Evvelâ bu yazıyı nâçizâne müktesebatım ile kaleme alma sâikimi ifâde etmekte fayda görüyorum. Uzun yıllardır süregelen ve hâlâ daha birtakım kimselerin kasıtlı sûistîmali ile sıcak tutulan şu iftirâlara yanıt olmasını arzu ediyorum: “Osmanlı Türklerin atası değil!’’,‘’Osmanlı Türk düşmanıdır!’’ ve ’’Türkçe hakir görülür, Arapça ve Farsça yüceltilirdi’’ gibi cümleleri siz de işittiniz değil mi? Haydi beraber bu iftirâlara ulaşabildiğim kaynaklardan daha çok imparatorluğun en uzun yüzyılında hükümdarlık yapmış, Sultan 2. Abdülhamit Han devrine odaklanarak cevap bulmaya çalışalım.

Osmanlı Beyliği bir Oğuz-Türkmen boyu tarafından kurulmuştur. Osmanlı Beyliği Söğüt’te kurulduğu 1299 yıllarında dört yüz atlıya sâhip bir uç beyliğiydi. Bizans ucundaki bu beylik bütün Türk âleminin ülküsünü temsil ediyor, Türk âleminin, fetret devirlerinde bile asla vazgeçmediği, ‘Cihan hâkimiyeti mefkûresini’ taşıyordu. İşte Türk târihinin şâhikası olan Devlet-i Âliyye, bir Türk boyu olarak Türk yöneticileri tarafından kurulmuştu.

Osmanlı Devleti’nin yöneticileri baştan îtibâren Türkçe konuşmuşlar, önce pençik sonra da devşirme yöntemiyle yönetici-kul tâifesine dâhil ettikleri kişileri öncelikle Türk kültürü ve Türkçe ile teçhiz etmişlerdir. İmparatorluk aşamasında Türk kelimesi giderek daha az kullanılır olmuş ve özellikle devşirme kökenli bâzı kişilerin edebi eserlerde “etrâk-i bî-idrak” gibi ifâdeler kullanması Osmanlıların Türklüğü aşağıladığı şeklinde yorumlanmıştır. Osmanlı kaynaklarının derinliğine analizinden, ‘Etrâk’ kavramının giderek saf etnik veya millî bir etiketten ziyâde sosyo-ekonomik yapıya ilişkin olduğunu, bu mefhumun ve aynı şekilde diğer etnik grup adlarının menfî kullanıldığı bağlamlarda bu gruplara mensup herkesten ziyâde muayyen kesimlerin kastedildiği anlaşılır. Osmanlı’nın kendini ifâde ediş biçimi bir yana dışarıdan onlara bakanlar Osmanlı Devleti’ni Türk İmparatorluğu, Osmanlı sultânını büyük Türk, Osmanlı ordusunu Türk ordusu, devşirmeler dâhil Anadolu ve Rumeli’deki Müslüman Osmanlı tebaasını Türk olarak tanımlamışlardır. Herkesin bildiği gibi Müslüman olanlara “Türk oldu” denilmekteydi. Şimdi ilgi çekici birkaç münferit misal verdikten sonra asıl üzerinde inceleme yapacağımız 2.Abdülhamit dönemindeki Türklük ve Türkçe’nin keyfiyetine bakalım.

Fâtih devrinde, 1470’lerde Âşıkpaşaoğlu tarafından yazılmış Tevârîh-i Âl-i Osman’da şu cümleler geçer: “Ve hem bir kardaşı var idi. Adına Kalayon derler idi. Yukarı sırtdağı hisar anun idi. Şimdiki zamanda Türk ona Koyun Hisarı derler. Bunlarun hisarınun üzerine Türk vardı… Ol zamanda cemi vilâyeti Türk almış idi. Türk kim Rum eline geçdi, ol kâfir hiç at arkasından inmedi”. Bu eseri yayımlayan Atsız Beğ, eserin sonuna bir de isimler cetveli koymuştur. Orada Türk kelimesinin eserde kaç defa geçtiğini görebiliyoruz: Tam 60 defa…(1)

Ahmed Vefik Paşanın 1888’de yazdığı Lehçe-i Osmânî’de geçen Türk maddesi: “Türk: Aslolan kadîm üç sülâlenin biri olup, şark Türkleri Uygur, Halıç, Karlıh gibi dört beş ulustan, yâni milletten ve garp Türkleri Oğuz, Kıpçak, Peçenek, Ağaçeri, Kuman, Kaysak, Kırgız, Kangulu gibi on kadar miletten ibarettir.”(2)

Şimdi Sultan 2.Abdülhamit devrindeki Türkçenin ehemmiyetini ve Türklük bilincini iki fâsılda tetkik edelim;

Sultan 2.Abdülhamit’in Türkçeciliği:

Devleti ve milleti uğruna büyük hizmetlerde bulunmuş Sultan Abdülaziz Han, Osmanlı’nın eski gücüne kavuşmasına mâni olmak isteyen yabancı devletlerin de desteğiyle birkaç gâfil devlet adamının tertibiyle tahttan indirildi ve ardından yine aynı tertiple 4 Haziran 1876’da şehît edildi. Bu hazin vakanın baş müsebbiplerinden olan Mithat Paşa’nın içinde bulunduğu anayasa komisyonu önce taslak olarak anayasayı sunmuştu. Taslakta bulunan bir ifâde Mabeyn Müşiri Said Paşa’nın uyarısı üzerine 2. Abdülhamit’in dikkatini çekti. Bu maddeye göre ‘’Osmanlı ülkesindeki her unsur kendi ana dilinde eğitim ve öğretim yapmakta serbesttir’’ deniyordu. Said Paşa bu ibârenin vatandaşlar arasında husumete sebebiyet verebilme ihtimâlî hasebiyle pâdişaha iletti. 2.Abdülhamit de aynı kanaatte olmasından mütevellit bu ibârenin taslaktan kaldırılmasını buyurdu. Devletin resmî dilinin Türkçe olduğu ayrıca milletvekili veya memur olabilmek için Türkçe bilmek mecbûriyeti bulunduğu hususu metne girdi. Hatta komisyonun bâzı üyeleri Arapçanın resmî dil olmasını istemişlerdi. Bunlardan biri olan Trablusşamlı Bahaeddin Dai, Türkçeyi küçümseyerek: “Peygamber Efendimiz Arapça konuşuyordu. Her pâdişah Türkçenin kısırlığına kurban olmamak için Arapça öğrenir. Anayasayı bu çeşitli halklara nasıl Türkçe olarak anlatabilirsiniz? O halde her unsurun kendi mektebi, kendi gazetesi, kendi kâtibi ve kendi dâiresi olmak gerekir!” demişti. Bu tartışmaların yaşandığı dönemde Abdülhamit, Mithat Paşa’yı çağırmış ve aynen şu ifâdeleri kullanmıştır: “Bilmelidirler Paşa! Kur’an-ı Kerim’i Arapça tilavet etmekten nasıl vazgeçmezsem, devletimin toprakları üzerinde Türkçe konuşulmasından da öyle vazgeçmem! Türk dilinden başkasını da kabul edemem. Böyle bir maddenin yer almayacağı anayasayı bana getirmeyiniz.” (3)

Bu hassâsiyetinin bir somut göstergesi olarak Fuat Köprülü’nün yayınladığı vesîkadan öğrendiğimiz,1894 yılında ülkedeki okullara göndertilen genelgeden birkaç alıntı ile ifâde etmeye çalışacağım.

’’Sözün güzel ve doğru söyleme kaidelerine uygun olabilmesi, diğer şartlarla birlikte alışılmamış kelimelerle söylenmeyişine bağlıdır. Yazı dilinde Arapça ve Farsça kelimelerin hepsi birden kullanılırsa bilinmeyen, alışılmayan birçok kelimeye rastlanmış olur. Mümkün olduğu kadar Türkçe kelimeler kullanılarak açık yazılmış sözler ise meramı ve maksadı tamamıyla anlatır. Böyle sözlerde daha ziyâde kolaylık ve akıcılık bulunacağı meydandadır.’’

‘’Osmanlı müellifleri, maksat ve meramlarının kolayca anlaşılması yoluna gitmeyip, ne kadar çok Arapça ve Farsça kelime bildiklerini göstermeyi mârifet sanmış, meselâ lisanımızda ‘taş’ sözü varken, onun yerine pek çok kimsenin meçhulü olan ‘senk’ veya ‘hacer’ kelimelerini kullanmayı zerâfete daha uygun zannetmişlerdir. Bu hal, birçok zararı ile birlikte dilimizde mevcut olan çok sayıda Türkçe kelimenin terkine ve unutulmasına sebep olmuştur.’’

‘’ Yazı dili için İstanbul ahâlisinin konuştuğu lisanın esas tutulması, cümleler gâyet sâde ve açık yazılarak kullanılan kelimelerin mümkün olduğu kadar Türkçe sözler olması herhalde çok faydalıdır.’’

‘’ Arapça kelimeler, Araplar için, Farsça kelimeler İranlılar için kolay sözlerdir. Fakat bu sözlerin İstanbul ahâlisince bilinenleri pek azdır. Ahâlinin daha çocukken anne ve babalarından işitip öğrendikleri kelimeler Türkçede alışıldık ve bunun dışındakiler ise alışılmadık sayılmalıdır. Osmanlı mekteplerinde Arapça ve Farsça lüzumlu olduğu için okutulmaktadır. Bu diller, Kur’an-ı Kerim’i doğru okumak, bugünkü fen kültürü terimlerini anlayabilmek ve icabında bu iki dille yazılmış kitapları okumaya muktedir olmak maksadıyla okutulur. Yoksa bu dillerin okutulması Türkçede Arabî ve Farisî kelimeler kullanmak için değildir. ‘’

‘’Babasına ‘Babacığım!’’ diyen bir çocuğun şu sâde ve mâsum söyleyişi kalbe tesir eder. Fakat aynı sözü ‘Peder-i vala-güherim’ tâbirine çevirirseniz bunu babası anlasa bile tesiri pek az olur.’’

Bu genelge işte bu hususların kitâbet hocalarına tembih edilmesi maksadıyla yazıldı. Bütün okullara gönderilmiş olması muhtemel olan bu genelge, Fuad Köprülü’nün de ifâdesiyle “Türkçe konusunda yapılan ilk resmî teşebbüs” olarak görülmektedir. (4)

  1. Abdülhamit Türkçe’nin anayasada resmî dil olması ve okullarda önemsenmesini savunmakla kalmamıştı. Yabancı okulların kendi mezhep ve dillerini öğreterek yaptıkları propagandayı önlemek için Osmanlı sınır boylarında mevcut bütün Hıristiyan mekteplerinde kesif bir şekilde Türkçe öğretilmesini emretmişti. Buna göre Türkçe imtihanları bakanlık temsilcisinin huzurunda yapılacak, okullar mütemâdiyen kontrol edilecek, Türkçe okutulmayanlar derhal kapatılacaktı. Bu uygulama beraberinde Türkçenin ıslâhı ile ilgili çalışacak komisyonları teşekkül ettirdi. 29 Eylül 1894 târihinde komisyonlar için vilâyetlere emir verildi. Yine Türkçeye verdiği değerle ilgili olarak Abdülhamit’in 1900 senesinde İstanbul’u ziyâret eden İran Şahı Muzafferüddin Kaçar’a yaptığı ricâ çok mânîdardır. Sultan bu ziyâret sırasında Şah’tan Azerbaycan’daki okullarda Türkçe okutulması ricâsında bulunmuştu. Muzafferüddin Şah, Abdülhamit’e yaptığı jestle henüz yoldayken, daha ülkesine bile ulaşmadan Azerbaycan okullarında Türkçenin öğretilmesi emrini vermişti.

2.Abdülhamit Türk Dünyâsı’nda Türkçe’nin ilerleyip gelişmesi için de çaba harcıyordu. Bu konuda verdiği emir şu şekildedir: “Rusya’daki Müslümanlar hem maârifin gelişmesi hem de millî dilleri olan Türkçe’nin terakkisi için mekteplerini ıslah etme çabası içindeler. Fakat şimdilik buna tam mânâsıyla muktedir değiller. Bu sebeple Türk Dünyâsı’ndan öğrencilerin İstanbul’a gelip burada ücretsiz olarak tahsillerinin sağlanması için gerekenler yapılsın’’. (5)

Sultan 2.Abdülhamit’in Türklük bilinci:

13 Temmuz 1878 târihli Berlin Antlaşması’nın giriş kısmı şöyle başlar: “Biz ki bilutfulmevlâ Türkistan ve şâmil olduğu memâlik ve büldânın pâdişahı, es sultan elgâzi Abdülhamit Han,İbnüssultan el-gâzi Abdülmecid Han, İbnüssultan el-gâzi Mahmud Han’ız” Görüldüğü üzere, Sultan Hamit devlet başkanlığını îfâ ettiği ülkesini Türkistan olarak tavsif ediyordu. Bu vesîka bile aslına bakarsak bu hususta oldukça kıymetli bilgi ihtivâ eder. 1883 yılında dış dünyadaki gelişmelerden rahatsız olup ‘’Türkiye’nin Türkler tarafından idâre edilmesi’’ gerektiğini vurgulaması da başlı başına mühim bir mâhiyet taşır. (6)

Uzun yıllar Mâbeyn Başkatipliğini yürütmüş ve pâdişahı çok yakından tanıyan kişiler arasındaki Tahsin Paşa’nın bu husustaki beyanı şöyle: “Sultan Hamit devrini yaşamış ve Hünkâr’ı yakından tanımış olanların mâlûmudur ki Sultan Hamit iki şeyden pek korkardı. Bunlardan biri borç, diğeri de aslî unsurun zarar görmesiydi. Onun nazarında aslî unsur Müslüman Türklerdi. Siyâsî konularda görüşü bu idi. Sultan Hamit’in evhamı kendi şahsının ve saltanatının muhâfazası endişesinden gelmekle beraber, aslî unsur olan Türk milletine zarar gelmesi ve bu unsurun zayıflayıp diğer unsurların, dâhilde ve hâriçte gördükleri kolaylıklar ve aldıkları yardımlar ile hükûmet idâresinde tesirleri onu korkuturdu.’’ (7)

Abdülhamit Han bir sabah penceresini açıp bahçeyi seyretmeye başlar. O sırada Anadolu’dan gelmiş bir Türk bahçıvan çiçekleri ve tarhları sulamaktadır ve pâdişahtan haberi yoktur. Bahçıvanın yanına yine pâdişahtan habersiz genç bir Arnavut subay gelir. Bahçıvan birdenbire istemeden bu subayın üzerine su sıçratır. Bunun üzerine öfkelenen subay, bahçıvana: “Pis Türk!” diye bağırır. İşte o anda Abdülhamit Han Arnavut subaya: “Unutmayınız ki, ben de Türküm!” diyerek tepki gösterir. (8)

2.Meşrûtiyet’in îlânının hemen öncesinde Başkâtip Tahsin Paşa’ya söyledikleri çok anlamlıdır: ’’Neme lazım benim Ferid Paşa, Said Paşa; bunların biri gitmiş ötekisi gelmiş bunun hiçbir ehemmiyeti yok. Bir hükûmdar için lâzım olan şey memleket menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanun-i Esasi’nin îlânında ise o da yapılıyor. Fakat iyi tatbik olunur mu, Türk’ün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını kestiremiyorum’’(9)

Osmanlılar, “vatan” yerine bazen “mülk”, “memleket” ve “memâlik” kelimelerini kullanmıştır. Osmanlı için bütün topraklar “mülk”tür ve bu kelime de vatanla aynı anlama gelmektedir. Vatan kavramı, bugün bizim anladığımız mânâsıyla “mülk” kelimesiyle, fiilî bir realite olarak hep dipdiri, canlı olarak yaşamıştır. Bir fütûhat devleti olan Osmanlı Devleti için bu anlamda, ülkenin her tarafı aynı mukaddes vatandır; vatan olduğu için de ne pahasına olursa olsun, muhâfaza ve müdâfaa edilir telakkisi mevcuttu. Türklerin toprak anlayışı ve vatan sevgisi hakkındaki duygu ve düşüncelerini aktaran önemli bir isim 9. asır Arap müellifi El-Câhiz’dir. Câhiz: “Türkler Araplardan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazla sâhip millettir. Çünkü onların vücutlarının terkibinde, tabiatlarının karışımında başka milletlerin sâhip olmadıkları derecede memleketlerine, topraklarına dâir husûsiyetler, vatanlarının suyuna çekme hassesi ve diğer kardeşlerine benzerlik vardı. Vatan sevgisi, bütün insanları ve bütün memleketleri kapsayan bir husûsiyet olmakla beraber aralarında benzerlik, uygunluk, vücut benzerliği ve vücutlarındaki terkibin aynı olması dolayısıyla Türklerde diğer milletlerden daha fazla ve daha köklüdür. Görmüyor musun? Ebu–Abdi ‘Allah memleketleri vatan sevgisi ile mamûr etti’ der.”  İbn–el–Zubayr ise “İnsanlar kendilerine düşen hisseler içinde hiç birisinden, vatanlarından memnun oldukları kadar memnun olmazlar.” sözleriyle Türklerin vatanları ile olan ilişkilerini müşâhedeye dayanarak ifâde etmektedir. (10) Bu anlayışın Sultan 2.Abdülhamit’in şahsında ve politikasında da devam ettiğini şu vaka ile müşâhede edebiliriz:

Tunuslu Hayrettin Paşa’nın sadâreti sırasında yaşanan bir olay da 2.Abdülhamit’in Türklük anlayışı hakkında yeteri kadar fikir verecek derecededir. 1879 yılında Mısır’daki Fransız ve İngiliz konsoloslukları Vâli İsmail Paşa’nın görevden alınmasını talep etmişlerdi. İsmail Paşa ise pâdişaha sığınarak kendisinin korunmasını istedi. Tunuslu Hayrettin Paşa vâlinin derhal azledilmesi taraftarıydı. Bu yapılmadığı takdirde İngiltere ve Fransa’nın kuvvet kullanarak Mısır’a müdâhale edeceğini tahmin ediyordu. Azli halinde bunun aynı zamanda devletinin gücünün gösterilmesi anlamına da geleceğini söylüyordu. Buna karşılık saraydaki Mabeyn mensupları İsmail Paşa’nın vâlilikte kalması taraftarıydı. 2.Abdülhamit’e verdikleri raporlarda Hayrettin Paşa’nın Tunus, Trablusgarp ve Mısır’ı içine alan bir Arap Devleti kurmanın peşinde olduğu ifâde ediliyordu. Pâdişah İsmail Paşa’yı azletmek yerine İngiltere ve Fransa’ya direnmeyi tercih etti. Fakat Tunuslu Hayrettin Paşa kendi fikrini kabul ettirmek için direndi. Bunun üzerine 2.Abdülhamit sadrâzamı şu sert sözlerle uyardı: “Paşam! Paşam! Ben Türk’üm Türk olarak kalacağım’’ (11)

2.Abdülhamit şahsî güvenliğine çok dikkat eden bir Pâdişahtı. Çünkü tahta çıktığı ilk yıllardan itibaren sûikast girişimleri hiç bitmemiş ve amcası Abdülaziz Han böyle bir sûikaste kurban gitmişti. Bunun için Yıldız Sarayı’nda kendine bağlı askerlerden oluşan bir muhâfız bölüğü ihdas etmişti. Bu bölüğün en önemli unsurlarını Bilecik, Söğüt ve Eskişehir havâlisine yerleşmiş Türk boylarından, nâmuslu oluşları, mertlikleri, cesâretleri ve dürüstlükleri ile nâm salmış Karakeçili aşîreti mensupları oluştururdu. 2.Abdülhamit Karakeçililere ziyâdesiyle güvenirdi. Bu sebeple, her gece yattıktan sonra kapısı kilitlendiğinde, odasının dış tarafında, kapının önüne yapılan yer yataklarında bir harem ağası ve Karakeçili aşîretinden bir muhâfız muhakkak bulunurdu. Karakeçili aşîreti mensuplarından sarayda 200 kişilik bir bölük mevcuttu. Bunlara Söğüt Alayı denirdi. Söğüt Alayı’na seçilecek askerler bizzat Sultan 2.Abdülhamit Han tarafından seçilirdi. Sultan Hamit bunlara ‘’Öz hemşerilerim’’ diye hitap ederdi. (12)

Türk târihinin şâhikası olan Osmanlı Devleti’nin nasıl kurulduğu konusunda araştırma yapılmasını ve kendine rapor halinde sunulmasını istemişti. Kendisine bu konuda sunulan raporda, Osmanlıların Oğuz boyundan olmaları, Anadolu’ya nasıl geldikleri gibi hususlarda bilgi verilmekteydi. Osmanlı soyunun Oğuzlara dayandıran söylemin ders kitaplarında yer aldığını, özellikle askerî okul ders kitaplarında Türklük duygusunu daha ön plana çıkarır tarzda bilgiler verildiğini de belirtmek gerekir. Osman Gâzi’nin hükûmranlığını îlân ettiği ve ilk Cuma hutbesini okutup namaz kıldığı câmi tespit edilmiş, Ertuğrul Gâzi türbesi etrafı ihyâ edilmiş ve Ertuğrul Gâzi’nin annesi Hayme Hatun’un İnegöl kazası Domaniç nâhiyesinde gömülü olduğunu tespit ettirmiş, buraya da bir türbe yaptırmıştı. Her yıl Devlet-i Aliyye mensubu târihî şahsiyetlerin türbelerinde törenler yapılması ihmal edilmemişti. Selanikli Tevfik’in Osmanlı Târihi adlı kitabı rüştiye düzeyinde ders kitabı olarak okutulmuştu. Bu kitapta Osmanlı Hânedanı’nın sâdece Türk soyundan geldiğinin belirtilmesi ile yetinilmemiş, Türklerin ne kadar büyük bir millet olduğunun sürekli üzerinden geçilmiştir. Buna göre hem sultanın tebaa hem de sultanın kendisinin ataları, ‘Türk’ adı verilen güzîde bir millete mensuplardı. Bu Türk milleti, Asya kıtasının merkezindeki Altay Dağları’na yakın bölgede târih sahnesine çıkmıştı. Kısa bir zamanda Türk milleti cesâreti, mûnis tavırları ve güzelliğiyle temâyüz etmişti. Oğuz Han bu soyun en büyük ve en ünlü hükûmdarıydı. Oğuz Han’dan îtibâren Türklerin nâmı, cihanşümul bir boyut ihraz etmişti. ‘’Sevgili büyük pâdişahımızın cedd-i alâları ve pâdişahın bizim gibi kulu olanların büyük babaları Türk nâmı verilen bir şanlı kavme mensubturlar. Bu Türk kavmi Asya kıtasının orta cihetlerinde Altun(Altay) Dağları civarında zuhur etmişler. Türk kavmi diğer kavimler arasında yiğitlik,güzel huyluluk, güzellik ile şöhret almıştır; meşhur Oğuz Han bu kavmin en meşhur hükûmdarıdır. Oğuz Han aynı zamanından îtibâren Türk kavminin nâmı etrafa yayılmağa başladı’’ (13)

Mâlûmaliniz, Orhun Âbideleri ilk kez çözümlenip okunması, 1893 târihinde Danimarkalı Filolog Wilhelm Tomsen ve ona yardımcı olan Rus Türkolog Vasily Rudlof tarafından yapılmıştır. Göktürk Alfabesi’ni çözümleyen Tomsen’in bu çalışması, “Türkler barbardır ve medenî birikimleri yoktur” diyen Avrupa’nın suratına âdeta bir tokat gibi inmiş, Bilge Kağan’ın o ibretlik sözleri, binlerce yıl sonra tüm dünya tarafından bir kez daha duyulmuştur. Tam da bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun tahtında oturan 2.Abdülhamit, bu çok mühim gelişmeye duyarsız kalmamış ve Göktürk alfabesi ile ilgili bâzı çalışmalar başlatmıştır. Bu noktada arşivlerde karşımıza Orhun Âbideleri’nin Osmanlıca yazıyla kaleme alınmış bazı örnekleri çıkmıştır. Bu çalışmaların odağında hangi vakanüvisin olduğu net olmamakla birlikte, tahminlere göre bu çalışma son dönem Osmanlı vakanüvislerinin en önemlilerinden biri olan Abdurrahman Şeref Bey (Laç) tarafından yapıldığı düşünülüyor. Sultan Abdülhamit Han, bu eski Türkçe metne büyük bir önem vermiş, Orhun Âbideleri’nin Türk târihinin ne kadar köklü olduğunu kanıtlayan birer delil olduğunun bilincinde Wilhelm Tomsen’i ödüllendirmiştir. Kaynaklar Abdülhamit döneminde Tomsen’in Osmanlı Nişanı’yla ödüllendirildiğini göstermekle birlikte, bu büyük filolog sonrasında Sultan 5.Mehmet Reşat’tan da Mecidiye Nişanı almıştır. (14)

Üzerindeki katil, kanlı, müstebit, Kızıl Sultan, câhil ve korkak olarak tanımlanan yaftalardan uzunca bir süre bir türlü sıyrılamayan lâkin hakîkî çehresine âit parça parça teşhis çizgileri artık tespit edilmeye başlanan toplumun en büyük haksızlığa uğramış târihî şahsiyetlerinden biri Sultan II. Abdülhamit Han’dır. Dâima aleyhinde işlenen propagandanın tesiriyle yeterince tanınamamış ve 2.Abdülhamîd’i saran inceliklerle beraber saf hakîkate âit hususlar memleketimizde hâlâ anlaşılamamıştır, bu yüzden tâlihsiz bir hükûmdardır. Oysaki kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği kişilerin bile ihânetine uğrayan ve dağılmak üzere olan her bir karışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan büyük bir pâdişahtır. Sultan 2.  Abdülhamit’in, kendi ifâdesiyle söylersek, yegâne emeli, “devlet ve milletin saadet ve selameti ve din-i mübin-i İslamın bekâsıdır.”

Son olarak da İlber Ortaylı hocanın ‘’Türklerin Altın Çağı’’ eserindeki şu pasajı aktarsak sanırım yazının muhtevâsına muvâfık bir taşı gediğe koyma cümlesi olur:

Soru: Osmanlı’nın Türklükle ilgili bir sorunu var mıydı?

Cevap: Osmanlı Devleti’ni Türkçü olmamakla suçlamak…Bunun kuşkusuz hiçbir realiteyle alâkası yoktur. Osmanlı Türk’tür, ordunun dili Türkçedir, kançılaryanın ’diplomasinin’ dili Türkçedir. Devleti kuran hâkim unsur bir Türk aşîretidir. Bu imparatorluk Türk’tür!

İnşallah bu yazım Sultan Abdülhamit Han ve Osmanlı hakkındaki Türk kimliği üzerinden iftirâlar hakkında yeniden düşünmeye ve sıkça duyduğumuz iftirâ ihtivâ eden cümlelerin gerçeklik payı olup olmadığını tahlil etmeye sevk etmiştir. Ayrıca Sultan Abdülhamit Han hatâsı ve sevabıyla târihte kendine yer bulmuş büyük hükûmdarlarımızdandır. Hatâlarından ders çıkarıp, başarılarını devam ettirmeliyiz. Onu saygıyla anarak, ruhuna bir Fâtiha okuyalım. Gerisi lâf-ı güzaftır.

Kaynakça:

(1) Atsız, Hüseyin Nihal. Aşıkpaşaoğlu Târihi. Ötüken Neşriyat.

(2) Ahmet Vefik Paşa. Lehce-i Osmani. Türk Dil Kurumu Yayınları.

(3) Sevinç, Necdet. Osmanlı’nın Yükselişi ve Çöküşü. İstanbul. 200.

(4) Sevinç, Necdet. Türkçe ve Abdülhamit-1.Halka ve Olaylara Tercüman.

(5)(11)(13) Engin, Vahdettin. Bir Devrin Son Sultanı: II. Abdülhamit. Yeditepe Yayınevi.

(6) (7) (8) a.g.e

(10) Engin, Muharrem. Ebulgâzi Bahadır Han, Şecere-i Terâkime (Türklerin Soy Kütüğü). İstanbul:Tercüman 1001 Temel Eser.

(12) Öztuna, Yılmaz.  2. Abdülhamit Zamanı ve Şahsiyeti. Ötüken Neşriyat.

(14)https://www.turktoyu.com/2-abdulHamit-donemi-nde-gokturkce-calismalari

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.