Ahmet’in gözleri fenerin ışığından hiçbir şeyi görmez olmuştu. Gecenin karanlığına alışmış gözleri sanki fenerin ışığıyla kör oluvermişti. Hafifçe gözlerini kısarak etrafa bakmayı denedi bir an fakat bir türlü ne feneri tutan elin sâhibini görebiliyordu ne de etrafı seçebiliyordu. Far görmüş tavşan gibi öylece kalakalmıştı. Belki korkudan belki de tedirginlikten olacaktı ki titrek bir sesle:

-Kim var orada? diyebildi.

Işığın sâhibi hiç ses çıkarmıyor, kımıldamadan olduğu yerde duruyordu. Ahmet’i telâşlı bir merak sarmış, inceden bir korku yavaş yavaş tüm bedenini kaplamak üzereydi.  Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu ki o anda karşısındaki bir kahkaha patlattı. Bu bir kadın sesiydi. Kahkaha sesi Ahmet’e tanıdık gelse de kim olduğunu bir türlü kestiremiyordu. Fener söndü. Ahmet gözlerini karanlığa alışmak için ovalarken kadın konuşmaya başladı:

-Korkma Ahmet, benim Meliha.

Meliha’nın alaycı bir ses tonu vardı bunları söylerken. Ahmet ise derin bir nefes çekmiş, kendine gelmeye çalışıyordu. Sesi hâlâ titrerken aynı zamanda şaşkınlık içindeydi:

-Sen miydin Meliha? Ben de köyde günlerdir dilden dile dolaşan şu esrârengiz adam zannettim seni. Gecenin bu saatinde ne arıyorsun burada?

Meliha hâlâ karanlıkta duruyor kendini göstermiyordu. Ahmet iyiden iyiye kendine gelmişti artık. Fakat karanlıktaki yüzü bir türlü göremiyordu. Meliha:

-Sen neyi arıyorsan bende onu arıyorum. İnsan bu saatte ne arar ki? Belki bir parça sessizliği belki de geceleri bilhassa açığa çıkan yalnızlığını. Bana diyene bak. Asıl sen burada ne arıyorsun gecenin bu saatinde Ahmet? derken Meliha aynı zamanda çalılıkların arasından dereye düşmemek için âdeta nâzik bir keklik gibi sekerek Ahmet’in yanına bir çırpıda geliverdi. Ve sonunda Ahmet ile yüz yüze gelivermişlerdi. Meliha solgun yüzüyle, sararmış bir gülü andırıyordu. Ahmet’in hayalindeki o eski Meliha büyümüş fakat güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. Bu arada kısa bir sessizlik olmuştu. Ahmet hayran hayran ona gülümserken Meliha:

-Eee Ahmet senden buradasın söyle bakalım? deyince Ahmet düştüğü duruma biraz bozularak cevap verdi:

-Evde düşünceler peşimi bırakmayınca ben de dışarı çıkıp hava almak istedim. Bu dere kenarını severim bilirsin. Küçükken buraya gelip geleceğe dair hayaller kurardık. Sen ben ve Refik…”

-Evet, hatırlıyorum tabi, hatırlamaz mıyım. Refik ve sen en iyi arkadaşımdınız. Fakat siz ikiniz daha yakındınız. Sizi kıskanıyordum içten içe. Ama belli etmemek için çabalıyordum. Sâhi Refik ne alemde?

-Bugün onunla buluştum…

-Nasılmış? Çok istediği târih bölümünü kazanmıştı en son. Öğretmen olmak istiyordu?

-Kazandı. Kazandı kazanmasına ama artık o mesleği yapmak istemiyormuş. Pek mutlu görünmüyordu. Hatta oldukça pişman görünüyordu. Düşünceli olmamın nedeni de buydu Meliha…

-Şaşırdım açıkçası. Refik, oldukça meraklıydı târihe. Heyecanla öğretmen olmak istediğini dile getirdi hep. Nasıl böyle hisseder oldu ki? Sen söylemesen bu duyduklarıma asla inanmazdım.

İkisi de hüzünlü görünüyorlardı. Ahmet susarak derede akan suya daldı. Meliha onun bu hâlini görünce daha fazla bu meseleyi irdelemek istemedi. Çünkü Ahmet çok üzgün görünüyordu. Konuyu değiştirmek için:

-Eee sen neler yapıyorsun? Köye ne zaman geldin? diye sordu.

Ahmet başını Meliha’ya çevirerek:

-Yeni geldim Meliha. Okulumu bitirdim. Ara sıra babama yardım ediyor, kalan vakitte ise imtihanlara hazırlanıyorum. Öyle ya emeğimin karşılığını, hakkım olanı almak istiyorum. Her Türk genci gibi. Bu ise bu günlerde çok zor görünüyor. Telefonu her açtığımda karşımda bir liyâkatsizlik çıkıyor. Memlekette adâlete olan inanç günden güne tükeniyor. Ödüm kopuyor hakkımın yenilmesinden. Fakat yine de memleketimin ahlâklı insanlarına inanıyorum. Neyse… Sen neler yapıyorsun Meliha?

Meliha derin bir iç çekmişti. Yorgun görünüyordu. Gözleriyle Ahmet’e: “Seni anlıyorum, ben de aynı acıyı çekiyorum.” der gibiydi.

Fakat sadece:

-İyiyim. Öğrencilerime kavuşacağım anı bekliyorum, dedi ve sustu. Boynu hüzünle bükülmüştü. Sanki çiçekleri dalında kurumaya yüz tutmuş ama direnerek kurumayan son gül tanesi gibi! Meliha, Ahmet ve Refik ve diğer tüm Türk gençlerinin, memleketin dört bir yanında boynu büküktü. Kimileri öfke içinde, kimileri ise kırgınlık, kimileri ise kızgınlık. Onları birleştiren yegâne unsur ise sevgiydi. Kırgınlıkları öfkeleri, kızgınlıkları hep sevgilerindendi. Her ne olursa olsun içinde yaşadıkları çağa, düzene ve mecbur kaldıkları bu hayata boyun eğmek istemiyorlardı. Bir gün devran dönecek, dönmezse kendileri döndüreceklerdi. Bu memlekette her gün bir umut tükenirken, her gün sînesinden yeni umutlar doğardı. En acı günlerin ardından bile! Bu devran sevgiyle dönecekti.

Ahmet:

-O günleri de göreceğiz Meliha. Ümidini kaybetme! dedi. Meliha ise sadece başıyla onay vermişti.

Meliha:

-Benim artık gitmem gerek deyince Ahmet:

-Dur, ben de seninle geleyim. Vakit hayli geç oldu, dedi.

Ahmet ve Meliha, yorgun adımlarla köye dönmek için yola düştüler. Rüzgârın şiddeti artmıştı o sırada. Dere kenarından hemen üstteki toprak yola çıktılar. İkisi de paylarına düşen yalnızlığın ıstırapla yoğrulmuş sesini dinliyor gibiydiler. Melihaların evine gidinceye kadar hiç konuşmadılar. Eve varınca ikisi de bir ağızdan: “Görüşürüz.” demekle yetindiler. Ertesi günlerde daha sık görüşeceklerdi. Ahmet’in aklındaki düşünceler Meliha ile karşılaştığı andan itibâren sırra kadem basmış gibiydi. “Refik’e ulaşmanın bir yolunu bulmalıyım.” dedi kendine kendine. Sâhi Meliha neden elinde fenerle dolaşıyordu bir gece yarısında. Anlatmaktan da çekinmişti üstüne üstlük. Ahmet bu durumun nedenini öğrenmeliydi. Bu sefer bedenini Meliha’yı tanımak sarmıştı.

***

Zaman akmış, ilkbahardan sonra yaz sıcakları gelmişti artık. Hacı Hüseyin, eşi Gülizar Hanım ve oğluyla hasadı kaldırmıştı. Bu yıl yüksek sıcaklıktan dolayı tarlalardaki verimler çok düşüktü. Yağmurlar yıl boyunca çok az yağmış, kuraklık kendini ziyâdesiyle hissettirmişti. Öyle ya Hacı Hüseyin hem oğlunun geleceğini hem de bu kışı nasıl geçireceklerini kara kara düşünüyordu. Oğlunun kendi yaşadığı zorlukları çekmemesini istiyordu. Belli etmemek için yoğun çaba harcasa da Hacı Hüseyin endişeliydi bu durum yüzünden. Gülizar Hanım’a açtığı konu da buydu. Ahmet’i bir tanıdık vesîleyle belki imtihana bile girmesine gerek kalmadan meslek sâhibi yapabilirdi. Çünkü artık meslek edinebilmek için insanlar hemen bir tanıdığa, eşe dosta koşardı. Öyle ya artık işi ziyâdesiyle bilmek yetmiyor, yetkinlik gözetilmiyordu. Güçlü, güvenilir ve bağlantıları sağlam olan herhangi bir tanıdık her kapıyı açar, makam ve mevki sâhibi yapardı adamı. Üstelik bunu herkes yapar olmuştu. Herkes! Açık açık hem de! Ahmet, sosyal medyaya her girişinde hakkı yenmiş ve bunu gün yüzüne çıkarmaya çalışan insan manzaralarına denk geliyordu. Bu iş o kadar alenî yapılmaya başlandı ki, açığa çıkarmak bile beyhûde bir çaba gibi geliyordu artık insanlara. Bu işi yapanlar ve yaptıranlar ise övünçle anlatıyordu üstelik. Hacı Hüseyin, kahvede konuşulan bu konulardan etkilenmiş olacaktı ki o da Ahmet için bir tanıdık aramaya başlamıştı. Ahmet’e anlatmak istediği meselede buydu. Ama Ahmet’e bu arzusunu söylemekten çekiniyordu. Çünkü Ahmet karşıydı adam kayırma meselelerine. Ahmet ne yaparsa kendi emeğiyle yapmak ister, kimsenin hakkına girmek istemezdi. Onun bu duruşu elbette önemliydi fakat artık böyle düşünen insanlarla dalga geçilir olmuştu ahâli tarafından. Evet, doğruyu yapmış olmanın ödülü alay edilmek olmuştu. Hacı Hüseyin de bazen bu kâfileye katılır, Ahmet’in mecburen düzene ayak uyacağını düşünürdü. Gülizar Hanım ise kayıtsız kalırdı çoğu zaman. Oğluna destek olmaya çalışırdı. Bir gün başka bir şehirde oturan akrabaları onları ziyârete gelmişti. Muhabbet koyulaşmış, herkesin güldüğü bir anda misâfir Ahmet’e dönüp:

-Eee Ahmet oğlum buldun mu bir tanıdık? diyerek pis pis sırıttı. Ahmet bozulduğunu belli etmeden, anlamamazlıktan gelerek soruya soruyla cevap vermişti:

-Ne tanıdığı Mahmut amca?

-Ne tanıdığı olacak canım, tabi ki imtihanları kazanmak için gerekli olan bir tanıdığı! Bu sırada Hacı Hüseyin araya girmişti:

-Mahmut amcası o tanıdığa karşı, ne yaparsa kendi yapsın istiyor ya… Neyse… dedi ve sözü Mahmut’a bıraktı. Mahmut, artık pis pis gülmeyi bırakmış kahkahalar atıyordu âdeta:

-Yeğenim beni dinle hele. Bakma güldüğüme. Sen doğruyu söylüyorsun, bu adam kayırma işleri doğru değil. Amma neylersin ki herkes bunu yapıyor. Senin gibi düşünenler ise uzaktan izlemekle yetiniyor. Bu kafalar gençlik kafaları. Bu zamanlar hele bir geçsin dediğime mecbur hak vereceksin!

Ahmet bu duruma artık şaşırmıyor sadece üzülüyor, onu da kimseye belli etmemeye çabalıyordu. Hacı Hüseyin, Mahmut’un sözlerini onaylıyor gibi görünüyordu. Ahmet’i asıl üzen şey de buydu. İnandığı değerler uğruna canını verecek Hacı Hüseyin’in düştüğü hâle yüreği dayanamıyordu. Ve düzene, en çok düzene öfke duyuyordu. Haklıyı haksızı ayırmayan, ahlâklı ile ahlâksızı bir tutan düzene! Namuslu olanla alay edilen, kahpe düzene!

O gün hiç kimseyle konuşmadan evden çıktı. Bir fırsatını bulup o dere kenarına yeniden gitti. Belki Meliha’ya rastlarım umuduyla. Fakat Meliha orada yoktu. Tek başına gece yarısına kadar oturdu, kimse gelmemişti.

***

Birkaç gün sonra Ahmet evde oturmuş, memleketin ahvalini öğrenmek için haber bültenini seyrediyordu. Ekranda ülkenin hudutlarından elini kolunu sallayarak giren ve memleketin dört bir yanına yayılan yabancılardan bahsediliyordu. Bir tır dolusu adamın yakalandığı anlatılıyordu. Bir anda altta yanıp sönen kırmızı bir yazı peydâ oldu. Haberi yarıda keserek anlatıcıya dönüldü. Anlatıcı, peş peşe memleketin pek çok yerinde çıkan yangınların kara haberlerini veriyordu. Marmaris ve Manavgat başta olmak üzere birçok yerde… Ormanlardaki ağaçlar, orada yaşayan canlılar birer birer yanarak can veriyordu. Ve insan böyle zamanlarda uzaktan seyretmek mecbûriyeti içindeyken onlarla birlikte yanıyor, onlarla birlikte can veriyordu. Saatler geçmek bilmiyordu böyle anlarda. Her yerde yangında yanan canlıların fotoğrafları dolaşıyor, internette paylaşılan videolarda izlenen kareler herkesin göz yaşlarını akıtıyordu. Yangın şiddetli bir rüzgârla birlikte çoğalıyor, cehennem kasırgaları dört bir yana yayılıyordu. Kahraman itfâiye erleri araçlarla kahramanca savaşıyordu. Fakat havadan müdâhale yetersiz kalıyordu. Yangın gitgide yerleşim yerlerine yaklaşıyordu. İtfâiye erleri, helikopterler ve gönüllü halkla birlikte yoğun çaba sarf ediliyordu. Ama ne yazık ki yangın söndürme uçağı yoktu. Civar kentlerden Marmaris’e ve Manavgat’a yardım etmek için insan selleri akarken, yardımlar ulaştırılmaya çalışılırken, genç adamın biri de yangını duyar duymaz Marmaris’in İçmeler bölgesine gitmişti. Bu genç adamın adı Şahin’di. Şahin, yangınla mücâdele eden itfâiye erlerine motoruyla gönüllü olarak su taşıyor, onlarla birlikte kahramanca mücâdele ediyordu. Aynı zamanda arada bir kısa canlı yayınlar yaparak insanların dikkatini yangın bölgesine çekmeye çabalıyordu. Memleketini canından çok seviyordu Şahin. Bir gün şöyle bir mesaj yayınlamıştı: “Vatan dediler mi yüreğim kanar, bayrak dediler mi ciğerim sızlar, ezan okundu mu gözlerim dolar. Allah bizleri bir vatansız, bir bayraksız, bir de ezansız bırakmasın.”. Öyle de oldu. Vatanın ormanları yanarken onun yüreği kanadı, ciğeri sızladı. Yerinde durmayarak kırmızı motoruyla yardıma koşmuştu Şahin. Yangın müdâhale edilemeyecek ölçüde büyürken Şahin’in son paylaşımı durumun vehâmetini gözler önüne seriyordu. Yüzü kara duman isiyle kaplanmıştı. Şahin: “Geliş gidiş yolları kapalı, yangın hâlâ devam ediyor. Şu an içindeyiz ellerimizde ayranlar, sular. Yangın üstümüze üstümüze geliyor.” diye âdeta haykırmış ve yine de su taşımaya korkusuzca devam etmişti. Fakat gözü dönmüş yangın söz dinlemiyordu. Biraz sonra Şahin’in motoru devrilmiş, alevlerin orta yerinde kalakalmıştı. Kimse ona yardım edememiş, henüz yirmi beşindeki gencecik bir kahraman o gün oracıkta vefat etmişti. Memleketin her yerinden duâlarla son yolculuğuna uğurlandı. Ahmet, Şahin ağabeyinin fotoğraflardaki mâsum yüzüne baktı. Gözlerinde birkaç damla yaş akarken kendi kendine şu dizeler döküldü:

“Karanlık odam niçin alevlerle kaplıdır?

Yanan ben miyim yoksa güzelim vatan mıdır?”

Ahmet o gün bir kez daha anlamıştı ki: Türk milletinin sînesi kahramanlar yatağıydı. Necmettin ve Aybüke Öğretmenler, Ömer Halisdemir, Fırat Yılmaz Çakıroğlu ve Eren Bülbül ve adını bilmediği bütün kahramanlar… Nerede yeise, umutsuzluğa düşmüş bir Türk genci varsa orada, onların yüreklerine bir ışık tayfı gibi yayılacak, önlerinde rehber olacaktı. Ahmet ne zaman ümitsizliğe düşecek olsa bu düşünceler onun mücâdeleden geri kalmamasını sağlıyordu. Kendisi de onlar gibi olmak istiyordu. O gün kendine verdiği sözü tekrar etti:

“Unutmamalıyım ki Türk milleti çoğu zaman türlü belâlarla sınanmış, tek başına yapayalnız kalmıştı. Ve kendisine kendisinden başka kimsenin yardım edemeyeceği gerçeğini hâfızasından bir an olsun çıkartmamıştı. Milleti için, hürriyeti için veya nâmusu için canını gözünü kırpmadan vermişti. Benim adım Ahmet. Yirmi üç yaşında bir garip Türk genciyim! Milletim için bir şeyler yapmak istiyorsam eğer hemen şimdi yapmalı, gerekirse zamanla yarışmalıyım! Unutma oğlum Ahmet! Vatana hizmet için her an bir fırsat vaktidir. O ana değin yılmadan çalışmak, tükenmemek senin vazifendir!”

(Not: Geçmişte ve bugün ülkemizin dört bir yanında çıkan orman yangınlarıyla mücâdele ederken vefat eden tüm kahramanlarımızın ruhları şâd, mekânları cennet olsun. Onlara minnettarız! Bu yangınların müsebbipleri elbet bir gün cezâlarını çekeceklerdir. Bugünleri inanın ki unutmayacağız!)

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.