“Merak etmediğim, ıstırap çekmediğim, arayış içinde olmadığım ve heyecan duymadığım gün; hayâtımın en zor günü sayılacaktır.” -Aytmatov-

Doğu’dan Batı’ya doğru akıp duran kavram ve kelimelerin medeniyeti ikmal ettiği uzun ve geniş bir zamânı, yekpâre bir anda durduracak olsanız ve ona bir isim vermeyi isteseniz bu hiç şüphesiz bozkırın bilge kalemi Cengiz Aytmatov olurdu. Evet, böyle bir iddia ile başlamaktan biz çekinmiyoruz ki bu sâdece kanaatimizin değil aynı zamanda inancımızın da bir ifâdesidir. Elbette bu yaklaşımı temellendirmenin en iyi yolu Aytmatov’u samîmî bir şekilde anlatmak olacaktır. Türk Dünyâsı’nın ve dahi dünya edebiyatının büyük yazarlarından olan Cengiz Aytmatov’la ilgili bugüne dek birçok ilmî ve sanat kaygılı çalışmalar yapıldı ve hâlen de yapılmaktadır. Bizim ise gâyemiz biraz daha Türk’ü Türk’e açıklamak üzerine olacak. Hazırsanız atlarımızı bağlayalım ve bozkırdaki yolculuğumuzun bundan sonrasını adımlarımızla sürdürelim.

Aytmatov’un izini sürmeye sülâlesinden başlamak yerinde olacaktır çünkü bu yalnızca kendisi için değil Kırgız an’anesi için de mühim. O’nun “Hakkımda Notlar” eserinde şu sözlerine rastlıyoruz: “Kırgızların yedi atasını bilmesi gerekir, bu atalarımıza olan borcumuzdur.” Cengiz Aytmatov, eski Kırgızların Altay’dan göç edip yerleştiği şehirlerden biri olan Talas’ın Şeker köyünde doğmuştur. Şeker, aynı zamanda onların boyudur ve bu boyun târihteki Kırgızların sol kanadını temsil eden Kıtaylar’a mensup olduğu bilinmektedir. “Ben Şeker boyundanım. Şeker, boyumuzu başlatan kişidir. Babam Törökul, onun babası Aytmat, onun babası ise Kimbildi, onun babası da Konçucok…” Cengiz Aytmatov’un babası Törökul Aytmatov’dan daha uzun bahsetmek bu yazının konusu olmasa da onun çağdaşları gibi Marksizm-Leninizm Enstitüsünde eğitim gördüğünü, Bolşeviklerle yan yana olduğunu ve Komünist Parti içinde de yüksek mevkilere geldiğini belirtmekte fayda var. Tabiî ona su katılmamış Sovyetçi demek acımasız bir yargı olur zîra Törökul Aytmatov, Kırgızistan’ın yetiştirdiği önemli politikacı ve aydınlardan biri olarak Türkistan’ın bağımsızlığını isteyen ilk yöneticilerdendi hatta Kırgız ve Kazak mütefekkirlerinden Pantürkizm’i benimsemiş olanlarla büyük Turan’ı kurma fikrini tartışmaktaydı. Onun dönemi îtibâriyle bu hassas konular Lenin’in idrak edebileceği hususlar değildi. Zâten aydınların ne demek istediğini de anlamamıştı. Sonra gelen Stalin ise merkezî yönetim için bütün gücünü seferber etti ve kendi totaliter sistemini kurmaya başladı. Bağımsızlık doğrultusunda henüz fikir yürütmeye ve harekete geçmeye başlayan ne kadar oluşum varsa hepsini lağvedip onları “halk düşmanı” gibi ağır bir suçlamayla karşı karşıya bıraktı. Stalin teröründen nasibini almayan tek bir bağımsızlık yanlısı aydın yoktu. İşte bunlardan biri olan Törökul Aytmatov, her ne kadar devletin yönetim kadrosunda bulunmuşsa da “halk düşmanı” (?) olmaktan kurtulamayacak ve on yıl hapis cezâsının ardından kurşuna dizilmek suretiyle îdam edilecekti. Mezarı elli yıl sonra ancak ortaya çıkarılabilen Törökul Aytmatov’un bir de hayat arkadaşı var: Nagima Aytmatov, Cengiz Aytmatov’un annesi. O, 19. yüzyılın ortalarında Türkistan’a yerleşen Müslüman Tatar bir âilenin kızıydı. Akrabalarının pek çoğu okuma yazma bilen ileri görüşlü kimselerdi. Nagima Aytmatov da iyi kalpli, iyi tahsil görmüş bir şahsiyettir. Mutlu başlayan hayâtı Törökul Aytmatov’un vefâlı eşi olarak daha mutlu devam etmiştir. Fakat kocasının vefâtıyla yaşam onun için zulüm, hüzün ve trajediye dönüşmüştür. Belki ona bir kutsiyet atfetmek gerekiyor çünkü onca baskı ve zorlamalara rağmen çocuklarını tek başına besleyip büyütmüştür. Bilhassa Cengiz Aytmatov’un eğitimi ve yetişmesinde onun rolü çok büyüktür. Kader ise ona, eşinin aklandığını ve oğlunun büyük bir yazar olduğunu dünya gözüyle göstermiş; böylelikle vermiştir mükâfatını.

Cengiz Aytmatov, çocukluğunu anlatırken her zaman şafağın ve alacakaranlığın çelişkisini metafor olarak kullanmıştır. Şafağı imgeleyen dönem; dâima sevgiyle hatırladığı, kardeşleriyle huzur içinde yaşadığı ilk çocukluk zamanlarıdır. Alacakaranlığıysa babasının “burjuva milliyetçisi” suçlamasıyla tutuklanması başlatmıştır. Aynı zamanda tüm âilesi de bu olayla birlikte “halk düşmanı” olarak fişlenmiştir. Bu dönem çocukluğuna, kısmen ilk gençliğine isâbet etse de ömrü boyunca izlerini taşımıştır Aytmatov’un benliğinde, 1950’lerin sonlarına doğru kazandığı parlak şöhrete rağmen dramatik hâfızası onu hiç yalnız bırakmamıştır. Babasının ölümünden sonra Cengiz Aytmatov’un ve âilesinin yılları fâsılasız bir aşağılanma ile geçmiş, hem kendisine hem de annesine bir iş kapısı bile çok görülmüştür. Yılların değil ayların hızla büyüttüğü Cengiz, en sonunda Şeker köyüne geri döndü ve orada muhtarlıkta kâtiplik, traktör ekibinde muhâsiplik, cephe postacılığı gibi çeşitli işlerde çalıştı. Elbette kendisi de bilemezdi daha on beş yaşındayken yaşadıklarının, şâhit olduklarının, başına gelenlerin günün birinde eserlerine kaynak teşkil edeceğini. “Savaşta şehit olanların âkıbeti siyah bir zarfa konulduğundan kara haber celbi taşıma görevi benim için âdeta bir işkenceydi. Bir yıl sonra işi bıraktım ve bu yüzden az daha mahkemeye veriliyordum. Traktörcülerle işe başladığımda savaş devam ediyordu. Bu arada hayat bana her gün yeni sayfalarını açıp gösteriyordu. O günlerde gözlemlediğim birçok şey; Yüz Yüze, Toprak Ana, Cemile, Selvi Boylum Al Yazmalım gibi eserlerime yansımıştır.” Savaşın getirdiği yıkım, hayâtın en zor ve en çetin şartları olarak tezâhür etmiştir ve genç Aytmatov, tüm bunları yakından müşâhede etmiştir. O yıllarda insânî ve ahlâkî değerleri, erdemleri sonsuza kadar yaşatacak gücün milletin kendisi olduğunu görmüştür. Kendisine bir ilham perisi gibi dokunan Manas’ı hemen o yıllarda okuması, Kırgız hayâtının tam içinde olmasıyla halkın mâneviyatını ve millî kültürünü temelinden keşfetmesi, kendini yetiştirme arzusunu kamçılamıştır. O, çocukluğunu çalan ve gençliğini mahveden iktidarla milletinin sözlü mîrasına yönelerek savaşmıştır; tabiî içindeki varoluş sancısıyla da savaşarak. “Pencereyi sonuna kadar açıyorum, içeri temiz hava giriyor. Parlamakta olan yarı karanlık mâvilikte kendi manzaramı çiziyorum. Onlar o kadar çok ki ben defalarca kez tekrar tekrar başladım. Ancak bütün manzarayı çizmek için henüz erken… Henüz ruhumun derinliklerinde belirli belirsiz çıkan sesin kaynağını bulamadım. Şafak öncesi sessizlikte sağa sola geziniyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, düşünüyorum. Henüz bitmemiş şeyler hakkında en yakın arkadaşlarımı bile haberdar etmek istemiyorum. Ancak bu sefer kurallarımı çiğneyip henüz bitirmediğim tablo hakkında konuşmak istiyorum insanlarla. Bu geçici bir arzu değil. Başka türlü davranamam, çünkü hissediyorum; tek başıma bunun üstesinden gelemem. Ruhumu harekete geçiren ve elime fırçayı aldıran târih o kadar büyük ki ben hepsini kucaklayamam. Bir çuval inciri berbat etmekten korkuyorum. Ben insanların bana öğütleriyle katkı sağlamasını, benimle birlikte olmalarını, benim için endîşelenmelerini istiyorum. Korkmayınız, daha yakınıma geliniz; ben bütün bu târihi anlatmak zorundayım.” Sancıların fitilini, babasının ölümüyle sembolleşen çocukluk ve ilk gençlik yıllarındaki ahval ve şerâit yakmıştı elbet ama o sancıları, sanatçı bir ruha doğru devriye edense aşk hissini tatması olmuştur. Aytmatov, ilk aşklarından fazla söz etmese de gençliğinde duyduğu o hissin en önemli şâhidi “Cemile” adlı eseridir. Cemile’deki Seyit ile yazar arasında sıkı bir benzerlik olduğu ortadadır. Cemile’nin sâdece bir aşk hikâyesi olmadığının, yazarın ustalığını ispatladığı mühim bir eser olduğunun da altını çizmeliyiz. O, artık geleceğiyle ilgili bir karar vermek zorundadır; Cengiz Aytmatov, ya en büyük kardeş olarak hasta annesine ve küçük kardeşlerine bakma sorumluluğunu taşıyıp aldığı eğitimden ötürü veteriner yâhut zooteknisyen olacak ya da başka deryâlara yelken açacaktı. Kalbi ise başka yollarda yürümek istemektedir, huzursuzdur; insanî borcunu yerine getirmeyi, bildiklerini ve gördüklerini insanlarla paylaşmayı istemektedir. Onu şevklendiren ise Komünist Partinin 20. kongresinde sunulan bildiriyle halk düşmanı îlân edilenlerin aklanmaları olmuştur ki tam bu devrede Aytmatov’un ilk edebî çalışmaları kültür sahnesine çıkmaktadır. Öyle ya da böyle o tercihini yapmıştı ve kendi deyimiyle mücâdele; bereketin ve toprağın tanrısı Satürn ile değil, güzelliğin ve sanatın hâmisi Apollon ile devam edecekti. Aytmatov yanılmamıştı çünkü daha önce kendisinin bile hayal edemeyeceği geniş ufuklar ve emsalsiz imkânlar önüne serilmeye başlanmıştı.

Zorlu çalışmalarla geçen yıllar sona ermiş; yazarı sözün zirvesine çıkaracak, önce topluma mâl edecek sonra da cihanşümullüğe götürecek yol başlamıştı. Cengiz Aytmatov, zaman ilerlemeden gerçek barut kokusunu almanın ve hayatta daha çok şey öğrenmenin gerektiğini düşünüyordu. Ona göre hem ölüm korkusu hem de kaybın acısı yaşanmalı, bir yandan da yaşamaya devam etmeliydi. Bu görüş ilk meyvesini “Yüz Yüze” eseriyle verdi. Askerî zorluk zamanlarının bir hikâyesi olan bu eser, Kırgız halkına dâir bir aşağılama gibi de görüldü bâzı çevrelerce ama Kırgızistan sanatının gümüş çağına delâlet etmesi gerçeğini değiştirmedi. Yukarıda kısaca değindiğimiz, Cengiz Aytmatov’un sanatının doğuşuna alâmet “Cemile” ise halkın an’anevî normlarına, Yüz Yüze’ye kıyasla daha çok meydan okuyordu. Küçük kardeşin ağabeyinin karısına olan aşkı, müspet bir imaj değildi yerel okurlara göre. Ama genç Seyit için nârin Cemile ideal bir kişilik, ideal bir aşktı. Zâten yazarın idealize ettiği durum da buydu; aşk olmadan mânevî yaratıcılık yoktu, şiir yoktu, müzik yoktu. Ve Aytmatov, aynasını hiç sansürlemeden tutuyordu etrafına; bilirsiniz Batılılar buna realizm diyor. Tabiî aynayı etrafıyla birlikte kendisine tuttuğu yansılar da yok değil. Cengiz Aytmatov, iktidarla ve onun ideolojisiyle başlarda ipuçları ve şifreli sembollerle sonraları da açıkça kavga etmeye girişmeden önce, Sovyet sisteminin mâkul ve ideal oluşuna inanıyordu. Hatta çok kez basit bir işçi, kolektif bir çiftçi, partili bir demiryolu çalışanı gibi konuşuyordu çünkü komünistlerin başarılarına(?) hayran olduğu bir dönem gerçekten vardı. İşte “İlk Öğretmen” böyle bir iklimin eseriydi. Bir yetimhânenin müzmin mâsumu Altınay, hocası Düyşön’ün çabaları ve özverisiyle iyi bir eğitim almış, başarılı bir akademisyen olmuştu. Düyşön tek bu yönüyle değil, tipik bir Kırgız Don Kişot’u gibi de çıkmıştı okurun karşısına; açlık duyduğu her zaman, köylülere sosyalizmin iddialı aydınlanma planlarını anlatıyordu. Özüne gelecek olursak Düyşön, Altınay’ın yalnızca ilk öğretmeni değil, ilk aşkıydı da aynı zamanda. Düyşön de birbirlerini sonsuza dek bulduklarına inanıyordu ama nihâyetinde bu, toplum koşullarının asla desteklemeyeceği mutsuz ve umutsuz bir aşkın öyküsüydü; terk edilmişliğin hikâyesi, unutulmuşluğun târihi gibiydi. Evet, Altınay yüzlerce yetimin kaderini yaşamayan, bahtı Düyşön tarafından kurtarılmış bir insandı lâkin kalbindeki acı ve hüzün bâkî kaldı. Okurların “Selvi Boylum Al Yazmalım” eserinden de âşinâ olduğu bir üslûpla Altınay, Taşkent İstasyonu’ndan trene bindikten sonra şöyle diyor Düyşön’e: “Elvedâ öğretmenim, elvedâ benim ilk okulum, elvedâ çocukluğum, elvedâ benim ilk ve hiç kimseye bahsedemediğim aşkım…”

Cengiz Aytmatov’un “Yüz Yüze, Cemile ve İlk Öğretmen” eserleri Moskova’nın en popüler dergilerinde yayımlanmış, bu eserlerin dâhil olduğu “Dağlar ve Bozkırlardan Masallar” isimli derleme Kırgızistan Türk edebiyatının mihengi durumuna gelmiştir. O, Kırgızistan’da o kadar çok sevildi ki onun eserleri hem âile içinde, hem arkadaş çevresinde, hem de tanıdıklar arasında daha çok okunmaya ve eserlerinden daha çok söz edilmeye başlandı. Aytmatov, her iki dili de ustalıkla kullanıyor, her ikisinde de güzel yazıyordu. Rus dilli bir yazar olarak bu dili okuyan ve bilen insanlara hitap ederken, Türk dilli bir yazar olarak da Türk soylu halkları temsil ediyordu. Kardeşi Roza Aytmatov, Cengiz Aytmatov’un başarısını şöyle anlatıyor: “Aytmatov, Lenin Ödülü’nü aldıktan sonra eve dönerken annem şiddetli bir ağrı nedeniyle hastâneye kaldırıldı. Herkes havaalanına onu karşılamaya gittiğinde, durumu ağır olduğu için ben annemin yanında kaldım. Havaalanından sonra hemen hastâneye geldi Aytmatov, annemin koğuşuna girdi. Yatağından zorla kalkan annem, başını onun omuzlarına yaslayarak ağlamaya başladı. Bu gözyaşları dağın derinliklerinden bir pırlanta gibi akan, temiz ve berrak su gibi mutluluk gözyaşlarıydı. Artık o uzun, korkulu ve uykusuz geceler yok olmuşçasına derin bir nefes aldı. Annem Aytmatov’un başarısını ve yükselişini, babam Törökul’un mânevî bir zaferi olarak görüyordu.” Cengiz Aytmatov’un edebî kişiliğini iyice belirginleştiren ve ne denli bir yeteneğe sâhip olduğunu gösteren eserleriyle bahsimize devam edelim. “Elveda Gülsarı” eseri, onun yazarlık biyografisinin oluşmasında yeni bir dönemeçtir. Bununla berâber siyâsî ve ideolojik hayal kırıklığının bir dışa vurumu şeklinde, belki de ilk kez Sovyet sistemine muârız olmuştur. O yüzden bu eser, Kırgız eleştirmenler arasında “Elvedâ Komünizm” olarak da anılır. İdeallerine inanan, onlara sıkı sıkıya bağlı Tanabay; hikâyenin sonunda öfkelenen, hiddetlenen ve diz çökmüş ağlar vaziyette her şeyini kaybeden bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Tanabay’a göre artık mücâdele etmek anlamsızdır, tutkuları gerçekleşmeyecektir. Çünkü önünde cansız yatan Gülsarı’nın o hâli, yaşama sevincini derinden etkilemiştir. Yolda ölen bu eşsiz ve emsalsiz at gibi kendi sonunun da böyle olacağıyla çok sert yüzleşmiştir Tanabay, bu kadar didinmemin anlamı neydi ve her şey birden nasıl yok oluverdi diye dövünmektedir. Artık kendi kaderi ve târihiyle hesap görmektedir. İdealler, inançlar, var olma çabası… “Senin işlerin neden düzgün gitmiyor biliyor musun Tanabay? Çok tez canlı, çok sabırsız oluşundan. Vallâhi ondan! Aynı anda hem havadakini kapmak hem yerdekini yakalayıp yutmak istiyorsun. Dünya çapındaki bir devrimin hemen gerçekleşmesini diliyorsun. Öyle bir çırpıda olmaz bu işler. Dünya devrimi şöyle dursun, sen bizim şu eski Aleksandrovka yokuşunu bile arabayla araba yolundan tırmanmaya tahammül edemiyorsun. Arabadan atlayıp iniyor ve arkanda seni kovalayan iri aç bir kurt varmış gibi başlıyorsun koşmaya. Ne yararı oluyor bu telâşın? Tepeye ilk varan sen olunca ödül mü veriyorlar? Yine orada oturup geriden gelenleri bekliyorsun. Şunu iyi bil dostum, dünya devrimini tek başına gerçekleştiremezsin; başkalarının da gelmesini, seninle berâber olmalarını beklemek zorundasın.” Cengiz Aytmatov’a göre 20. yüzyıl insanları, maddî ve mânevî yönden sorumlulukların artmasıyla bu sorumlulukların altında ezilmeye mahkûm olmuşlardır. 1917 Bolşevik İhtilâli’nin ne demokrasiyle ne de insan haklarıyla bir alâkası vardır. Bu ihtilâlle insan hayâtı hiçe sayılmış, kan ve baskıyla kurulan bir diktatörlüğün önü açılmıştır. İnsanî gelişme süreci ve ahlâkî değerler ortadan kalkmaya başlamıştır. Tüm bunlar sosyalizm namına olmuştur. Aytmatov, eserlerinde sistemin tam aksine insanlara eğiliyordu. Sıradan, oldukça basit sanılacak bir insanda dahi büyük ve güçlü bir kişilik görüyor; o insanın içindeki târihî derinlikleri, dramatik olayları, zaman kavramını ve yapısını çok iyi algılıyordu. Ve biz onun eserlerinde sürekli olarak çobanlarla, demir yolu işçileriyle, öğretmenlerle, üreticilerle yâni çağın bütün temsilcileriyle ve onların mücâdeleleriyle muhâtap oluruz. Diğer Sovyet yazarlarına baktığımızda ise bu karakterlerle ve bunların yaşadığı olaylarla yolumuzun oldukça az kesiştiğini görürüz.

İnsanlığı atmosfer gibi çepeçevre saran ahlâkî sorunlar ciddî anlamda endîşe vericiydi. Cengiz Aytmatov’un bu sorunlara kitabın ortasından daldığı “Beyaz Gemi” eseri, hem konusu hem de varoluşçuluk ekseni îtibâriyle farklı bir ses getirmiştir. Aytmatov, halk efsânelerine ve millî mitolojiye ilgili birisiydi. Beyaz Gemi’de de ebeveynleri tarafından unutulan, büyüklerin acımasızlığına ve zulmüne mâruz kalan, masal ve efsâneler dünyâsında yaşayan bir Kırgız çocuğunun hayâtı; masalsı ama bir o kadar da gerçekçi bir şekilde, estetik bir üslûpla anlatılıyordu. Cengiz Aytmatov, burada daha etkili bir biçimde ama yine birtakım semboller kullanarak bir yandan halkının yitip giden değerlerini, geleneklerini, yüzyıllık trajedilerini bahse açıyor; diğer yandan da komünizmin çabaları netîcesinde kendi kendini kopyalayan ve bir tür bürokratik mekanizmaya dönüşen toplum dramlarını ortaya koyuyordu. Yazar bu eserinde, ahlâkî çelişkiyi mitolojik masal çizgisiyle derinleştirip sonra bu soruna estetik ve radikal bir çözüm aramaya çalışmaktadır. “Ahırın yanındaki duvara asılı, başının yanında diz eklemlerinden kesilmiş dört bacağı olan ve bir ağaç görünümündeki geyik kafasını gören çocuk, bu manzaradan çok etkilendi ve bu manzara karşısında âdeta donakaldı…” Cengiz Aytmatov, Antik ve Orta Çağ dönemindeki insanoğlunun medeniyet, bilim ve teknik alanında çok ilerlemiş olmasına karşın ahlâkî ve entelektüel anlamda geri kaldığına inanıyordu. O’nun; hayâtının, sanatçılığının, kişiliğinin, deneyiminin, uzun zamânın gözlemleriyle ve düşünceleriyle harman olup ortaya çıktığı eseri “Gün Olur Asra Bedel”de bu ahlâkî ve entelektüel geri kalmışlığın bir ifâdesiydi. Beyaz Gemi’deki isimsiz çocuk özelinde anlatılanların teması burada “Mankurtizm” olacaktı. Eser, yayımlandığı 1980 yılından îtibâren okuyucuları Sovyet târihini ve siyâsetini yeniden gözden geçirmeye zorladı; Sovyet ideolojisine asıllı bir darbe vurdu. Aytmatov, “Mankurt” kelimesini Manas Destanı’ndan almıştır. Mankurt terimiyle târihî ve ahlâkî bilinçsizlikten, kültürel ve târihî nihilizmden, insan bilincinin kasıtlı olarak manipüle edilmesinden, halkların kültür ve mânevî mîraslarından, milletlerin dillerinden ve akrabalarından hatta derin ahlâksızlıklarının yanı sıra mâneviyattan yoksunluklarından bahsedilir. Mankurt kavramının alegorik olarak kullanılması, Cengiz Aytmatov’un konuşma özgürlüğünün kısıtlanmasına, ideolojik baskılara, sansüre ve siyâsî yasaklara gösterdiği bir tepkidir. Aytmatov’a göre toplum yaşamındaki en önemli kavram, insan ahlâkı ve millet bütünlüğüdür. Dolayısıyla târihî ve ahlâkî hâfızaya sâhip çıkmak elzemdir. Bu çerçevede yazar; duygularını, düşüncelerini, özlemlerini ve tutkularını küçük bir demir yolu istasyonundan dünyâya duyurmaktadır. “Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir; gider gelirdi… Bu yerlerde demir yolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, bu yerlerde de mesâfeler demir yoluna göre hesaplanırdı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir; gider gelirdi…” Yazımızın merkezkaç kuvveti Cengiz Aytmatov’un portresine doğru olduğu için bu bölümü uzun uzadıya ele alamıyoruz ama isteyen okurlar, gerek Mankurt’u daha iyi tanımak gerekse romanın tahlilini görmek için Yeni Ufuk Dergisi’nin 2017 Ocak sayısında yayımlanan “Asra Bedel Olan O Güne Bir Bakış Bir Görüş” adlı yazıya göz gezdirebilir.

Cengiz Aytmatov’un ününün artma hızıyla doğru orantılı esen, Sovyet Rusya’sındaki değişim rüzgârlarıydı. Glasnost ve Perestroyka politikalarının getirdiği ortam edebî eserleri de etkiliyordu ki o zamanlara dek horlanan ve neredeyse yasaklanan Tanrı’yla ilgili konular artık meşrû ve entelektüel bir moda hâline gelmişti. Aytmatov ise bu pencereyi “Dişi Kurdun Rüyâları” eseriyle açtı. Onun farkı her zamanki gibi duyuş ve tutuş biçimiydi ki bu biçimin cevherinde de elbette insan vardı. Yazar ilk romanlarındaki teknik boyutu ve hikâye kurgusunu kullanarak insanların parçalanmış olan dünyâlarını, dinlerini, duygularını bir araya getiriyor; târihin gizli ritmini hissedip daha geniş sanat tuvaliyle insan hayâtının anlamı, Tanrı inancı, mutluluk arayışı hakkında tam ve açık bir ifâdeyle konuşuyordu. Özgürlüğün neşeli hissi, estetik mubah olarak görülen cihanşümul kaos hissi ve aynı zamanda bu kaosu çözmek meselesi eserde alışılmadık ölçekte veriliyordu. Cengiz Aytmatov, hakîkaten de kozmik fikirlere ve endîşelere karşı saplantılı, büyük şeyleri kucaklamaya hevesli bir yazardı. Bu her ne kadar gürültüyü ve öfkeyi çağrıştırsa da o her zaman içinde ve dışında karşılaştığı tüm çelişki bağrıltılarını insanî sıfatta buluşturdu. Kendisi de Yaratıcı’ya tâbi olmaktan, Yaradan’ın ebedî hayâtı takdir etme düzenini kabul etmekten geri durmadı; böylelikle cihanşümul hüznün varlığına hiçbir zaman gerçekçilik yüklememiş oldu. “Ancak ciddi bir tehlike vardı, tehlikelerin en korkunç olanı da insanlardı. Onlar… kendilerini koyunların Tanrıları sanan insanlardı, aslında onlar koyunların köleleriydi; oralarda onlar yaşardı ve başkalarını yaşatmazdı, yaşamaya imkân vermezlerdi, yâni başkalarının hayatta kalması mümkün değildi, özellikle onlara bağımlı olmayan ve özgür olanların oralarda yaşaması tehlikeliydi…” Sovyetler dağılırken Lüksemburg’da büyükelçiydi Aytmatov, herkes gibi televizyon ve gazetelerden tâkip etti o da bu çöküş sürecini. Memleketi Kırgızistan, pek çok devletten önce davranmış; 31 Ağustos 1991 târihinde bağımsızlığını îlân etmişti. Genel olarak 1990’ların fırtınalı dönemlerinde yaratıcı niteliğinden herhangi bir şey kaybetmeyen Cengiz Aytmatov, yeni eserler vermeye ve olup bitenleri idrak etmeye çalışıyordu. Bu süreç elbette iz bırakmıştı, hem hayâtında hem de sanatında ama onun kaygısı; bir devlet yapısı oluşturulabilecek mi, ülke iktisâden yaşayabilecek mi, bir kargaşa ortamı oluşur da sefâlet bütün toplumu kuşatır mı gibi bir çeşit sanrılar üzerine yoğunlaşıyordu. Tabiî bu, onun Kırgızistan’ın bağımsızlığını kabul etmediği veya içten içe reddettiği anlamına gelmez. İnsanı bu denli önemseyen halkçı bir aydının olağan endîşeleri anlamına gelir. Zâten kısa zaman sonra Türkistan’ın bu yeni gerçekliğini kabullendi; bağımsız devletinin hakîkî bir vatanseveri oldu, milletiyle birlikte devletini gururla temsil etti ve ülkesini dâima tanıttı. Bu durum kendi ayakları üzerinde yeni yeni durmaya başlayan Kırgızistan için çok ama çok mühimdi. Sâdece Kırgızistan için de değil, Cengiz Aytmatov’un her birini kendi ülkesi saydığı diğer Türkistan devletleri için de önemliydi. Aytmatov, Türkistan’ın istikbâlinin iyi olacağına dâima inanmış bir yazardı.

Kendini gerçekleştirmek deyimi, bizim kültürümüzde ve millî birikimimizde ne anlam ifâde ediyor çok tartışılır ama en basit kitabî tanım bize ne anlatıyorsa bu deyim hakkında, işte Cengiz Aytmatov bu anlatının vücut bulmuş hâlidir; buna hem kişiliği ve sanatı hem de ahlâkı ve tecrübeleri delildir. Fakat ne olursa olsun, hangi merhaleye geçerse geçsin düşünmeyi durduramıyordu. Ömrünün son yıllarını kaplayan düşünceyi de genç millî devletinin gelişimi meselesi oluşturmaktaydı. Halkının telakkîsinde dipdiri bir “Manas” olan Aytmatov’un ya da o güzel yıldırım sesli Manasçı’nın dağları devriliyordu ama büyük bir depremle değil, sâkince. Son eseri “Dağlar Devrildiğinde” bâzı îmâlar ve uğursuz sezgiler taşıyordu; diğer eserlerindeki trajik mâhiyetteki dünya algısına ne kadar alışık olsak da bundaki hüznün derinliği, çâresizliğin dipsizliği bambaşkaydı. Devrilen dağlar kıyâmete dâir bir ihbarcı gibiydi âdeta. Anlaşılıyor ki bu aslında, hayâta vedâ romanıdır; aynı zamanda tüm yaşanmışlığın muhâsebesidir. Cengiz Aytmatov, 10 Haziran 2008 târihinde sessizce bir göç sarıp gitti. Bişkek’te, aralarında babasının da bulunduğu Stalin döneminde katledilen aydınların ebedî istirâhatgâhı olan Ata Beyit’te huzura çekildi. “Ve boş bir arâzide binicisi olmayan gri bir at koşar…”

Cengiz Aytmatov’un yaşayan bir “Manas” olduğundan yukarıda bahsetmiştik. Bu denemeyi tamamlamadan önce yazarın Manas Destanı ve Türk Dünyâsı ile olan ilişkisinden de söz açmak isâbetli olacaktır. Muazzam bir sanat ruhuyla anlatılan Manas, bütün o büyüleyici kahramanlıkları ve insanî dramlarıyla sâdece dünyâca ünlü bir kültür âbidesi değil, aynı anda canlı ve güncel bir eserdir. Kırgızlar nezdinde; bünyesindeki özel kodlarla, anlam derinliğiyle, hayran bırakıcı içeriğiyle bir peygamber sözü gibidir. Bağımsız millî devletin ilk yıllarında tüm Kırgızistanlıların millî ve siyâsî bir çatı altında toplanması meselesi ortaya atıldığında, ülkenin ideolojik inşâsının kadim destanın fikirlerine göre yapılması gereği iyiden iyiye anlaşılıyordu. Çünkü Kırgız halkının hayâtının her bir dönüm noktasında; hem iyi günde hem de kötü günde mânen destek saçan tek unsur Manas Destanı olmuştur. Manas’ı herkesten önce tefekkür eden Cengiz Aytmatov sâyesinde destanın; bilge kelâmı, târihî yolun ve kaderin kodları, millî sırların korunakları, milletin bekâsına yönelik mânâ dizgesi anlaşılmıştır. Aytmatov’a göre Manas Destanı millî bir ülküdür ve bundan dolayı Manas’ın mîrasçıları hep var olmalıdırlar. Bu destan tabiî yalnızca Kırgızistan Türklüğünü değil, tüm dünya Türklerine de sirâyet ediyordu; bilhassa Türkistan coğrafyasındaki bütün Türk soylu halklara. Cengiz Aytmatov’un son demlerinde, düşünme âleminin Kırgızistan’ın gelişimi üzerine kurulduğunu söylemiştik. Aslında onu, Sovyet sonrası durumda bütün Türklük sorunları ilgilendirmekteydi. Zîra Cengiz Aytmatov’a hep bildik ve tanıdıktı; Türklerin mânevî birliği, üç kıtaya yayılmış kültürel sınırları. Kazakistan’ın da Türkiye’nin de meseleleri eş değer bir alâkaydı onun için. Türkiye’nin ise ayrı bir yeri vardı kalbinde. Doğu ve Batı arasında oluşmuş olan kültürel ve politik bir manzara olarak tanımladığı Türkiye’yi hayranlıkla seyrederdi, Atatürk’ün ülkesinde Türkistan ülkelerinin tâkip edebileceği yolun izlerini görürdü. Türkiye onun için, beğendiği Avrupa’yla mensûbu olduğu Müslüman Doğu’nun buluşma noktasıydı. Ankara ve İstanbul’a yaptığı her ziyâret, Aytmatov’un mânevî bir bayramı ve binlerce hayranıyla kucaklaşması demekti. Bu ulvî tatmin hâlindeyken de o, büyük Türk milletinin; Yusuf Balasagun, Kaşgarlı Mahmut, Yunus Emre, Hoca Ahmet Yesevî, Ali Şîr Nevaî ve Nesîmî gibi mâneviyat ve fikriyat devlerinin omzunda durduğunun bilincindeydi. Cengiz Aytmatov’a göre neo-emperyal hırsların hortladığı, köktendinci ekstremizmin ve terörürün üstesinden gelinemediği, yeni jeopolitik akımların huzuru ve istikrarı arattığı bir dünyâda Türklük birliği; hem Türk milleti hem de diğer milletler için kilit bir rol oynayabilir. Türk halklarının hiç değilse kültürel ve iktisâdî açıdan bütünleşmesini çok değerli gören Aytmatov’un bu mülâhazalara katkısı çok büyüktür. O, bütün büyük proje ve kültürel etkinliklerin değişmez katılımcısı ve arzulanan konuğuydu. TÜRKSOY, TİKA, TÜRKPA gibi pek çok uluslararası kuruluşun, onun konuşmalarından ilham alınarak var edildiğini söylesek yanılmış olmayız. Bu büyük yüzyılın olağanüstü bilgelik ve samîmiyetle kuşatılmış insanının; ideolojik dayatmalar ve politik doktrinler üzerinden mânevî ve ahlâkî ilkelere giden acı dolu yolunu, onun arayışını ve hayat için inkâr edilemez sevgisini, ruhunun büyüklüğünü ve sağlamlığı kadar millî temele dayanan eserlerini sizlerle buluşturmaya gayret ettim. Gitmesek de biliriz ki Kırgızistan’ın kendine has millî sembolleri sayılabilecek; Issık Göl, Sarıçelek Gölü, Tanrı Dağları, Alay Dağları, Süleyman Dağı gibi çok güzel yerleri vardır. O hâlde selâm olsun… Anadolu’daki yüce engin Hasan Dağı’ndan kadim Türkistan’daki mukaddes Süleyman Dağı’na!

“Tan yeri ağarırken, güneş doğmadan ve dünya uykudayken bile her şeyden haberdar ve her şeyi gören, her yerde hazır ve nâzır olan Yüce Allah’ım! Sana canı gönülden yalvarıyorum. Evvelâ sana muhtaç olmadan senin huzuruna gelmediğim için, şimdi de gelip böyle yakardığım için bağışla beni. Ben bu dünyâda yaşadıkça yalnızca sana duâcıyım. Büyük Allah’ım sen adâlet sâhibi, esirgeyen, bağışlayan ve affedensin; bu sebeple senden af diliyorum. Ben, senden dünya nîmetlerinin çoğaltılmasını veya ömrümün uzatılmasını dilemiyorum. İnsan ruhunun kurtuluşu yalnızca senin hükmüne bağlıdır. Bizi görmezden gelme! Dünyânın kötülüklerinden aklanmayı ve arınmayı bana nasip eyle! Ey Allah’ım! İnsanlığın gözünü kapatan karanlık perdeyi aç. Kendi nefsim için bir arzum, takdir ettiğin her şeyi kabul etmekten başka çârem ve sonsuzluk âlemine elbet bir gün, mutlaka gideceğimden şüphem yoktur. Her şeye kadîr ve bütün varlıkların yaratıcısı Yüce Allah’ım! Bizim kaderimizi de sen takdir edersin. Yalnızca sana duâ eder, yalnızca sana sığınarak yalvarırım ki beni kibirden arınmış olarak hâlis düşüncelerle huzuruna çıkar. Sana olan sevgi ifâdelerim dışında bir kul olarak başka bir şey dileyemem. Bu duygularla duâlarımın kabulünü diliyorum. Âmin!”
–Aytmatov’un Duâsı-

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.