Dündar Taşer, Türk milliyetçiliğinin sâdece siyâsî hareketinin değil umûmî fikir dünyâmızın en ehemmiyetli ve müessir isimlerinden biridir. Dündar Ağa Türk-İslâm ülküsünün örnek bir şahsiyeti olmasının yanında milletinin engin ve hâlis kültürü ile mücehhez, insan sevgisiyle dopdolu “elif” duruşuyla vakar sâhibi, “vav” edebi ile tevâzu sâhibi ve deryâlar kadar kültürüyle bilge bir dâvâ adamıydı. Bütün ömrünü ve varlığını Türk milletinin inkişâfına adamış olan, mülâhazalarında ve önerilerinde Türk milletine en muvâfık fikirleri izhar eden ve bu özelliği ile bütün meselelerde çözümü Türk milletinin bağrındaki kutlu özde bulan bir dâvâ adamı olarak Dündar Taşer; hareketin istikâmeti ve muhtevâsını “Türk’e zarar vermeyene müsâmaha, Türk’e fayda vereni himâyedir.” olarak ihdas etmiştir.
Ülkü devi, dâvâ adamı ve gönül eri Dündar Taşer, 15 Mayıs 1925’te Gaziantep’te doğdu. Türkmen Ağası köklü ve Türk geleneklerini muhâfaza eden bir âileye mensuptu. Derin bir Türk terbiyesi almış, çocukluk ve okul yıllarını burada geçirmişti. Âilesinin desteği ve kendi gayretleri ile Kara Harp Okuluna girmiş, bu okulun tank sınıfından Teğmen olarak mezun olup ordu saflarına katılmıştı. Bilâhare târihlerde kurmay subay imtihânını başarı ile vererek kurmay olmuştu. Ordu saflarında fevkalâde başarı ile hizmet vererek Kurmay Tank Binbaşılığına kadar yükselmişti. Gençlik yıllarından beri milliyetçi ruha ve aksiyona sâhipti. 3 Mayıs 1944 Olaylarında Türk milliyetçilerine karşı düzenlenen “Haçlı Seferi’nde” Atsız, Başbuğ ve arkadaşlarının tabutluklarda, hücrelerde işkencelerden geçirilip zindanlara atıldığı tek parti döneminde tazyiklere ve zulümlere karşı çıktığı için Harp Okulu’nda okuyan birçok genç Türkçü gibi soruşturmaya mâruz kalan kişilerden biri olmuştu. Dündar Taşer adını, Türkiye ilk defa 27 Mayıs hareketiyle duydu ve o günden sonra silinmemek üzere hâfızalara ve gönüllere nakşoldu. 27 Mayıs Darbesi’nden vefâtına kadar fikir birliği, kader birliği ve gönül birliği yaptığı Alparslan Türkeş’le birlikte MBK’ya dâhil olmuştu. Bu darbeye katılmasının sebebi ise; ülkenin içinde bulunduğu bunalım ve kaçınılmaz bir şekilde geliyorum sinyalleri veren askerî bir darbede ülke yönetimini CHP yanlısı İnönü taraftarı güçlere ve zihniyete yönetimi bırakmamak, Türkeş’le berâber ihtilal komitesinin içinde yer alarak CHP yanlısı güçlerin, iktidar oyunlarını bozmak olarak MBK içerisinde yer alma sâiklerini ifâde etmişti. İhtilâlciler otuz sekiz kişiden teşekküldü. Darbe akabinde otuz sekiz kişinin teşkil ettiği “Millî Birlik Komitesi (MBK)” ülkeyi yönetmeye başladı. İlk başta halk nazarında oldukça tedirgin edici bir hava oluştu ve yediden yetmişe insanlarda endişeli bir efkâr hissediliyordu. Komite oluşumundan kısa bir süre sonra darbeciler arasında bir müşterek fikir ve tesânüt olmadığı tebellür etti. Bir grup: “Hemen seçim yapalım, idâreyi İsmet İnönü’ye tevdi edelim.” diğer grup da “Seçmenin büyük çoğunluğunu temsil eden Demokrat Parti kapatıldı. Demokrasinin gereği olarak parti oluşturmaları için bu kesime zaman tanıyalım. Hemen seçime gitmek CHP’ye yönetimi hediye etmek olacak. TSK bir partinin değil, milletin ordusudur. Devletin müzmin hâle gelen sosyal meselelerini ilim ve medeniyet ışığında çözümler tahakkuk ettirerek bir partiler üstü bir politika sergileyip bir süre seçimi ertelemeliyiz.” minvalinde söylemleri ifâde edince iki kutuplu bir komite hâsıl oldu. 13 Kasım 1960’da tartışmalar netîcesinde 23’ler ve 14’ler arasındaki gidip gelen mücâdelenin gâlibi 23’ler olunca bir “iç darbe” ile milliyetçi-radikal diye tavsif edilen ve aralarında Dündar Taşer’in de bulunduğu grup yurt dışına “müşâvir” sıfatı adı altında sürgün edildiler. 13 Kasım hâdisesi onu çok üzdü ve bu hâdiseyi hayâtı boyunca hoş görmedi. Sürgün yıllarını Fas’ta ve İsviçre’de geçirdi. Taşer, iki yıl süren sürgün hayâtından sonra yurda dönüşlerin serbest bırakılmasıyla 1963 yılında, çok sevdiği vatanına ve toprağına kavuşacaktı. Onun gerçek kıymeti, yurda döndükten sonra yer alacağı faâliyetlerde çok çabuk fark edilecekti. 1965 yılında Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Ahmet Er, Numan Esin, Rıfat Baykal gibi darbede yer alan ve birlikte sürgüne gittikleri kader arkadaşlarıyla CKMP’de siyâsî hayâta girdi. CKMP’nin 30-31 Temmuz 1965 târihlerinde yapılan kurultayında, partinin GİK üyeliğine seçildi. 1967 Kurultayı’ndan sonra Genel Başkan Yardımcılığı görevine getirildi.
1966 yılında başlayıp 1971 yılına kadar devam eden Marksist gençlik hareketleri en kesif dönemini 1968 yılında yaşamıştı. Bu olaylar dünya üzerindeki birçok ülkede ciddî bir siyâsî ve içtimâî kargaşa başlatmıştı. Bu hareketlilik Küba’dan Vietnam’a, Güney Amerika’dan Fransa’ya, Almanya’ya ve Orta Doğu’ya kadar dünyânın dört bir yanına intişar etmiş ve eş zamanlı bir şekilde başlayıp; devrimci yapısıyla tüm dünya gençliğinin zihinlerine etki eden bu 68 Hareketi, gençler için etkilenilen değerlerin ortaya konulduğu bir dönem olmuştu. Özellikle de 1968 yılı, dünyânın sarsıldığı yıl olarak kayıtlara geçmişti. 68 kuşağı tüm dünyâda olduğu gibi Türkiye’de de gençlik hareketine bir dinamizm kazandırdı. Türkiye’de “Marksist-Komünist” bir yönetim kurmayı amaçlayan sol hareketler, 60’lı yıllara kadar yasal nedenlerle yer altında, gizli yöntemlerle ve dar bir gruba dayalı olarak yürütüldü.1965 yılında Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ile başlayıp 1969’da Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) ile ivme kazanan Türkiye’deki öğrenci-gençlik hareketleri, 1970’lere gelindiğinde birçok sorunu körükleyen bir teşekkül hâlini aldı. Bu ideolojinin yandaşları 1961 Anayasası’nın sağladığı ortamda, bir yandan TİP çatısı altında siyâsî alanda örgütlenip TBMM’ye girerken diğer yandan Yön dergisi başta olmak üzere basında, üniversitelerde, gençlik çevrelerinde, DİSK üzerinden işçiler arasında yoğun bir kampanya başlattılar. Bilhassa münevverler arasında popüler olan Marksist-Maoist sol akımlar ülkemizi de geniş ölçüde tesîri altına aldı. Yasalarımızdaki derin boşluklar nedeniyle üniversiteler solcu örgütlenmelerin serbestçe yapıldığı çalışma alanlarına dönüştürüldü. Dönemin iktidarının basîretsizliği ve aymazlığı kısa sürede bu çalışmaları doğrudan anayasal düzeni ve rejimi hedef alan tehdit konumuna getirdi. Türk milletinin millî refleksi olan Türk milliyetçileri tabiî ki sessiz kalmadı. Dündar Taşer, Başbuğ’un da bulunduğu bir parti toplantısında ülkede yaşanan durumla ilgili: “Mutlak mânâ da millî, mânevî, İslâmî değerlere bağlı gençliği ülkü ve fikirler etrafında toplayacak aksiyoner bir hareketi oluşturmak zorundayız.” diyordu. Dündar Taşer’in partili hüviyetini bir kenara bırakarak Türk milliyetçisi gençleri bir Anadolu kilimi gibi zarif bir insicam ile dokumaya koyulduğu; öncülüğünü ve önderliğini yaptığı 29 Şubat 1968’de merkezi Yozgat olan “Genç Ülkücüler Teşkîlatı” ve aynı yıl Ankara’da üniversitelerde “Ülkü Ocakları” kuruldu. Bilâhare târihlerde “KÜBİTEM ve Ülkücü Gençlik Eğitim Kampları” ince bir zekânın tezâhürü olarak ihdas edildi. Türkiye’nin yeni ufukları olarak gördüğü milliyetçi, ülkücü gençliğin faâliyetlerinde bir kutup yıldızı gibi yollarını aydınlatıyor ve onlara yön gösteriyordu. Zaman içerisinde hâsıl olan problemler ve zorluklar karşısında ise meselelerin nasıl çözüme kavuşacağını, bir taktisyen gibi öğretiyordu. Çoğu zaman gençlerle vakit geçirir, onları kendi öz evlâdından ayırt etmez, üzerlerine titrer ve her meseleleriyle baba şefkatiyle ilgilenirdi. Tespit ettiği içtimâî, sosyolojik ve ilmî hastalıkların sebepleri ve kaynaklarını derin târih şuuru vâsıtasıyla tahlil edip gerçekçi bir yaklaşımlarla çözümler sunuyordu. Bu meselelerin çözümün de ancak ülkücü gençlerin millî ve mânevî değerlere hâiz tam salâhiyetli yetişmesi ile mümkün olacağına inanırdı. Topluma güven veren gençler yetiştirilirse kompleksli aydınlar yerine milletle arasında kopukluk olmayan; fikirleri ve amelleri, milletin değerleriyle örtüşen kalem sâhipleri filizlenip bu miskinlik ve yıkıcı cereyandan kurtarılabileceğini düşünürdü. Bu teşkîlatlanma vetîresi ve muhtevâsı bakımından dâima bana Yesevî Dergâhı’nda yetişen Horasan Erenlerini ve Alperenlerini anımsatır. Ahmed Yesevî hakkında Yahya Kemal, Fuad Köprülü’ye diyor ki: “Şu Ahmed Yesevî kim? Bir araştırın, göreceksiniz bizim milliyetimizin temellerini asıl onda bulacaksınız.” Hakikaten de tetkik edildiğinde Hoca Ahmed Yesevî’nin, şöhretli bir Türk İslâm mutasavvıfı olmanın yanı sıra bilhassa Türk yurtları arasında İslâm’ın neşv-ü nemâsında çok büyük katkı sâhibi bir zât olduğu gözlemlenir. Keza Anadolu, Rumeli, Türkistan, Orta Doğu ve Deşt-i Kıpçak coğrafyasının İslâmî uyanışında Pîr-i Türkistan’ın dergâhında yetişen Alperen ve o silsilenin tâkipçilerinin çok kıymetli bir hissesi olduğu müşâhede edilir. Osmanlı Devleti’nin mânevî kurucuları olan Şeyh Edebâli, Hacı Bektâş Velî, Geyikli Baba; Ahmed Yesevî’nin tâkipçileridir. Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği Hacı Bektâş Velî, Osmanlı ordusunun bel kemiği olan yeniçeriliğin pîriydi. Yine, Ahmed Yesevî’nin Hacı Bektâş’a yardımcı olarak gönderdiği Sarı Saltuk, Balkanlarda Müslümanlığı kökleştiren kişidir. Bursa’nın fethini hazırlayan Geyikli Baba, bir başka Yesevî tâkipçisiydi. Yesevî öğrencileri, cihanda Türk-İslâm medeniyetinin hâkim kılınması misyonunda gerektiği zaman savaşçı dervişler olmuşlar; “Alperen” adını almışlar, şecâatleriyle nam salmışlardır. Gerektiği zaman da ticârete ahlâk ve disiplin getiren ahlâk bahadırları olmuşlar, “Ahî” adını almışlardır. Kadınların aydınlanması yolunda uğraşmışlar “Bâcıyân” olmuşlardır. Boş ve ilgisiz arâzileri canlandırmak işini üstlenmişler, yolların güvenliğini sağlamışlardır. Gönüllerde inanç, zihinlere bilgi ışığını saçan aydınlatıcılar olmuşlardır. Türk târihinin şâhikası, Osmanlı’nın dört temel taşıyıcı kolonu olan “Gâziler, Ahîler, Bacılar ve Abdallar” olarak görevlerini îfa etmişlerdir. Bu temadan mülhem tasarlanan ülkücü kuruluşlar, Türk-İslâm medeniyetinin azâmetini tüm kıtalara ve gönüllere işleyecek “Alperenleri” yetiştirme fikrinin kuvveden fiil hâlini alan Ülkü Ocakları, KÜBİTEM ve Gençlik Kamplarını teşekkül edecekti. Bu oluşumlar ve fikriyat, Dündar Taşer’in mütemâdiyen üzerinde durduğu “İslâm ahlâk ve fazileti”, “Türklük gururu ve târih şuuru”, “İlâ-yı kelimetullah için nîzam-ı âlem” konularına ne kadar hâkim olduğunun ispatıdır. O “kökleri mâzide olan âti” gençliğin yâni “Alperenlerin” tecessümü için; millî şuur sâhibi, millî değerlerini özümseyen, milletimize yararlı olma ideâline hâiz gençliğin mayasını bir sanatçı hassasiyetliyle yoğurmuştu.
Dündar Taşer, yaşadığı dönemin gündemini de târih üzerinden okur. Gerek içte gerekse dışta kuvvetli olmanın tek şartı olarak milletçe birliğin temîninin sağlanmasını savunur. Fikri ve îmânı güçlü bir zeminin, yarınların tesisinde sarsılmaz bir bünye teşkil edeceğini ifâde ederdi. Bunun en güzel örneklerinin de târihte olduğunu söyler, fikirlerini ve faâliyetlerini târih anlayışına göre şekillendirirdi. Bunun en belirgin misallerinden biri de Yesevî Dergâhı teşbihi olsa gerek. Bir yazısında: “Ülkücüler ipeğe sarılmış bir çeliktir.” diyerek ülkücü gençleri târif ediyor ve şöyle diyordu: “Eğer gençliğe gerekli ihtimam gösterilmezse kalkınma savaşı kazanılsa bile milletin âkıbeti tehlikede olabilir. Türk târihi binlerce senelik geçmişi içinde, zaferleri kadar buhranlar atlatmış ve bütün bunlardan sıyrılarak yeniden cihan devletleri kurabilmiş ise bunun tek dayanağı cemiyet nîzamındaki sert, kararlı hayâtiyet dolu cevheridir. Büyüğünü küçüğünü bilmek düstûru, Türk’ü asırların derinliğinden bugüne getiren temel unsurdur. Türk cemiyeti particilikten, hürriyet şiirleri taklit etmekten evvel de bir cemiyetti. Batı’da olana özenme yüzünden, bizde bulunanı idrak etmez oluşumuz, yüz elli yıllık mücâdelemizin boşa gitmesine sebep olmuştur.”
Ülkücü gençliğin sâhip olması gereken hasletleri şöyle derpiş ettiriyordu: “Büyüklerine karşı mutlak saygılıdırlar, saygıları zillet değildir. Kanaatleri sağlam, îmanları bütün, fikirleri berraktır. Serttirler ama odun gibi değil elmas gibi pırıl pırıl.”
Dündar Taşer’in mefkûre adamlığını onu en yakından tanıyan isimlerden Erol Güngör oldukça veciz bir şekilde îzah eder: “Taşer, gençlere iki şey öğretti: Birincisi Türk târihinin yeni bir yorumu, ikincisi bu târih içinde çağdaş Türk gençliğinin yeri ve vazîfesi. Başarısının fikrî bakımdan işte bu noktada yatar. Onun getirdiği yorum şimdiye kadar milliyetçilikte ihtilaf konusu olan bütün noktaları bertaraf etmiş, herkesi birleştirmiştir. Fikirlerinin yanında şahsiyetine âit vasıfları hesâba katmazsak onun başarısını yine açıklayamayız. Kendisini görme imkânı bulamayan gençler, işte bu yüzden onun yaptığı işi kolaylıkla anlayamayacaklardır.”
Milliyetçi câmia ve bilhassa gençler için bu kadar kıymetli olmasında şüphesiz bütün menfî ahvâle rağmen bir umut penceresi olması ve bugünlerin yarınki ideallerin bir doğum sancısı olarak tavsif etmesidir. Hatta şu cümlesi mezkûr ifâdeyi oldukça müşahhas hâle getirir: “Türk’ün cezri Sakarya’da bitmiştir. Yeni bir med devrine girme çabasındayız. Bu med olacak ve Türk milleti eski azâmetine kavuşacaktır. Bunun sancıları ve ızdırapları içerisindeyiz.”
Onu okurken veya hakkındaki hâtıratları dinlerken kendimizi “yirminci asır Alpereni” ile tevâfuk ettiğimizi mütâlaa etmek çok da uçuk bir düşünce değildir. Nitekim eşinden edindiğimiz bilgiler ışığında onun vatan anlayışı bu söylemimize emâre olabilecek mâhiyettedir: “Dünyâda Türk’ün bulunduğu her toprak parçası Dündar için vatandı. Kerkük’ü, Tebriz’i, Üsküp’ü, Bahçesaray’ı en az Gaziantep kadar sevdiğine eminim.”
Onu dinleyenler ve okuyanlar bir başka âleme gidiyor, Devlet-i Aliyye’nin haşmeti ve azâmeti arasında kaybolup bu ihtişâmı düşlerken hayal âlemlerine dalıp târihin temâyüz eden sayfalarına intikal ediyordu. “Bir cihan devletinin kalıntısı üstünde cihan hâkimlerinin evlâtları olarak oturuyoruz.” ve “Ne geri kalmış milletlerin birisi ne de Kurtuluş Savaşı yapan kavimlerin birincisiyiz. İstiklâlini, son elli yıl içinde almış on dokuz ülkenin efendisiydik.” sözleri de eşinin söylemini tasdikler niteliktedir.
Muhtelif yerlerde yaptığı sohbetlerinde hitâbeti ve müktesebâtı ile dinleyenlerin ruhlarını, semânın sonsuzluğuna ve atalarımızın mukîm olduğu bozkırdaki çevik atların eyeri üzerine ulaştırıyor, serin bir sessizlikle setrelenmiş ve ılık bir bulutla çarpışmayı bekleyen tecessüsü besliyor; çatlamış topraklar gibi kurak zihinlere hayat, huzursuz ruhlara inşirah, sevgisiz kalplere sevgi, geçimsiz huylara hilm, vehimlerini hakikat zannedenlere huzur, su-i zanna esir olmuşlara güven, çâresiz âşıklara devâ olan cümleleri ardınca gelen düşündürdükleri ile millî ve mânevî fikir aşısının tesiri istifâde edenlerde mâkes buluyordu. Yönsüz ve istikâmetten sapmış bir kimsenin onun birkaç kelimesine tesâdüf etmesi bile hayat pusulasını mahrekine oturtmasına vesîle oluyordu. Onun bu mümtaz şahsiyeti ile tevâfuk etmenin kıymeti belki de mübalağa ettiğim şu cümle ile târif edilebilir :”Onun bir sözünü işitebilmek, bir mimiğini müşâhede etmek, bir heyecanına iştirak etmek mâzimizde yatan şanlı sicilimizi mücellâ bir aynada aks-i misâlini görebilmektir. Her kelâmında bir hakikati dile getirir, hakikate râm olanlar ve taklitçiler mücâdelesinin süreci ve serencamını Türk’e göre tahlil ederdi. Dinleyenlere, hakikatin zarâfetini göbek bağı dışarıda olan Batıcı anlayışa rağmen tüm sarâhatiyle soluksuz terennüm ederdi.”
Dündar Taşer’in bu duygu ve düşüncelerine hayranlık duyan münzevî ve mütecessis fikir işçisi Cemil Meriç’in tespitini aktarmam gâyet yerinde olacaktır: “Ne ikbal sarhoş etmiş Taşer’i ne bozgun yeise düşürmüş. Feleğin “germ-ü serd”ine vâkur bir tebessümle bakmasını bilen yalçın bir irâde. Bu yiğit mücâhidin de Koçi Bey, Sarı Mehmet Paşa ve Cevdet Paşa gibi tek kaygusu var: Devlet-i ebed Müddet’in devlet-i ebed müddet olması.”
Dündar Taşer’in mühim özelliklerinden biri de vakit buldukça İstanbul’da Marmara Kırâathânesi’nde ve Ankara’da Bulvar Palas Oteli’nin lobisinde edebiyatçı, târihçi, akademisyen, öğrenci ve siyâsetçi grupları gibi her tondan kişileri temerküz ettiği ilgi çekici sohbetleriydi. Taşer İstanbul’a geldiğinde Marmara’ya uğramadan Ankara’ya avdet etmezdi. Nevzat Kösoğlu, Taşer’in Marmara’ya geldiğinde oluşan atmosferi şöyle anlatır: “İstanbul’a geldiğinde Marmara Kırâathânesi’nin çehresi değişirdi. En yakınında Erol Güngör ve Ziya Nur Aksun olmak üzere herkes masanın etrafında halelenirdi. Zaman zaman ona konferanslar verdirilirdi. Onu ilk defa dinleyenler, yerleşmiş hükümlerinin târihe ve günlük olaylara bakışlarının derinden sarsıldığını hisseder, şaşırırlardı.”
Dündar Taşer, 13 Haziran 1972 gecesi ebedî âleme ve gönlümüze göç etti. Geri manevra yapan ekmek kamyonunun çarpmasıyla ağır bir şekilde yaralandıktan sonra kaldırıldığı Numune Hastanesi’nde bütün çabalara rağmen kurtarılamamıştı. Cenâzesi 15 Haziran 1972 Perşembe günü Hacı Bayram Câmisi’nden kaldırıldı. Ülkenin dört bir yanından akın akın gelen “Alperenlerin” iştirakiyle, hicran dolu tekbirlerle Karşıyaka Mezarlığı’ndaki ebedî istirahâtgâhına defnedildi.
Alparslan Türkeş; aziz dostu, kader arkadaşı, Milliyetçi Hareket’in şerefli mücâdelesinde büyük emek vermiş lider ve bilge şahsiyet olan büyük ülkücünün ardından şu konuşmayı yapmıştır:
“Bayrağı göndere birlikte çekecektik! Aziz ülküdaşım! Acı kader bizi, mezarının başında konuşmak gibi aklımıza hiç getirmediğimiz bir vazîfeyi yapmak mecbûriyetinde bıraktı. Sen, milletimizin yiğit ve ülkücü bir evlâdı, partimizin çok mümtaz bir sîması idin. Daha uzun yıllar omuz omuza çalışacağımıza, ülkümüzün bayrağını birlikte taşıyıp zafer gönderine çekeceğimize inanmıştık. Olmadı. Ne yapabiliriz, Takdîr-î İlâhi.”
Yeni bir diriliş heceleyen bizlerin şiârı;
Ne bugünkü murâkabesiz, kılavuzsuz, gâyesiz ve mesûliyetsiz gençliğin ne de dünkü gafil, aymaz, şaşırmış ve batıyla zehirlenmiş neslin şekâveti olabilir; bizim âmâlimiz ve efkârımız. Dündar Taşer’in fikir meşâlesi ile yolunu aydınlattığı, feyzi mutlak kaynak bildiğimiz Türk-İslâm medeniyetinden alan; maddî ve mânevî bütün tavır ve edâlarda, ahlâkta, hâyâda, edepte, fikirde, vakarda, amelde, hakikî vecd ve aşkta ülkücü duruşu hayâtına payanda edecek bir nesil savletinin istikâmetidir.
Tabutluktan Mamak’a uzanan, Altaylardan Tuna’ya Türklerin birliğini düşleten bu dâvânın önden gönderdiğimiz kahramanlar silsilesinin başat halkası Dündar Taşer’in rûhu şâd olsun. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Işığı gönüllerimizden eksik olmasın. Türkmen Ağam Seni unutmadık, unutmayacağız.
Kaynakça:
(1) Dündar Taşer, Mesele, Ötüken Yayınları.
(2) Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, Ötüken Yayınları.
(3) Ziya Nur Aksun, Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi, Ötüken Yayınları.
(4) Hakkı Öznur, Dündar Taşer 47 Yıla 5000 Yıl Sığdırdı, Yeniçağ gazetesi, 2020.
(5) Çelebi Dergisi, Dündar Taşer Özel Sayısı.
(6) Süleyman Kocabaş, Bir Kuşağın Dramı: Sağ-Sol Çatışmasının Perde Arkası, Tanıklıklar, Yakın Plan Yayınları.
(7) Alperen Gürbüzer, “https://www.hocaahmetyeseviotagi.com/yesevi-ve-alperenleri”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.