Kaybolup gitmelerine gönlümün hiç râzı olmadığı, bizi ve geçmişteki gündemimizi, meşgûliyetimizi çok iyi anlatan yazılardan biri de merhum Nevzat Kösoğlu’nun “Kanun-u Kadim’e Sadakat” yazısıdır. (1)

Kösoğlu, “Koçi Beğ, pâdişaha arz ettiği risâlede Osmanlı nîzamının çözülüş sebeplerini, netîce olarak bir cümle ile ifâde eder: ‘Kanun-u Kadim tenezzül bulmuştur Hünkâr’ım!’ dedikten sonra Kanun-u Kadim’i şöyle açıklar: ‘Kanun-u Kadim, Türk’ün iki bin yıldır kanıyla, dehâsıyla yoğurduğu devlet geleneğidir. İnsanlar ve ülkeleri idâre etme sanatıdır. (…) Tuttuğu bayrak ‘Nîzam-ı Âlem’ mefkûresidir ve Türk’ün ilk idrâki dünya üstünde görevli olduğunu biliştir. Kanun-u Kadim, bu heybetli sorumluluğun zamâna işlenişidir. Kanun-u Kadim, ilâhî bir muhtevânın ölçü ve disiplin örgüsüdür. Orada felekler yerli yerinde döner ve insan ruhunda boşluklar yoktur. Ve onda hâkanca veya çobanca ama aynı bütünleşmiş kültürün tutarlılığı yaşanır.” (2)

“(…) Bu bir kültürdür, bir prensipler manzûmesidir ki onda insanlar ‘Kelam-ı Kadim’ üzere yürümek ve devlet Kanun-u Kadim üzere yürütülmek gerekir. (…) ‘Pâdişah duâsı almışız, bize dünyâda ve ukbâda zeval yoktur.’ diyen pervâsız Barbaros, Kanun-u Kadim kültürünün kaptan-ı deryâsıdır. Ülkeler fetheden, ülkeler sunandır.

‘Nahak yere boynum alır, âhirette iki elim yakasındadır. Lâkin pâdişah efendimize haber salın Merzifonluyu yerinden etmesin, küffardan İslâm’ın intikamını ancak bu adam alır.’ diyen Kanun-u Kadim paşasıdır; târifsizce büyük, o kadar inanmıştır.

Kanun-u Kadim pâdişahının kulaklarında, ‘Mağrur olma pâdişahım, senden büyük Allah var!’ avazı sürekli çınlar. (…)

Kanun-u Kadim Osmanlı’sının yüreğinde savrulan “seyf-i şeriat”tır. Bu, nefs yontucudur, helâl haram ölçüleri ile ruhu disipline eder. İçteki nîzamı kurar ve Kanun-u Kadim’i hayâta dikte ettirir. Ve onlar, bu şuurla dâima davranışlarının “Kitap”taki yerini sorarlar. Kitap tektir. Bunun içindir ki insanlar kitabın dışına çıkmaya başladıktan sonra Kanun-u Kadim de bozulmuştur ve devlet, gücünü yitirdikçe insanların da iç nizamı çözülmüştür.” (3)

Yazının bir bölümü burada sona ermiştir.

Evet, Kanun-u Kadim, Türk’ün devlet geleneğidir. Türk cihan hâkimiyeti mefkûresine dayanır. Dolayısıyla Büyük Hun yabgularından bu yana iki bini aşkın yıldır devam eder gelir. Devlet yönetimi ona göredir. Türk hâkimiyetinin kaynağı ilâhîdir. Mete’nin Çin imparatoruna yazdığı “Gök tarafından tahta çıkarılmış, Hunların büyük hâkanı” diye başlayan mektubu bunun bir delilidir. Orhun Abideleri’ne göre Bumin ve İstemi Kağanları Türk töresini yürütsünler diye Tanrı’nın tahta çıkarması bunun başka bir misâlidir. Ancak hâkanlara herhangi bir surette kutsallık verilmemiştir. Hâkanlar, Tanrı tarafından gönderilmiş ve kut bağışlanmış birer insandır. Mâsum ve hatasız değildir. İlâhî olan, görevdir ve bu görev cihan hâkimiyetini gerçekleştirecek dünya devletini kurmaktır. Hâkan, iyi ve bilge ise Tanrı’nın yardımı devam eder. Değilse yardım biter. Ayrıca hâkanların yanında danıştıkları, yol gösteren bir bilge vardır. Oğuz Han’ın Irkıl Ata’sı, Selçuk’un Korkut Ata’sı, Fatih Sultan Mehmet’in Akşemsettin’i bunların en bilinen örnekleridir. En yüksek değer her zaman cihangirlik ve adâlettir. İlk zamanlardan beri yabancı inançlara gösterilen hoşgörü veya istimâlet iyice özümsenmiş adâlet ile milletler çoğu zaman Türk idâresini kendiliklerinden benimsemişlerdir. Devrin yabancı târihçileri buna her vakit şâhitlik etmişlerdir. Hristiyan kaynaklar “Sultan Melikşah, geçtiği memleketlerin halkına baba gibi davrandı. Bu sebeple birçok vilâyet kendiliğinden onun idâresine girdi.” Ermeni patriği: “Melikşah, her tarafta barış ve hâkimâne bir idâre kurdu. Bütün hükümdârlardan daha akıllı ve kudretli idi. Bildiklerimizin hepsinden de âdil olduğundan kimseye keder vermedi. Böylece harp ve şiddetle değil, gönülleri kazanmak sûretiyle hiçbir hükümdârın elde edemediği memleketlere sâhip oldu.” Gerçekten anlayış ve uygulama, dünyâya nîzam vermekle görevli olduğuna inanan Sultan Sancar’ın dediği gibiydi: “Allah bu dünyâyı bizim tasarrufumuza tevdi ve emânet etmiştir. Bütün emirler ve hükümdârlar bizim memurumuzdur.” Bunda gâzi dervişlerin bugünkü adıyla alperenlerin büyük payı vardır. Onlar ihtidâ olaylarının hem gönül yolunu açarlar hem de gazâ ruhunu aşılayıp İslâmî heyecanı beslerdi. Gerektiğinde gazâ da yaptıkları için topraklarımız evliyâ türbeleri ve kahraman mezarları ile doludur. Sayısız insan bu gazâlarda menkîbeleşerek şehit olmuştur.

Hayat ile ölüm, dünya ile âhiret, madde ile mânâ arasında denge ve ahenk vardır. İnsanlar mutlu ve huzurludurlar. Üsküdar’da sık görülen mezarla iç içe hayat bunun bir nîşanıdır. Pencereden uzatılan el mezar taşına dokunabilir. Bu, bir hayat ölüm uyuşmasıdır. Ölümden korkulmaz. Bir gün Allah’a dönüleceği kabul edilmiştir. Maddî güç, ordu ile mânevî güç dînin ahengi de böyledir. Asker ve ulemanın yetki sınırları akıllıca belirlenmiştir. Son merci dîvan, onun gücü yetmezse pâdişahtır. Pâdişah başkumandandır, ordunun başıdır. Pâdişah, halife-i ruy-ı zemindir. İslâm’ın başıdır. Pâdişah, derviş gâzilerin sultanıdır. Pâdişahın bu sıfatlarından şüpheye düşmek sapıtmaktır. Allah’a ortak koşmak dışında en büyük küfürdür. Böyle bir düzen kurulmuştur. Bu düzende hâkanın da çobanın da inancı aynıdır. Zevki ve hayat tarzı değişmez. Biri diğerinden daha iyi yetişmiştir ve daha çok yükselmiştir. Netîcede ikisi de insandır, şereflidir ve seçkindir. Tabiî ki hürdür. Basit bir misal: Sandalda Münir Nurettin Selçuk şarkı söylemektedir. Deniz kıyısındaki balıkçılar sesi tanıyıp tempo tutarlar. Vaziyeti seyreden bir yabancı, “Balıkçı gibi alt tabakadan birileri zirvedeki bir sanatkâra aşinalar.” diye hayret eder. Bunu hâtıralarına kaydeder. Kültür ve zevk aynıdır ve yüksektir. Çünkü “İnsan unsurunu hazırlayan, yönlendiren câmiler, tekkeler ve medreseler; hayâtı aynı bakış açılarından ve aynı ölçülerle kavrar, aynı değerleri savunurlar. Şerîatın temsil ettiği değer ve ahlakî ilkelerle, tasavvufunkiler arasında hiçbir noktadan mâhiyet yâhut derece farkı yoktur. Osmanlı’yı bilinen büyüklük ve üslûba kavuşturan bu kuruluşlardır. Kültür bütünlüğünü sağlayan, üslûp birliğini kuran onlardır. Hâkan ve saray, etraf ve halk sofraya aynı biçimde oturur. Besmele ile başlar, hamd ile bitirir. Misâfir sarayda ve köyde aynı şekilde karşılanır, ağırlanır ve uğurlanır. Çünkü hayâta şekil veren değerler müşterektir. Hayat üslûbu baştan ayağa millîdir. Beş vakit namazda yüz binlerce insan aynı edep ve erkân içinde, aynı kıbleye yönelip aynı ruh ve tavır içinden geçer. Her cuma Osmanlı ülkesinde Estergon Kalesi’nden Hicaz’a, Kırım’dan Afrika ortalarına kadar aynı muhtevâdan hutbeler okunur. Vâizler bu muazzam cemâate aynı inanç ve tavırları telkin eder, öğretirler. İmparatorluğun her yanında pâdişahtan çobanına kadar herkes aynı kitaptan fetvâ alarak hayâtını tanzim eder. Ölçüler aynıdır ve kitap tektir.” (4)

O Barbaros ki kraldır, gerçek bir hükümdârdır. Şahsî teşebbüsleri netîcesinde Cezayir’de bir devlet kurmuşlardı. Kuzey Afrika’ya Türk hâkimiyetini ilk defa onlar götürmüşlerdi. Şarlken İspanya’sına Akdeniz’i dar eden onlardı. Adam tanımakta ve önemli makamlara getireceği şahsı seçmekte büyük bir kâbiliyeti ve sezgisi olan Kanuni Sultan Süleyman, Barbaros Hayrettin Paşa’ya İstanbul’a gelmek emrini bir hatt-ı hümayun ile bildirdi. Barbaros hemen bütün amiralleri ile beraber İstanbul’a Cihan Devleti’nin payitahtına gelmeye karar verdi. Hâlbuki Şarlken Barbaros’un doğrudan doğruya Türk imparatorluğunun deniz kuvvetleri idâresini ele almaması için çok çalışmış; tahtlar, taçlar, servetler teklif etmişti. Barbaros, İslâmî hassasiyeti olan bir büyük amiraldi. Şu sözleri onun bu hassasiyetini açıkça göstermektedir: “Ehlî İslâm’ın vebâli boynunuza olsun! Bakalım memleketi Hristiyanlara karşı nasıl korursunuz?” Barbaros bu sözleri Cezayir eşrafına ve Tunus elçilerine şehrin anahtarlarını teslim ederken söylemişti. Cezayir’de halk sık sık ayaklanıp Türkleri istedi. Türk idâresinin nîzam ve emniyeti, bu idâre kalkar kalkmaz bir nîmet gibi göründü. Yalnız halk değil, ileri gelenler de Türkleri aramaya başladılar. Barbaros Hayrettin Paşa halkın büyük bir tezâhüratı içinde Cezayir şehrine girdi.

Barbaros; kralı olduğu ülkeden, hükümdârlıktan bu gönül ve ruhla, kendi rıâsıyla ferâgat etti. Ferâgatın boyutunu anlatabilmek için İstanbulluya seyrettirdiği zafer alayından söz etmek gerek: “Alayın önünde iki yüz esir gidiyordu. Bunlar, altın ve gümüş ganîmet eşyası taşıyorlardı. Sonra otuz Avrupalı esir asilzâde geliyordu. (…) iki yüz köleden müteşekkil bir delikanlılar kâfilesi bunu tâkip ediyordu. Bunlar arkalarında altın ve gümüş para dolu ağır torbalar taşıyorlardı. Daha sonra iki yüz esir çocuk geliyordu, başları ve boyunları mücevherlere boğulmuştu. Omuzlarında altın ve gümüş teller çekilmiş pek kıymetli kumaş topları vardı. Bu kâfileyi Avrupa’nın en güzel kızlarından müteşekkil iki yüz câriye tâkip ediyordu. Bunlar en güzel, değerli elbiseler giymişler; mücevherlere boğulmuşlardı. Daha sonra yüz develik bir kervan geliyordu ki ağırlığınca ganîmet eşyası yüklüydü. Bunu Afrika’nın en nâdir hayvanlarından müteşekkil bir topluluk tâkip ediyordu. Altın ve gümüş zincirler ile bağlanmış olan bu hayvanları bakıcıları sevk ediyordu. Bu muhteşem kâfileden sonra gâyet basit bir şekilde giyinmiş Barbaros ve mâhiyeti ile Türk leventleri geliyordu. (5)

O gün güzel bir kış günü idi. Soğuğa rağmen sâhil boyunca iki yüz bin İstanbullu toplanmıştı. Adı efsânelere karışan ve daha hayattayken masal kahramanı hâline gelen Barbaros’u görmek için halk birbiri üzerine yığıldı. İşte dünyânın en büyük amirali…

Son söz olarak Barbaros Hayrettin Paşa’nın kaptan-ı deryalığı kabulü ile dünya târihini değiştirdiğimiz bir dönem başladı. Şarlken tâcını Akdeniz’e atarak tahtını bıraktı. İspanya- Almanya beraberliği sona erdi. Akdeniz’i terk edip Atlas Okyanusu’na açılan İspanya okyanuslarda boy gösterdi.

Pâdişaha haber salınmasını isteyen Paşa’ya gelelim. O, II. Viyana Kuşatması’nda Osmanlı ordusunun sağ kanat kumandanı ihtiyar Vezir Koca İbrahim Paşa’dır. Akıncılar Orta Avrupa’yı çiğnemektedir. Başkumandan Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa şehri, zenginlikleri ve bozulmamış hâliyle ele geçirmek istemektedir. Yağmaya râzı olup emretse Viyana düşecek, sınırlarımız Atlas Okyanusu’na dayanacak. Fakat iki komutanın millî zaafımız çekememezlikten ileri gelen ihânetleri yüzünden dünyânın o zamana kadar gördüğü en büyük harp makinesi bozuldu. Tabiî ki Türk ordusu da bozuldu. Güneye ve doğuya doğru bir çekiliş başladı. Çok uzundu, iki buçuk asır devam etti. Viyana kurtuldu. Avrupa’da bütün kiliseler çanlar çalarak zaferi kutladı. Hristiyan âlemi Türk tehlikesinden kurtulmuştu. Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı bozguna uğratmak için öğleden sonra ortada hiçbir bozgun alâmeti yokken mâhiyetindeki bir kısım askerle Yanıkkale’ye doğru çekildi. Türk ordusunun üç kanadından birisinin çökmesine ve muhârebenin nihâî olarak kaybına sebep oldu. Paşa’nın Merzifonlu ile arası son derece bozuktu. Viyana Kuşatması’na muhâlif olduğu için sadrazamı yenilgiye uğratıp makâmını muhâfaza edecekti. Ordu, Yanıkkale önlerine geldi. Kara Mustafa Paşa burada beklemekte olan Budin Beylerbeyi Damat Koca İbrahim Paşa’yı otağına çağırdı. Titreyerek gelip sadrazamın eteğini öptü. Haklı bir asabiyet içinde olan Kara Mustafa Paşa derhal başını vurdurdu. İhanet; kıskandığı, kızdığı ve korktuğu serdarın askerî ve siyâsî hayâtını bitirmek içindi. Başı vurulmadan önce Çavuşbaşı’na: “Pâdişahımıza söyle, kaybımızı telâfi edecek ancak Mustafa Paşa’dır, azletmesin!” (6)

Sürekli çınlayan “Mağrur olma pâdişahım senden büyük Allah var.” avazı Sultan Alparslan vasiyetidir. O, bir kale muhâfızının zehirli hançer yarası ile yatmaktadır: “Bir tepe üzerine geldiğimizde ordumun azâmetinden ve askerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissettim ve kendi kendime ben dünyânın sultanıyım, bana kimsenin kudreti yetmez. Bu gurur yüzünden şu âciz duruma düştüm. Hâlbuki sefere giderken dâima Tanrı’dan yardım diledim.” der. Gerçekten Sultan Alparslan’ın hayâtının iki düsturu vardır. Biri başkasını ben sultanım edâsı ile küçük görmeme, diğeri kibirlenmemedir. Bu sebeple Nizamülmülk’e vasiyette bulunur. “Benden sonra gelenler halîfe olurlarsa bir teşkîlat kursunlar. Kendilerine ‘Gururlanma sultanım, senden büyük Allah var.’ dedirtsinler.” Osmanlı’da devam eden geleneğin başlangıcı bu vasiyettir. Kendinden sonra büyük Türk imparatorluk tahtına oturanlar bu vasiyeti yerine getirdiler. Alkış ve teveccühe yönelmediler. Zaferler ve sâhip oldukları güç dolayısıyla nefislerine uymadılar. Bütün kazandıklarının Cenab-ı Allah’tan olduğunu bildiler. Nitekim Fatih Sultan Mehmet, fetih günü kalabalıkların içinde Akşemsettin Hazretleri ile yürürken kendini o kadar belli etmedi ki hocasını pâdişah sandılar. Yavuz Sultan Selim üç yılda üç meydan savaşı kazanarak üç defa mareşal olmasına rağmen Ridaniye dönüşü Üsküdar’da bekledi. Halk uykuya çekildikten sonra sessizce Topkapı Sarayı’na gitti. Sırf halkın teveccühünden, alkışlarından kaçmak için…

Koçi Beğ’e ve hatta bütün Osmanlı aydınlarına göre imparatorluk bir nîzamının çöküşü, Şer-i Şerif’e riâyetsizlik ve Kanun-u Kadim’e sadâkatsizlikten ileri gelmiştir. Yâni hukuk kurallarına uymamaktan, hukuksuzluktan. Hukuksuzluk zulüm demektir. Zulümle devlet yaşamayacağına göre yıkılacaktır. Kanun-u Kadim’de adâlet bundan önemlidir ve olmazsa olmazdır. Adâlet olmazsa vaktiyle “Ah ne olaydı da siz bize kadimden beğ olsaydınız!” diyenler düşman kucağına atlarlar. “Memleket küfür ile durur ama zulüm ile durmaz.” Zîra insan şahsiyetinde ve davranışlarında bozulmalar başlar. Rüşvet, yalan, sûistîmal, istismar alır başını gider. İnanç ve ülkü sarsılır. İnsanlar güvenlerini kaybeder. Başkalarını taklit eder. Bu, kitabı “tek” olmaktan çıkarır. Yapılması gereken hukuka mutlak bağlılık ve dünya gidişâtına dikkat göstermektir. Bizi başka toplumlardan ayıran “farklılığı” korumak ve yeni alınan değerleri kendimize mâl etmektir. Biz, biz olmadıktan sonra Amerika’yı geçmişiz neye yarar?

Kaynakça

(1) Töre dergisi. Ocak 1974. Sayı 32

(2) A.g.d. s. 49

(3) A.g.d. s. 50

(4) Kösoğlu, Nevzat. Büyük Türk Klasikleri II. Cilt. İstanbul: Ötüken Yayınları. (1985). s. 92-94.

(5) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Tarihi III. Cilt. İstanbul: Ötüken Yayınları. (1983). s. 463.

(6) Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Tarihi IV. Cilt. İstanbul: Ötüken Yayınları. (1983). s. 39-40.

 

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.