngü takıp ileriye atılmaktır, diye de harbin gereklerini emrediyordu subaylarına. Düşman da çoğu zaman bu şekilde ileriye atılan Türk ordusunu ne topla ne tüfekle durdurmayı başaramıyordu. İşkodra’da cevheri sağlam Türk milleti zorlu bir imtihan veriyordu. Türk kadını yine ordusunun yanında çarpışıyor, bu yürekli kadınlara: “Yüklerinin altında iki büklüm kadınlar, siyah, ağır eteklerini dizlerinin üstünde toplayarak, çıplak ayaklarıyla, yorulmak bilmeden, arkalarında cesâret ve hayranlıkla karışık bir intibâ bırakarak onları tâkip ediyor…” (6) diyor ve hayran kalıyordu Avrupalı. Türk Ordusu, târihin sayfalarına bir cesâret timsâlini daha İşkodra’da böyle yazıyordu. Fakat gün geçtikçe dışarıdan yardım alamayan İşkodra için şartlar da hayli ağırlaşıyordu. Bu sırada Hasan Rıza Paşa, müdâfaayı güçlendirmek için Katolik Arnavutlardan destek alıp birlikte hareket etme planı doğrultusunda; Slavlar kazanırlarsa, Arnavutluk için bu durumun tehlikeli olacağını ve Arnavutların da bu coğrafyadan silinebileceklerini söyleyerek Katoliklerin başında olan papazları iknâ etmeye çabalıyor ve onları da Türklerle birlikte hareket etmeye yöneltmek istiyordu.
Harp olan hızıyla çetin devam ediyor, Hasan Rıza Paşa Türk ordusunun bu gayretlerinin muzaffer bir sonucu olması için uğraşıyor: Bu kalede sâhip benim, ben sağ kaldıkça teslim olunmayacaktır, diyor ve yeni çareler arıyordu. Bu gâyeyle Katolik Arnavutları iknâya uğraşan Hasan Rıza Paşa, harbin bütün kuvvetiyle devam ettiği bir gün Katolik Papazı ile tenhâ ve dağlık bir yer olan Derviş Tepesi’nde toplantı yapmak için sözleşiyordu fakat bu toplantı iptal oluyordu. Sonrasında, toplantı için belirlenen yer Hasan Rıza Paşa’nın eviydi. Ancak, Hasan Rıza Paşa; her zamanki gibi askerleri denetlemeye çıkmış, onlarla hem dertleşmiş hem de çeşitli muhârebe hikâyeleriyle onlara moral vermiş ve bu sebeple evinde olan toplantıya geç kalmıştı. Hasan Rıza Paşa, toplantı için kendini bekleyen papazın Tiranlı Esat Paşa’nın evinde onu beklediğini öğrenince Esat Paşa’nın evine doğru yalnız başına dışarı çıkmıştı ki havanın karartısında kim oldukları daha sonra da bulunamayacak olan kişilerin tabanca ile üç el ateş edilmesiyle vurulmuş, hâince bir sûikasta uğramıştı. Yaralı olarak evinde hemen tedâvisine başlandı ancak ertesi gün kırk iki yaşında 30 Ocak 1913’te şehâdete ermişti. Yaralı halde yatarken kendisini görmeye gelen Esat Paşa’ya, bâzı subayların odanın önünde çatmasıyla hiddetli sesleri duyan Hasan Rıza Paşa’nın son sözlerinden biri: “Herkesin vazîfesi ordunun ve kalenin şeref ve namusunu düşünmektir. Benim şahsım konuşulamaz, ben ölürsem Allah’ıma kavuşacağım, kalırsam âlem arasında alnım açık gezeceğim…” (7) olmuştu. Kahraman komutan, yaralı haldeyken dahi milletini ve İşkodra’yı düşünmekteydi. Kaderin ne acı cilvesiydi ki, şehâdete erdiği gün İstanbul’da destansı müdâfaasından dolayı rütbesi albaylıktan generalliğe yükseltiliyor ancak bu terfîi kendisi öğrenemiyordu. Hasan Rıza Paşa şehâdetinin ardından, İşkodra komutanlığını Esat Paşa almıştı. Esat (Toptani) Paşa ise Tiranlıydı, Toptani âilesindendi. Askerî eğitim dâhil hiçbir eğitimi yoktu, Türkçeyi de az okuyup yazabiliyordu. Binâenaleyh zeki, kurnaz ve bölgede nüfuzlu olan Esat Paşa, II. Abdülhamid’in nüfuz sâhibi kişilere rütbe ve makam vererek Osmanlı’ya bağlı kalma siyâseti sebebiyle Arnavutluk’a hâkim olmak için general yapmıştı.
Esat Paşa’nın, komutanlık meziyetleri olmayan, askerlik dahi bilmeyen bir paşayken müdâfaanın başına geçmesi İşkodra ve Türk milleti için amansız bir talîhsizlik olduğu şüphesizdi. Fakat Hasan Rıza Paşa’nın kendisi gibi cesur yetiştirdiği subay ve askerleri, Esat Paşa’ya rağmen tüm gücüyle hâlâ müdâfaadaydı. Hatta bu sırada Rusya’nın nüfuz alanın genişlemesine engel olmak isteyen büyük devletler, Slav olan Sırplara ve Karadağlılara saldırılarını bırakmaları için ihtar çekmiş ve denizden askerî abluka oluşturmuşlardı. Bunun üzerine Sırplar saldırıdan vazgeçmiş, destek göremeyen Karadağlılarsa tükenmiş ve İşkodra’dan neredeyse ümitlerini kesmişlerdi. Ayrıca İşkodra’ya erzak ve mühimmat için de bir bölge açılmıştı. İşte ne menem bir vak’adır ki tam bu sırada Esat Paşa, İşkodra’nın teslimine karar vermişti. Hiç şüphesiz Hasan Rıza Paşa’nın sûikast sonucu şehâdetinin ardından gelen bu teslim hâli Esat Paşa’nın maksatlı ve gayrimillî olduğunu göstermekteydi. Nitekim harpten sonra da bâzı Arnavut asıllı subaylarla berâber o da Arnavutluk’ta kalmıştı. Mareşal Fevzi Çakmak da Esat Paşa için: “Asıl önemli husus, Osmanlı Hükûmeti’nin düşman taraf ile imzaladığı ateşkes ve büyük devletlerin Karadağ ve Arnavutluk kıyılarına abluka uyguladığı ve Sırpların kuşatmayı kaldırarak Adriyatik kıyısından, denizden ve karadan çekilmeye başladığı bir anda, İşkodra’nın teslim olması durumudur. Bu Esat Paşa’nın hıyânet ve entrikası değilse, en hafif tâbiriyle kötü idâresidir.” (8) diyordu. Ve maalesef dört yüz elli yıl kadar süren Türk egemenliği, 1920’den yedi yıl önce yine bir 23 Nisan günü, İşkodra’yı terk ediyordu. Neticede, Karadağlılar da daha yeni girmeye başladıkları İşkodra’da fazla kalamamıştı. Avrupa devletlerinin araya girmesi ve hiç şüphesiz Hasan Rıza Paşa’nın şanlı direnişi sâyesinde İşkodra, Arnavutlara kalmıştı.
İşkodra, harbin başladığı en batıdaki cephe ve Osmanlı’nın Balkan Harbi’ndeki en son kaybettiği vatan toprağı olmuştu. Türk Ordusu, İşkodra’yı, Kahraman Hasan Rıza Paşa komutanlığında 6,5 ay hiçbir destek almadan böylece müdâfaa etmişti. Bu şanlı müdâfaada Hasan Rıza Paşa’nın donanımlı ve cesur bir komutan olmasıyla birlikte subay ve askerlerine verdiği eğitim, gösterdiği merhamet hiç şüphesiz en önemli unsurdu. Fakat Hasan Rıza Paşa’nın bıraktığı yerden Türk sancağını İşkodra Kalesi’nde dalgalandıracak liyâkat ehli bir komutan daha olmamıştı. Ne vahimdir ki böyle bir komutan bulmak o dönem Osmanlı’sında da çok zordu. Olanlar da başka yangınlara başka cephelere yetişiyordu. İşkodra böyle mahzun ve mağrur bir şekilde terkedilmişti. Yine de Türk milletinin yüreği kudretli, Hasan Rıza Paşa ve askerlerinin başları dikti.
Nice kudret ve zaferleri bizlere miras bırakan ecdadımıza, selâm ve duâ ile…
Kaynakça
(1) Jerome ve Jean Tharaud, İşkodra’da Savaş, Yay. Haz. A. İtah Eroğlu, 1. Basım, İstanbul, 2013
(2) Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Yay. Haz. Cemal Kutay, İstanbul, 1980
(3) Gürman, Abdurrahman Nafiz-Kocaman, Keramettin; 1912-1913 Balkan Harbi’nde İşkodra
(4) Jerome ve Jean Tharaud, a.g.e
(5) Balkan Harbi, Garp Ordusu, Karadağ Cephesi; c. III, Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1984
(6) Jerome ve Jean Tharaud, a.g.e
(7) Gürman, Abdurrahman Nafiz-Kocaman, Keramettin, a.g.e
(8) Fevzi Çakmak, Garbi-Rumeli’nin Suret-i Ziyaı ve Balkan Harbi’nde Garp Cephesi, İstanbul, Harp Akademileri Basımevi, 1924
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.