Ahmet, Refik’le konuştuğu günün gecesinde bir türlü uyuyamamıştı. Kendine kızıyordu ve utanıyordu. Onun düşüncelerini dinlemekten ziyâde ona anlatmak istediği düşünceleri sivri bir dille söyleyivermişti. Bâzen doğrular insana yanlış gelirdi. Ahmet’in üslûbu, sabırsızlığı, tahammülsüzlüğü belki de Refik’i yanlışa sürüklemişti. Ahmet işte böylesi bir mesûliyetin ıstırabı içinde karanlık gecenin ortasında acı çekiyordu. Onun hissettiği aslında bir vicdan muhâsebesiydi. O belki bunun farkındaydı belki de değildi. Herkes tarafından bilinirdi ki inandığı değerlere sıkı sıkıya bağlanmış her insanın üzerinde duran görünmez bir vazîfeydi bu vicdan mûhasebesi. Hele ki nefreti sevgiye, çirkini güzele dönüştürecek bir mefkûrenin fertleri arasında uyulması gereken görünmez bir kanundu. Mefkûre sâhipleri içindeki ihtirasları, tüm kötü duygu ve düşünceleri arkada bırakması ve inandığı uğurda yürüdüğü yol da bu duygu ve düşüncelerden arınarak kendisiyle bile mücâdele etmesi gerekirdi. Mefkûreler ancak sabırla, hiç yılmadan ve usanmadan yeniden yeniden anlatılarak zafere ulaşabilirdi. Ahmet, o gün bunu yapmamıştı. Tüm bunları düşündükçe üzülüyor, üzüldükçe içine bir sancı çöküyordu. Ara ara telefonuna gelen bildirimler yüzünden odası bir aydınlanıyor bir kararıyordu. O ise bu durumu umursamıyor, arada bir gelen mesajlar dikkatini çekmiyordu bile. O yaptığı hatâ ile yüzleşmek ve bu hatâdan bir ders çıkarmak istiyordu. O yüzden etraflıca düşünmek için bu gece hemen uyumayacaktı. Gerçi o istese bile aklındaki düşünceler buna izin vermezdi. Kerpiç evin duvarları üzerine üzerine gelmeye başlayınca, telefonunu da evde bırakarak biraz yürümek için dışarıya çıktı.

Dışarıya adım atar atmaz başını göğe doğru kaldırdı. O gece yıldızların parlaklığını hiçe sayacak aydınlıktaki, ona göre ayın en güzel evresi olan dolunay vardı. Ayın her hâlini sevsede o, dolunaya bir başka hayranlık duyardı. Öyle ki kötü geçmiş bir günün sonunda göğünde dolunay varsa eğer tüm dertlerini bir kenara bırakıp onu izlerdi. İşte o zamanlarda her şeyi geride bırakarak unutur bir kuş tüyü gibi hafiflerdi. Bu gece de mi böyle olacaktı yoksa? Hayır, geçmiyordu bir türlü sancısı. Aksine gözleriyle usul usul süzdüğü dolunay ondan yüz çevirmiş gibiydi. İçindeki sancının azalması gerekirken, o daha çok artıyordu. Yavaş adımlarla, bir yanda düşünceleri bir yanda mâzîden gelen anılar,  birlikte uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Ahmet’in köyü eski zamanlarda kurulmuş fakat küçük bir köydü. Ahmet’in neredeyse her sokakta, her evde bir anısı vardı.  Çocukluk günlerinden sonra şu adım attığı sokaklar aynı kalmışken kendisi, dostları ve dünya zamanla ne de çabuk değişti diye kendi kendine hayıflanıyordu. Bir evin önünde durdu. Burası Melihaların eviydi. Sâhi o ne yapıyordu şimdi? Refik, Ahmet ve Meliha, birbirinden ayrılmayan üç sıkı arkadaştı. Sonra zaman ayırmıştı onları. Meliha, küçüklükten beri öğretmen olmak istiyordu. Bu isteği üzere Eğitim Fakültesini kazanarak okumaya gitmişti. O zamandan bu yana beş sene geçmiş, bir daha hiç görüşmemişlerdi. Ahmet’in anası Gülizar Hanım’dan duyduğu Meliha, en son okulunu bitirmiş atanmayı bekliyordu. Yeşil gözleri, sarı saçları ve al yanakları ile Meliha, Ahmet’e hep baharı anımsatıyordu.

Ahmet yoluna devam etti. Köye ilk geldiği gün gittiği derenin yanına gidecekti. Etraf pek ıssızdı. Ayın ışığı olmasa insanın içi ürperirdi. Köylerinde suç işleyen çıkmasa da son günlerde tuhaf olaylar peydâ oluyordu. Köy kahvesinde konuşulanlara göre, neredeyse her gece yarısı elinde fener olan bir adam, gece boyunca sokaklarda dolaşıyormuş. Üstelik arada bir tuhaf sesler çıkartarak kendi kendine konuşuyormuş. Köy ahâlisi bu duruma bir anlam veremiyormuş. Kim gecenin bir yarısı elinde feneriyle bu küçük köyde dolaşırdı ki? Üstüne üstlük herkes dikkat kesildiği halde bu esrârengiz adam bir türlü bulunamıyormuş. Ahmet’i iyiden iyiye merak sarmıştı bu olaydan sonra. Ama şimdilik elinden bir şey gelmiyordu. Yoluna devam etti. Muhtar Mehmet’in evini geçince sola döndü. Orada köyün bakkalı Rıza Efendi’nin evi vardı. Hemen yanı başında da kardeşi Ömer Efendi’nin. Babaları uzun zaman önce vefat etmişti. O zamana kadar can ciğer olan bu iki kardeş önce seçimlerde rey verme meselesi patlak vermiş, sonra da işin içine miras kavgası girince kanlı bıçaklı olmuşlardı. Hatta birbirlerine tüfek doğrultacak kadar ileriye gidecek kadar gözleri dönmüştü. O günden sonra bir daha ne bir araya geldiler, ne de birbirlerinin yüzüne baktılar. Yan yana yaşayan iki düşmanmışçasına… Bu olaydan sonra Hacı Hüseyin araya girip, buzları eritmek için uğraşsa da artık iş işten geçmişti. Ahmet o zamanları hayal meyal hatırlıyordu. Tüfeklerin çekildiği gün babasına:

-Baba iki kardeş neden kavga eder? diye sormuştu. Babası ona üzgün gözlerle dönüp:

-Bak Oğlum, bu içinde yaşadığımız ev yıkılmadan ayakta durabiliyorsa, şu gördüğün uzunca duran direkler sâyesindedir. İşte baba da âilenin direğidir. Baba şu uzun direkler gibi dimdik ayakta durduğu sürece o âile yıkılmaz. Ana ise âilenin her şeyidir. Evlatlar hayâta ilk adımlarını atarken ananın sevgisi, babanın kuvveti sâyesinde adımları cesurca olur. İkisinden biri gitti mi eyvah! Evlatların boynu bükülür, başlarına olmayacak işler gelir.

İşte Ahmet mâzîye gömülü hâlde bulunan bu olayı anımsayınca bugüne dâir aklındaki birçok meselenin gün yüzüne çıktığını gördü. Türk için Devlet, babaydı. Gençler veya bir zaman gençken umduğunu bulamamış yetişkinler baba bildiği devletten kuvvet, memleketin her köşesi sıcak bir yuva olsun istiyorlardı. Devlet babadan hayatı zorlaştırmasını değil kolaylaştırmasını istiyorlardı. Tüm sitemleri bunaydı. Refik bu yüzden kırgın ve öfkeli değil miydi? Ahmet’in sosyal medyada gördüğü her günkü manzara bunu anlatmıyor muydu?  Ahmet gizli bir sırra ermiş gibi sevindi önce. Fakat sonra aklına Refik’le yaptığı konuşma geldi. Bir şekilde telâfî etmek gerek diyerek yoluna devam etti. Köyün dışına çıkmamıştı henüz. Kolundaki saate baktı, on ikiye yaklaşıyordu. Cebinden bir sigara çıkarıp, yürümeye devam etti. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… Evlerin yanından geçerken birçok evin boş olduğunu fark etti. Sâhi ya Oluklu köyü ve diğer köyler artık bomboş kalıyordu. Köylerde yaşayan insanların sayısı git gide azalıyordu. Oysa bir milletin kaderi köylerden geçmez miydi?  Kültürün, dilin ve kimliğin en saf hâli köyler de bulunurdu eskiden. Günümüz insanında bulunan gelecek kaygısı, karamsarlık ve umutsuzluk gibi onları bitap hale düşüren hastalıkların birçoğu köylerde yaşanmaz denilebilecek kadar azdı. Oysa bugün bu hastalıklar tüm bedenimizi sarmış, köylerimizde yaşayan insanımıza bile çoktan sirâyet etmişti artık, diye düşündü Ahmet.

Mesela Ahmet’in köyünde eskiden herkes birbirine sıkı sıkıya bağlıydı, komşuluk ilişkileri sağlamdı. Fakat şimdi o günler, sular altında kalmış gibi duruyordu. Çünkü artık ne ev ziyâretleri yapılıyor ne de köy halkını bir araya getiren özel günler önemseniyordu. Bir araya gelince de herkes eline telefonuna alıyor, muhabbet etmeyi unutuyordu yaşlısı, genci. Köyde doğan gençlerin en büyük hayâli insan istifiyle dolu betonlara gömülü şehirlere yerleşebilmekti. Bu hayâlin altında yatan birçok sebep vardı. Yanlış tarım politikaları yüzünden bin bir parçaya bölünmüş topraklar geçim sıkıntısı yaşamalarına neden oluyordu. Emek artık hor görülmeye başlanmış, öyle ya hayvan güden çobanlara sırf kız alabilsinler diye “sürü yöneticisi” gibi yeni isimler bile konuluyordu. Bâzı köylerde hâlâ okul yoktu. Okumak isteyen çocuklar zor şartlar altında bâzıları yaya, bazıları ise arabayla her gün kilometrelerce yolu gitmek zorunda kalıyorlardı. Köyler câzibesini yıllar önce kaybetmişti zâten. Bir de üstüne tüketim üzerine kurulmuş bir düzenin çarkları arasında yaşayan köylüsü, şehirlisi fark etmeksizin herkes emek çekmeden, kolay yerden servetler kazanmak arzusu içindeydi. Sonra ne mi oluyordu? Düzenin en büyük hilekârları, türlü vaatlerle memleket ahâlisinin yıllar boyu biriktirdiği birikimlere çörekleniveriyordu. Olan yine memleket insanına oluyordu. Öyle ya, hilekârlar bir yandan kazanırken bir kesim insanlara da kazandırıyordu. “Benim gibi olmak istiyorsan, benim gibi ölçüsüz, benim gibi yâni bir yarım’ Tanrıcık’ gibi olursan, benim gibi lüks içinde yaşarsın” algısı insanların zihnine yerleştiriliyordu. Herkes birer küçük yarı Tanrı olsun, herhangi bir kültür, kimlik, ölçü ve düşünce tanımaksızın insanlar birbirlerini hunharca tüketsin istiyorlardı. Bu tehlikeyi görmeyen Aydınlar, politikacılar ve belki de en önemlisi öğretmenler de ya onların kervanına katılıyor ya da göz göre göre gelen tehlikenin farkına bile varamıyorlardı. En kötüsü de bazılarının bu tehlikelerin farkında olmalarına rağmen kayıtsız kalmalarıydı. Ya Meliha bunlardan hangisiydi? Bunu er ya da geç öğrenecekti.

Ahmet bunları düşündükçe içine hüzün doluyordu. Sigarası bittiğinde o da derenin kenarına ulaşmıştı. Hafif hafi rüzgârın esintisi yüzünden kavak ağaçlarının hışırtısını etrafa yayılıyordu. Dolunay göğün tam ortasına gelmiş, usul usul akan suyun tam üzerine vuruyordu. Ahmet ayrık otları üstündeki tozla kaplı taşa oturdu. Bir sigara daha yaktı. En umutsuz anlarında aklında beliren şairin şu mısraları dilinden dökülüverdi ansızın:

Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,

Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız,

Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!…

İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.

Mısralar sona erince ayın suya vuran şavkını uzun uzun seyretti. Dalıp gitmişti. Sânki o artık başka bir âlemde seyahate çıkmış gibiydi. Kavak ağaçlarının hışırtısı, cırcır böceklerinin sesi ve arada bir öten baykuşun sesinden başka hiçbir sesi işitmiyordu. İçinden derin bir ah çekti ve sonra:

-Memleket sevdana yürek gerek. dedi.

Hemen ileriden bir ses duydu. Gözlerini sesin geldiği tarafa doğru çevirdi. Fakat kimse görünmüyordu. Gâipten sesler işittiğini zannederek telaşa kapılmasına güldü. Lâkin yine bir tıkırtı geldi aynı taraftan. Bu sefer bakmakla yetinmeyip:

-Kim var orada? diye sert bir şekilde sordu.

Yine cevap yoktu. Fakat ses bu kez kesilmemiş,  gittikçe yaklaşıyordu. Ahmet tekrar:

-Kimsin? İn misin cin misin? Ses ver hele! dedi. Cevap yoktu.

O anda bir fener yanmıştı. Ahmet gözünü ışıktan alamıyor, feneri kimin tuttuğunu bir türlü göremiyordu. Gece yarısı olunca köyün sokaklarında gezinen esrârengiz adam mıydı yoksa?

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.