Mâzînin izinde istikbâle yürürken bütün yapacaklarımızı; eksikleri tedârik etmek, aksaklıkları gidermek, yanlışları düzeltmek, ilim ve sanat çalışmaları ile projeler tasarlayıp gerçekleştirmek ve sonunda millî ülküyü hayâta geçirmek işlerinin hepsini mevcut insanımızla yapacağız. Ne uzaydan insan getirebiliriz ne de fabrikasyon üretim yapabiliriz. İşin başı budur ve her şeyi halledecek olan da insandır.

Sıradan insanlarla bunların yapılamayacağı da mâlûmdur. O hâlde öncelikle “Mâdemki insanoğlu oyun ve boş şeylerle uğraşmak için yaratılmadı. Bilakis ona büyük işler ve büyük kıymet verildi.”(1), mâdem “İnsan, hayret edilecek bir şekilde varlıktır. Hilâfete liyâkat peydah eylemiş, emânet ağırlığını dahi yüklenmiştir.”(2) o zaman insan sorumluluğunu idrak edecek ve gereğini yerine getirecektir. Kolay mı yeryüzünde Allah’ın (CC) halîfesi olmak, dağların bile kabul etmediği emânetin sorumluluğunu almak ve varlıkların da kâinatın da en şereflisi olarak hayat sürmek? Bu ancak îman etmek ve Allah’ın (CC) yardımına kavuşmak ile mümkün olur. Çünkü sâdece Allâh-u Teâlâ’nın dilediği şey olur. Güç ve kuvvet ancak onundur.

Cenâb-ı Allah, “Siz muhakkak gâlipsiniz. Allâh-u Teâlâ’nın yardımı sizinledir.” buyuruyor. Bu sebepten “Allah’ın yardımına nasıl kavuşuruz, milletimiz geçmişte Cenâb-ı Allah’ın inâyetine nasıl mazhar olmuş?” diye araştırıp durdum. En somut cevaplardan birini Seyyid Abdülkâdir Geylânî’de (KS) buldum. O, Süleyman Aleyhisselam ile Belkıs hikâyesini anlatıyor: “Allâh-u Teâlâ (…) kötülük ve günah işleyenleri kendine itâat edenlerin emrine vermesini, velî ile sevgili kullarını mâlik ve diğerlerini onlara esir etmesini insanlara öğretiyor.” dedikten sonra “Süleyman Aleyhisselam’ın gâlip ve hâkim olması, yalnız tâatine ve Rabb’ine olan bağlılığına mebnîdir.”(3) diye ekliyor. İşte sır, işte anahtar, işte formül: Rabb’imize (CC) tâat ve bağlılık. Bu sâyede Cenâb-ı Allah’ın sâhip ve hâkim kıldığı Müslümanlar olmak. Ama nasıl? Bütün vakitlerde yüce Allah’a tazarru ve ilticâ üzere olarak. Buna Allah (CC) ile iyi olmak demiştik. Bir de basit bir hikâyesini anlatmıştık: İki genç bir akarsuyu geçmek zorunda kalır. Biri hemen “Bismillâh” der, suya atlar ve karşıya kolayca geçer. Öteki abdest alır, iki rekât namaz kılar ve Allah’a duâ eder. Fakat zorlukla geçer. “Ya Rabbi arkadaşım rahatlıkla geçti. Ben namaz kıldım, duâ ettim, zar zor geçebildim.” der. O sırada bir ses, “Arkadaşın her an duâ ediyor. Sen suyu geçebilmek için duâ ettin.” diye seslenir. Zâten bu hususu Seyyid Abdülkâdir Geylânî çok güzel ifâde etmiş: “Eğer sen îmânın gereği olarak amel edici, ihlâsın şartlarını kabul edici olsan dünyâda insan ve her eziyet veren şeyden, âhirette cehennem ateşinden elbette emin olurdun. Yardım ve izzet senin için, aşağılık ve küçüklük düşmanın için olurdu. (…) Hareketsizlik, gevşeklik ve gaflet kalbine yığılmış; zulmet, kalbini kaplamıştır.” Bu satırlar, Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlâkı kitabında anlatılanların yeniden yaşanır hâle gelmesi için kaydediliyor. Herkesin heyecanla anlatıp uymadığı kıssalara benzememesi dileğimdir.

Muhakkak ki bütün bunlar, Resulullah Efendimiz’e (SAV) tâbi olmaya bağlıdır. Bu bağlanmanın ardından kumandan, vâli, hukukçu, diplomat çıkaran bir anlayış zuhur edecektir. Her ne kadar elifi bilmeyen ümmîler olsalar bile. Küçük küçük yerleşim yerlerinden câmili, saraylı, hastahâneli, üniversiteli, meydanlı ve parklı şehirler kuran, imrendiren bir medeniyet inşâ edilecektir. İlimde, teknikte, sanatta birbirini tâkip eden hamlelerle yeni bir yükselme çağı gerçekleştirilecektir. Bunlar dün olan şeylerdi, bugün de olabilir. Nasılını anlatmak bakımından İmâm-ı Gazzâlî’nin yaşadığı meşhur bir târihî olayı nakledelim: Cürcan’da okuduğu dersleri kaydettiği defterlerin, berâberinde olduğu kervanı soyan haydutlar tarafından gasp edilmesi üzerine İmâm-ı Gazzâlî, haydutların reisine defterlerini geri vermesini zîra bunların hiçbir işlerine yaramayacağını söyler. Haydutların reisi o defterlerde ne olduğunu sorduğunda, “Onlarda yazılı bilgileri edinmek için yurdumu terk ettim ve uzun müddet süren tahsilimin semeresini onlara yazdım.” der. Haydutların reisi güler ve “Nasıl olur da ilim tahsil etmiş olduğunu ileri sürebilirsin? Baksana defterlerin elinden alınınca hiçbir ilmin kalmıyor.”(4) Bu hâdise İmâm-ı Gazzâlî’yi çok etkiler. Memleketine varınca ilk işi defterlerindeki notları hâfızasına nakşetmek olur.(5) Ve sonuçta âlim ve müçtehit İmâm-ı Gazzâlî doğar. Âlim olmak ve ilmi ile amel etmek işte böyle bir şey. Defterdeki notları sınav gecesi tekrarlayıp test sorularına cevap vermek ve geçer not almayı hedeflemek ile ilim tahsili olur mu?

İlim sâhibi olur, Kâinatın Efendisi’ni (SAV) iyi tanırsak biliriz ki milletimizin Peygamber Efendimiz’e (SAV) başka milletlerden farklı olarak candan bağlanması ve derin muhabbet duyması sebepsiz değildir. Hoca Ahmed Yesevî ile gösterilen bu sevgi ve bağlılık mevlid kutlamaları ile devam etmiş. Özellikle kimsenin konuşmadığı, Efendimiz’in adı geçince herkesin sağ ellerini kalplerinin üzerine koyup salavat getirdiği, arasında gül suyu ile birlikte dağıtılan lokum veya şekerle sevincimizin arttığı kutlamaları hâlâ hatırlıyorum. O zamanlar câmilere çocuklar da gelebilir, içinde veya dışında rahatlıkla yer bulabilirdi. Güven vardı. Kimse, çocuğuna bir şey olur diye endîşe duymazdı. Şimdi ayakkabılarımızın bile güvenliği yok. Bu muhabbetle en öndeki ve en güvenilir hadîsçileri çıkarmışız. Askerimize bu bağlılıktan dolayı “Mehmetçik” demişiz. Kışlalarımız da “Peygamber Ocağı” olmuş. “Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz.” buyuran, İstanbul’u fethedişimiz münâsebetiyle askerimizi ve kumandanımızı öven Peygamber Efendimiz’e  (SAV) bu sevgi ve muhabbet az bile. Peygamber Efendimiz’e bağlılığımız ve muhabbetimiz daha ihlâslı ve daha candan devam edecek. O, bizim yine en büyük rehber ve örneğimiz olacak. Bu sâyede Peygamber Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanacağız. Çünkü “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyuran odur. Demek ki evvelâ emin olacağız. Çünkü o Muhammedü’l-Emîn’dir. Zîra o, çok sevdiği Mekke’yi terk ederken bile yerine bıraktığı Hz Ali’ye üzerindeki emânetleri sâhiplerine teslim edilmek üzere verip de gidendir. Hayâtının tehlikede olduğu bir zamanda, kendisini yuvasından ve memleketinden edenlere karşı kim böyle bir büyüklüğü gösterebilir? Dosdoğru olacağız. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” âyetinin kendisini ihtiyarlattığını söyleyen odur. Yalan söylemeyeceğiz. O, “Mümin yalan söyleyebilir mi?” sorusuna “Asla söylemez.” diye cevap verendir. “Aldatan bizden değildir.” diyen odur. Çünkü yalan, münâfıklık alâmetidir. Münâfıklık da doğru olmanın zıddıdır. Hem doğruluğun faydasını görmek hem de îmânı güçlendirmek bakımından Seyyid Abdülkâdir Geylânî’nin bir kerâmetini nakledelim: “Küçük idim, arefe gününde çift sürmek için tarlaya gittim. Bir öküzün kuyruğuna tutulup ardından gidiyordum. Dönüp bana ‘Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın.’ dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Hacıları gördüm. Arafat’ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip ‘İzin ver de Bağdat’a gidip ilim öğreneyim.’ dedim. Annem sebebini sordu. Gördüklerimi anlattım. Ağladı. Babamdan mîras kalan 80 altını getirdi. Kırkını kardeşime ayırdı. Kırkını elbisemin koltuğunun altına dikti. Her hâlde ve şartta doğruluk üzere olmam için benden söz aldı. Beni uğurladı. (…) Ben de küçük bir kâfile ile Bağdat yolunu tuttum. Hemedan’ı geçince 60 atlı çıkageldi ve kâfilemizi bastı. Ânîden biri yanıma geldi. ‘Ey fakir senin hiçbir şeyin var mı?’ dedi. ‘40 altınım var.’ dedim. ‘Nerededir?’ dedi. ‘Kaftanımın koltuğunun altına dikilmiştir.’ dedim. Kendisiyle alay ettiğimi sandı. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi. Ona da aynı cevabı verdim. O da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip aramızdaki konuşmayı nakletti. Reisleri beni çağırttı, ‘Paran var mıdır?’ dedi. Aynı cevapları verdim. 40 altını bulup çıkarttılar. ‘Sana ne oldu ki böyle doğru söylüyorsun?’ dedi. ‘Anneme her hâlde ve şartta doğru söylemek, doğru olmak için söz vermişim, hıyânet edemem.’ dedim. Reisleri bunu duyunca ağladı ve ‘Bu kadar senedir beni yaratıp yetiştirene verdiğim söze hıyânet ediyorum.’ dedi. Tevbe eyledi. Yanındakiler de elimde tevbe eylediler. Kâfileden aldıkları malları geri verdiler. İlk defa elimde tevbe edenler bu 60 kişidir.”(6)

Nihâyet verdiğimiz sözleri tutacağız. Çünkü daha Câhiliye Devri’nde bile buluşmak üzere anlaştıkları yerde, söz verdim diye üç gün bekleyen Şanlı Peygamberimiz’dir. O, baştan sona hep böyleydi. Onu, ne fetihler ne zaferler değiştirdi. Netîce olarak Cenâb-ı Allah’a îmanla, habibine ihlâs ve muhabbetle bağlanıp Peygamber ahlâkıyla ahlaklanınca; Türk’ün ölümden korkmayan, teslim alınamayan bir cephesi yeniden kazanılacaktır. “Ölürsem şehit, kalırsam gâzi.” denilen cephesi. Hani düşmanların “Türkler çok sabırlı ve mukâvemetli insanlardır. Gâyet mağrurlar ve izzetinefis sâhibidirler. Bu hasretleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, an’anelerinin (…) kuvvetinden gelmektedir. (…) Onların bütün meziyetleri hatta kahramanlık ve şecâat duyguları da an’anelerine bağlılıklarından, ahlâklarının salâbetinden gelmektedir.”(7) şeklinde tespit edip bizi maddeten ezmek için yok etmeyi planladıkları, bizi yenilmez yapan cephemiz.

Kaynakça

(1) Muhammed Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, Sayfa:14, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1977.

(2) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Cilt 2, Sayfa: 968, Çile Yayınevi, Beyazıt, İstanbul.

(3) Seyyid Abdülkâdir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, Sayfa: 167, Berekat Yayınevi, Beyazıt, İstanbul.

(4) Seyyid Abdülkâdir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, Sayfa:5, Berekat Yayınevi, Beyazıt, İstanbul.

(5) Muhammed Gazzâlî, Kimyâ-yı Saâdet, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1977.

(6) Seyyid Abdülkâdir Geylânî, Gunyet’üt Tâlibin, Sayfa:9, Berekat Yayınevi, Beyazıt, İstanbul.

(7) Dr. M. Süreyya Şahin, Fener Patrikhanesi ve Türkiye, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1980    

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.