“Büyük dâvâlar büyük fedâkârlıklar ister. Dünyâda, her türlü fedâkârlığın yegâne kaynağı sevgidir.” Galip Erdem
Sevmek, insanın fıtratından gelir ve insanlar için en tâbi duygulardan biridir. İnsanlar, çeşitli şeylere sevgi duyarlar ve bu sevmenin neticesinde hareket ederler. Fakat, insanları fedâkârlığa iten gerçek sevgidir. Hayrın en güzeli olan gerçek sevgide, fedâkârlık vardır, bencilliğe ise yer yoktur. Sevginin fedâkârlığa iten yanı da, bencilliği içinde barındırmamasından kaynaklanır. Gerçek sevgi hiç ‘ben’ demez, önce ‘sen’ der. Tıpkı Türk milliyetçilerinin kadim milletlerine duyduğu sevgi gibi. Öyle derin bir sevgidir ki bu, milletinin ulvî değerlerini muhâfaza etmek için devamlı çalışmayı ve çabayı gerektirir. Milletini böylesine sonsuz seven ülkücülerin en çok sevdiklerinin etrafında toplanması, bu fikrin etrafında birbirlerine gönülden bağlanmaları kadar da olağan bir şey yoktur. Bu bağlılık, arkadaşa, kardeşe, eşe duyulan sevgiden daha öte, daha derindir. Gönülleri birbirlerine herkesle olduğundan daha sıkı bağlıdır. Bilirler ki, bu ülküyü ileri taşımanın en önemli yolu da birbirlerini sevmekten geçer.
Hiç şüphesiz bizler için ülküsünün etrafında gönülleri birbirine sımsıkı kenetlenmiş, fedâkârlığın ve ülküdaşlığın en güzel mümessili ağabeylerimiz Selçuk Duracık ve Halil Esendağ’dır. Onlar daha yirmili yaşlarında, kendi istikballeri için yaşamayı reddetmiş, Komünizm/Marksizm adı altında ülkeyi bölmeye çalışanlara karşı Ülkücü Hareket’in saflarında yerlerini almışlardı. Başbuğumuz Alparslan Türkeş gibi: “Allah bir, vatan bir, bayrak bir, kitap bir, millet bir… Böldürtmeyeceğiz.” demişlerdi. Zâten insan, milletinin kutsal değerlerini muhâfaza etmeyecekti de ne yapacaktı? Bu dünyâya gönderilişimizin elbette bir amacı vardı. Selçuk Duracık ve Halil Esendağ bu soruların cevabını ve bu amacı bulmuşlardı. İki vatan evlâdı da Türk milletini târihi misyonuna ulaştırıp, dünyâdaki zulme ve haksızlığa son vermeyi kendilerine vazîfe bildiler. Evet bu kutlu dâvâ için her türlü fedâkârlığa hazırlardı lâkin milletinin ve devletinin bekâsını şiar edinenler olarak îdama mahkûm edileceklerini bilmiyorlardı.
Türk milletinin ikinci istiklâl mücâdelesi olan, 1968-1980 yıllarıydı. Türk milliyetçiliği fikrinin büyüklüğü karşısında un ufak ezilen komünistler fikirileriyle masada yenemedikleri ülkücüleri birer birer şehit ediyordu. Mukaddes değerlerimizi hiçe sayan, Türk’e göre olmayan bir fikirle, kendi köklerinden beslenen kutlu bir fikri tabiî bastıramayacaklardı. Okullarına almadılar, işkence ettiler, şehit ettiler, ülkücüler yine yenilmedi, her defasında daha da güçlendi. Bu sindirememenin akabinde ‘birilerinin’ onayıyla alçak 12 Eylül Darbesi gerçekleşmişti. Selçuk Duracık ve Halil Esendağ, 12 Eylül Darbesi ile cezâevine girdiler, işlemedikleri suçları kabul etmeleri için günlerce ağır işkencelere maruz bırakıldılar. Haksız yere uğradıkları eziyetlere de isyan etmediler, gün yüzü görmeden aylarca kaldıkları o kara hücrelere de. Sevenlerin sedâsı, imdat ve feryat değildi. Zâlimlere de zâlimliğe de boyun eğmediler bilakis îman ettikleri ülkünün, Türk düşmanlarını ne denli korkuttuğunu anladılar. Zâten Allah’tan korkmayanların korkacak çok şeyi olurdu, biliyorlardı. Dâvâlarına daha sıkı sarıldılar…
Îdam haberini aldıkları o kara gün, koğuşta herkesin gönlüne târifsiz bir acı düşmüştü, iki ülküdaşları daha toprağa düşecekti. Canlarından, herkesten daha kıymetli gördükleri ülkülerini aynı kıymetle seven iki ülküdaşı daha içecekti şehâdet şerbetini. Çâresiz, toplanıp Kur’an okumaya başladılar. Bir önceki mahkemelerinde Halil ağabey ülküdaşlarından iki tane kefen istemiş, îdam için verilen kefenlerin torba gibi olduğunu, o kefenlerle Hakk’a yürümek istemediklerini söylemişti. Koğuştaki ülküdaşları bir araya gelmiş, yirmi üç kişi olmalarına rağmen bir kefen parasını toplayamamışlardı. En son içlerinden birinin âilesinden gelen iki beyaz nevresimi cezâevi terzisine diktirmişlerdi. Ülküdaşlarından son istedikleri kefendi çünkü o tertemiz yüreklerinde ufacık bile ölüm korkusu yoktu. Onlar zâten ölmeden önce ölmüşlerdi.
Selçuk ve Halil ağabeyin infâzında imam olarak bulunan Abdullah Hoca o günü şöyle anlatır: “Daha önce din görevlisi olarak îdam edilen solcu gençlerin infâzında bulunmuştum. Onlar infaz sırasında: Allah’a ve dine inanmıyoruz, diyerek telkinde bulunmamı reddetmişlerdi. Son arzuları sorulduğunda kimi kahve, kimi sigara istemişti.
Oraya gittiğimde görevliler iki genci getirdiler. ‘Selamun Aleyküm’ diyerek içeri girmişlerdi. O an çok şaşırmıştım. Onları sanki çok eskiden beri tanıyordum. Orada bulunanlarla helâlleşmişlerdi. Telkinde bulunmak için yanlarındayken bana çok saygılı davrandılar. Kendilerine: ‘Az sonra Allah’a kavuşacaksınız’ dedim. ‘Biliyoruz Hocam, biliyoruz; dostlarımıza söyleyin, ölümümüze üzülmesinler, demişlerdi.’ İkişer rekât namaz kıldılar. Ellerini kaldırıp, son duâlarını yaptıkları o anı unutamıyorum. Yüzleri o kadar nurlanmıştı ki… Mesleğim gereği nice ölü görmüştüm; fakat bunlar hiç ölüye benzemiyordu. Onlarda yorgun bir müminin uyku hâli vardı. Selçuk ile Halil’in, cellada ne söylediklerini merak ediyordum. Duvarın kenarında çömelip, önüne bakan celladın yanına gittim. Halil ile Selçuk’un, ne söylediğini sorduğumda: ‘Ben böyle insanlar görmedim. Öncekiler bana küfür ediyordu; bunlar ise, Hakkını helal et, dediler.’ diyerek, içini çekiyordu.”
5 Haziran günü, namazlarını kıldılar, sanki ölüme değil, vuslata yürür gibi vakur adımlarla îdam sehpasına yürüdüler. Ülküleri için yan yana mücâdele etmişlerdi, yan yana şehit olmakta nasip olacaktı. Ülküdaşlarına “Yağmurun hafif çiselediği bir gecede asılmak isterdim” diyen Halil Ağabey yağmurun hafif çiselediği bir vakitte yürüyordu îdama. Sonra dönüp, canından çok sevdiği Selçuk ağabeye “Önce seni assınlar Selçuk, sen bana dayanamazsın” demişti. Nasıl bir bağdı ki bu, ölüme giderken dahi ben dememiş, “sen dayanamazsın” demişti. Îman dolu yüreğiyle önce Selçuk yürüdü Hakk’a, ardından yiğit ülküdaşı Halil. Gönüllerini sevgisiyle dolduran Türk milleti için, şehit oldular. Abdullah Hoca doğru söylemişti:
“Bana hiç evliyâ gördün mü diye soranlara; Evet, Halil ile Selçuk’u gördüm diyeceğim.”
Ülkücü Hareket, Türk milletine yönelik her tehlikeye karşı dimdik durmuş, bu dik duruşun bedelini her defasında binlerce evlâdının canıyla ödemiştir. O evlatların ardından bir ömür gözyaşı dökecek anaları vardı. O evlatların okulları vardı, yarım kalan sevdaları, tertemiz hayalleri vardı. Lâkin millet olmadan hiçbiri olmaz, önce milletim demişlerdi. Onlar ki, ay yıldız sevdasıyla suçlanıp, bu sevda uğruna îdam sehpasına giderken dahi, celladından helallik isteyen yiğitlerdi. Kavî îmanlarını haksız yere çektiği işkencelerde, güneş görmeyen karanlık hücrelerde sarsamadı. Bilakis kuvveti bir olmakta birlik olmakta gördüler, “Önce seni assınlar Selçuk, sen bana dayanamazsın” diyerek gönüllerinin nasıl kopmaz bağlarla bağlı olduğunu bizlere gösterdiler. Şüphesiz bu dâvâ yoluna ömrünü vakfeden ağabeylerimizin hayatlarından bizlere örnek teşkil edecek şey çoktur. Bizler bu aydınlık günleri karanlık hücrelerde benzi solan, tercihini Türk milletinden yana kullananlara borçluyuz. Onlar bu kutlu dâvâyı hiç yere düşürmemiş bilakis canlarıyla göklere taşımıştır. Bizlerin de toprağa düşen her şehidimizde, Türk milliyetçiliği fikrini daha ileri taşımak boynumuzun borcumuzdur.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.