Türkiye’de ‘din eğitiminden’ söz ederken temelde, büyük Türk milletinin, sosyal bir vâkıa olarak böyle bir eğitimi zâten yapmakta bulunduğunu belirtmeliyiz. Din eğitimi, sosyolojik hayat içinde ‘yaygın eğitimimizin’ çok önemli bir parçası, belki de temelidir.
Genç nesiller, âileleri içinde doğup büyürken Müslüman-Türk milletinin vicdânında taşıdığı ve hayâtına tatbik ettiği ‘dinî değerleri’ tevârüs ederler. Daha sonra bu değerleri ‘ocak başı sohbetlerinde’ besler, câmilerdeki vaazlar ve köy odasındaki konuşmalarla geliştirirler. Hepimiz, şehirde olsun köyde olsun çocukluk günlerimizi hatırlayalım. İlk câmiye gidişimizi, teravih ve cuma namazlarımızı, ramazan ve bayram günlerini, gizli veya açık Kur’an-ı Kerim öğrenmek için çırpınışlarımızı, heyecanla dinlediğimiz Mevlid-i Şerifleri, peygamber ve evliyâ menkîbelerini, ‘Sahâbî cenklerini’ Yunus Emre, Eşref-i Rumî ilâhilerini, yemekten sonra ve uyumadan önce yaptığımız en içten duaları… Bir bir düşünün. Her Müslüman çocuğu gibi bizim de kulaklarımıza ezan ve kâmetler okunarak adlarımız konmuş bulunmaktadır. Kısaca analarımız, babalarımız doğduğumuz andan îtibâren güçleri nispetinde bizi birer Müslüman-Türk olarak yetiştirmek için çırpınmış ve bizde, bu ruhu ve şuuru görünce de bahtiyar olmuşlardır. Hele yüksek tahsilini bitirdiği hâlde bu ruh ve şuuru kaybetmemiş çocukları ile yalnız âileler değil, bütün hemşeriler iftihar ederler. Türk milleti, câmilerinde rütbe ve mevki sâhibi oğullarını görünce başını daha dik tutarak yürümekte, âdeta kendinden geçmektedir. Hepimiz bu duygunun ne demek olduğunu çok iyi biliriz. Bu duyguları dile getirdiği için olacak Yahya Kemal’in ‘Ezansız Semtler’ adlı yazısını gözyaşları ile birkaç defa okuduğumu hatırlıyorum.
Milletimiz çocuğunu, kendi millî kültürü içinde dindar ve İslâm ahlâkı ile yoğrulmuş olarak geliştirmek istemektedir. Esasen bu onun en tabiî hakkıdır. Hiçbir sûretle bu hak ihlâl edilemez. Fakat takdir edileceği üzere ‘yaygın din eğitimi’ sistemsiz, plânsız ve programsızdır. Üstelik ‘yetkili’ olmayan ellerdedir. Bu sebepten tehlikelere mâruzdur. Zâten okul, ‘yaygın eğitimin’ bu kusurundan doğmuş bulunmaktadır. Türk milleti, okul açarken ondan bu ‘temel ihtiyacına’ da cevap vermesini haklı olarak beklemektedir. Okullarımız, millet çocuklarına, gerçekte muhtaç olduğu ‘din eğitimini’ vermelidir. Üstelik, bu işi ciddiyetle ve samîmiyetle yürütmelidir. Din eğitimi ve öğretimi, milletin çok hassas olduğu bir konudur. Bu konudaki gayr-ı ciddî ve samîmîyetsiz tavır ve davranışları çok çabuk sezer. Millet, ‘resmî din eğitiminin’ samîmîyetsiz ellerde, mecrâsından saptırılarak yapıldığını görürse okullarda’ verilen din eğitim ve öğretiminin yetersiz kaldığını anlarsa hemen gizli ve gayr-ı resmî din eğitimine ve öğretimine kapılanır. Bununla da kalmaz, ‘resmî din eğitimine ve okula’ cephe alır. Bugün ülkemizde bu problemi, bütün çıplaklığı ile yaşamakta bulunuyoruz. Ülkemiz gizli din okullarının bulunuşunun gerçek sebebi milletimizin, okullarımızda okutulan ‘din derslerinin’ yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Milletimiz, resmi okullardaki din eğitiminin haftada bir saat olmasının yanında bu eğitimin maksadı, şekli, muhtevâsı ve metodu üzerinde esaslı tereddütler içinde bulunmaktadır.
Türk milleti, kendi devletinden gerçek, ciddî ve samîmî bir din eğitimi ve öğretimi istemek hakkına sâhiptir. Birleşmiş Milletlerin 1949 yılında yayınladığı ‘İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi’nin’ 18. maddesi her şahıs, “Dinini ve kanaatini tek başına ve topluca açık olarak veya özel sûrette öğretim, tatbîkat, ibâdet ve âyinlerle izhar etmek hürriyetine sâhiptir” der. Türk devleti, bu beyannâmeye imzâ koymuş bulunmaktadır.
Kaynakça
(1) Arvasi, S. Ahmet. Türk- İslâm Ülküsü 1. s. 381-383
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.