Ağaçlar, yapraklar ve tüm hiddetiyle rüzgâr… Uzun gövdeleriyle koca bir devi anımsatan ağaçların üzerine doğru ansızın kuvvetli bir rüzgâr gelir. Ansızın gelen bu rüzgârın zayıf dallara, solgun yapraklara acıması yoktur. Ağaçların dallarının omuzlarından yüklerini almak için elinden geleni ardına koymaz. Savurur ki sararmış yaprakların yerine yenileri gelebilsin, ağacın dalları yeniden yeşillenebilsinler diye. Ancak yeşeren dallar meyve verebilir. Bu yolda kurumak, meyve vermeyen bir ağaç olmak, kurumuş bir dal olmak ve solan bir yaprak olmak kaybetmek demektir. Kaybetmek; fırtınalara dayanamamak, erkenden solmak, kendi vazîfesinden ve varoluş amacından sapmak, yok olmak demektir. Canlılığı boyunca meyveleriyle hayat bulan bir dal olmak ve dallar üzerindeki meyveleri yemyeşil gövdesiyle güneşin yakıcı sıcağından korumak için yok olup gitmeyi göze alan bir yaprak olmak ise kazanmak demektir. Bu öyle bir şeydir ki; tabiatın her günkü kavgası, bir yaşama mücâdelesidir. İşte Refik, kurumuş bir dal gibi cansız ve alabildiğine solgun bir tenle, umutsuz görünen, kaybetmiş bir suretle Ahmet’in karşısında solgun yaprakları anımsatıyordu. Önce köy kahvesinde biraz oturmuşlardı. Sonra ayakları açılsın diye ve köy kahvesinin gürültülü sesinden uzaklaşmak için köyün dışına doğru yürümeye başladılar. Uzun zamandır görüşmemişlerdi. İkisi çocukluk yıllarında hep yan yanaydılar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Oluklu köyü sokaklarının her köşesinde onların bir anısı vardı. Sonra büyüdüler ve ayrı düştüler. Zaman akıyor onlarda her canlı gibi değişiyor, değiştikçe farklılaşıyorlardı. İlk ayrılık günleri ikisi içinde zor geçmişti. Fakat farklı şehirlerde yaşamının ve uzaklığın getirdiği bir mesâfe ile günden güne birbirlerinden kopuyorlardı. Bu durum öyle bir hâl almıştı ki artık bayramlarda bile görüşmüyorlardı. Refik buluşmak için aradığında Ahmet’in o kadar şaşırması da bu yüzdendi. Köy kahvesinde başlayan konuşmaları bir aralık gençlerin hâline, memleket meselelerine çevrilmişti. İşte asıl olay da orada patlak vermişti. Toprak yolda ilerlerken yolun kenarında ki hafif tümseğin üzerine dizlerini kırarak çöktüler. Refik kızmış görünüyordu. Ahmet ise gereğinden fazla rahattı. Söze Refik başladı:
-Bırak bu işleri be kardeşim. Gece boyu uykusuz gözlerle bir başına düşündüğünle kalırsın yeminle. Sana mı kaldı bu dünyâyı değiştirmek? Veya bir bana mı? Hayır. Ben böyle bir hayâtı yaşamak, bu yükü üzerime almak istemiyorum. Hehey! Uyanın artık uyanın! Geride kaldı o dünya, sular altında! Her şeyin sırrı para da geçin artık bunları kardeşim geçin. Bu memleketi ben kurtaracağım havalarını bırakın. Biz çok duyduk bu sahte masalları. Ah, param olsa bir dakika durmam bu memlekette! Gençliğimizi hayallerimizi çaldılar! Yaşama ümidimizi elimizden aldılar! Öyle ya memleketten kurtulmak bile parayla. Ama bir gün bir yolunu bulup arkama bakmadan gideceğim!
dediğinde Ahmet şaşırmış ve:
-Neden gitmek istiyorsun? Gitmek neyi değiştirecek? Kaçıp terk etmek… Ümitsizlik senin gibi delikanlı bir Türk yiğidine yakışıyor mu?
Diye sormuştu. Refik bu sözleri duymaktan memnun olmamıştı. Öyle ya konuşmanın gidişâtından bu soruların geleceğini az çok tahmin ediyordu zâten. Yarı alaycı, yarı öfkeli bir ifâdeyle:
-Ahmet hiç değişmemişsin. Aynı çocukluğumuzdaki gibi safsın. Bir de neden diye sorarsın. Ekmek aslanın ağzında. Kara günler kapıya gelip dayanmış. Ne yapayım? Burada kalıp hayâtımı neden mahvedeyim? Artık hiçbir şey umurumda değil. Artık bir yabancı gibi hissediyorum. Kâh el memleketi kâh burası ne fark eder? Benim hebâ edilecek ömrüm yok. Eğlenmek istiyorum, çatlayasıya eğlenmek. Sen ve senin gibi düşünenler zamanın gerisinde kaldınız. Beyhûde geçen çabalarınızla elleriniz boş kalacaksınız. Bomboş!
-Yanılıyorsun kardeşim, aldanıyorsun. Evet, kendini aldatıyorsun! İnsan aldanır ve bu aldanışların en kötüsü de insanın kendisini aldatmasıdır. Şimdi bana ümitsizlikten, memleketten kaçıp gitmekten, el vatanında keyfince yaşamak istediğinden bahsediyorsun. Hem de bunu büyük bir zevkle yapacağından. Yanılıyorsun, yanılıyorsun! Ve beni, senin ve memleketin geleceğini düşündüğüm için enayilikle suçluyorsun.”
Demiş ve susmuştu.
Refik, Ahmet’in yüzüne bakmıyor başını yere eğiyordu. Ahmet yere doğru uzandı. Elleri arasına bir avuç toprak aldı ve ellerini burnuna doğru götürerek toprağın kokusunu ciğerlerine kadar çekti. O sırada Refik hâlâ yere bakıyordu. Etrafta ne bir tek araba sesi vardı ne de toprağın üzerindeki ayrık otlarından başka bir canlı. Ahmet elindeki toprağı sıktı sıktı ve sonra birden dört yana savurarak:
-Gözlerini aç da bir bak şu toprağa Refik. Gör neler anlatır gör ki bakmak seni yanıltmasın. Duy neler söyler senin şu zavallı hâline. Pes etmişliğine, yenilmişliğine… Korkusuzca dokun, her bir zerreciğine. Dokun ki hissetsin toprağın nabzını ruhun. İçinde ki tereddütlerden sıyrılıp bu bir avuç toprağı doyasıya kokla. Kokla ki sana câzip gelen hoş sandığın kokuların aslında çürümüş ve mide bulandıran kokusunu fark et. Ya da dur ben anlatayım sana sen zahmet etme. Aha, şu ellerim arasında ufalanan, ufalandıkça dağılan ve dağıldıkça dört bir yana savrulan bu toprak buram buram sevgi kokuyor! Bu toprak üstüne dökülen her bir damla kan ile birlikte suret değiştirirken, eşsiz bir çiçek gibi açar ve etrafa hiç bitmeyecek sevgi kokularını durmadan saçıyor. Bu toprakta ne bir hile ne de bir aldatmaca vardır. Baktın ve hiçbir şey göremediysen kalbini yokla. Çünkü o, gören gözlere cenneti yaşatır. Bir kere bunun zevkini tattın mı ne bir tereddüt ne de aldanmak kaygısı dayanmaz adamın kapısına. Bir kere hissettin mi toprağın kalbindeki ritmi, ona dokunacak kirli ele düşmansın demektir. Burada yaşamak için bir neden mi arıyorsun? Bir nedeni var, bir nedeni var!
Dediği anda az evvel başı yere eğik olan Refik araya girdi:
-Neymiş nedeni, söyle de bilelim. Bilelim ki nutuklardan sloganlardan ve öğütlerden başka neyiniz kaldı görelim! De hele!
Deyince Ahmet bu duruma içerlendi. İçerlendi çünkü ne zamandan beri siz ve biz olmuşlardı? Ne vakittir bu toprak üzerinde el gibi yaşar hale gelmişler, birbirinden hisle, düşünceyle ve birlikte yaşamak arzusunu yitirmekle sınanmışlardı? Konuşurken ses tonu zaman zaman alçalırken, zaman zaman da yükseliyordu:
-İnsan unutmakla meşhurdur. Bu yüzden hâfıza büyük bir nimettir. Târihse milletlerin hâfızasıdır. Asırlar boyunca ciğerimiz yandı. Sibirya’dan Hindistan’a, Hindistan’dan Çin’e, Çin’den Avrupa’nın Viyana kapılarına kadar süren, zaferlerle geçen saâdet dolu günleri geride kalırken kırıldık, örselendik ve yabana atıldık. Yenilgiyi çok uzun zaman önce unutmuştuk. Şaşırdık afalladık ama yine de savaştan kaçmadık. Sonra geri çekilmek zorunda kaldık. Geri çekildikçe kaybettik. Kaybettikçe güçsüzleştik. Bunun sonucunda son darbeyi Kırım’ı kaybetmek vurdu bize. “Eyvah! “dedik, Türk’ün çektiği acıya ağladık. Sonra yüzümüz gülmedi bir daha. Göz yaşlarımız sel gibi aktı. Çabaladık, didindik varımız yoğumuz ne varsa son zerresine kadar bu uğurda harcadık. Ama yenildik. Geriye anlatılacak acı hikâyeler, mâzî de ve bugün bile tamamlanmayı bekleyen adâlet haykırışları ve kanlarımız ile sulanan vatan toprakları kaldı. Geri çekilirken de kolay olmadı. Düşmanın elinde Türk’ün adâlet kılıcı yoktu bir kere. Onlar korkuları ve nefretleri ile kıyımı tercih ettiler. Feryatlar, figanlarla ve vahşet dolu günler geçmek bilmezken, soykırım sahneleri o günlerin acı tablosuydu. Üstelik Türk’ü kurtaracak, başka kimse bu zulme dur diyecek başka bir “Türk” yoktu. Çekildik, çekildik, çekildik… Ta ki artık düşman kalbimize varıncaya kadar. Bu sahneleri görenlerin içinde ümitsizlik, tükenmişlik ve çaresizlik vardı. Yokluk yoksuzluk içinde geçen yıllar hastalıkları da berâberinde getirmişti. Kıtlık baş göstermişti. Her gece yarısı hâlimize ağladık, önce Tanrıya sığındık ve sonra kendimize. Düşman askerleri toprağa ayak bastığını görünce çıldırdık, deliye döndük. Hayır, daha fazlasına tahammül edemezdik. Artık kaybetmeyecektik. Her evde bir yetim evlat, gözü yaşlı bir ana vardı. Yaralar irin toplamış, bir türlü iyileşmek nedir bilmiyordu. Yine de o bîtap düşmüş hâliyle bile Türk milleti sinesinden kahramanlar çıkarmaktan geri durmuyordu. Yaşlısı, genci erkeği, kadını fark etmeksizin… Şimdi sana soruyorum! Gençliğini bir kenara bırakalım çocuk yaştayken kendi hayâtını hiçe saymış kahramanlar şu hâlimize acımaz mı? Ya bir gün karşımıza geçip, bunun için mi kanımı döktüm? Bunun için miydi her şey? Türk gençlerinin kendisini aynalarda el gibi gördüğü, bir yabancı gibi hissettiği günleri görmek için mi? İşte bugünün Türk genci de aynı cesâretle ileriye atılmak mecburiyetindedir. Bizim işimiz onlardan daha zor. Çünkü ismiyle, cismiyle kanlı canlı bir düşmanı görmüyoruz. Oysa eğitimiyle, kültürüyle, estetiğiyle, lisânıyla iktisadıyla hukukuyla her alanda kavgamız devam etmektedir. Dön de bir bak aynaya! Kimsin? Kime benziyorsun? Adın ne? Yeryüzü Tanrı insanlarla dolu. Bu tanrılar kendi zevkleri menfaatleri için her şeyi yapıyor. Onlardan mı olacaksın, onlardan mı olacaksın? Ve yazık ki memleket evlatları bu tuzağın farkında değil…” dedi. Refik uzaklara dalmıştı. Güneş batmak üzereydi. Ahmet’in sorularına cevap vermeyeceğe benziyordu. Bunu fark eden Ahmet, cebindeki paketinden bir dal sigara çıkardı ve Refik’e uzattı. Refik bu ikramı geri çevirmedi. Ahmet daha sonra o paketin içinden bir tane de kendisi için aldı. Paketi tekrar cebine usulca koydu. Sigarasını yaktığında çıkan ilk dumanı gözleriyle süzdü. Bir derin nefes çektikten sonra:
-Bilmiyoruz. Bilsek hâlimiz böyle mi olurdu?
Cevap gelmedi. Ve iki eski arkadaş birbiriyle hiç konuşmadan sessizce vedalaştılar. Toprak yollar içinde adım adım birbirlerinden uzaklaştılar. Ahmet günler boyunca bu meselenin üzerinde duracak, aklının bir köşesinde hep bu konuşmayı düşünecekti. Ta ki babası Hacı Hüseyin, günlerdir oğluna söylemek istediği meseleyi açığa vuruncaya kadar. Sâhi neydi bu önemli mesele? Öyle ki o günden sonra Ahmet’in hayâtı değişecekti.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.