Merhaba arkadaşlar, son aylarda milletimizin gündemini işgal eden en önemli konular hayat pahalılığı, Afganistan’dan gelen mülteciler meselesi ve Taliban örgütünün Afganistan’da yönetimi ele geçirmesinden sonra yaptıkları üzerinden mezheplerin ve genel mânâda din-devlet ilişkilerinin niteliği konuları oldu.
Taliban kendisini Hanefî olarak tanımlayan bir örgüt. Enteresan bir şekilde Türkiye’de yaşayan millet mensuplarımızın da çok büyük bir kısmı da kendilerini Hanefî mezhebi mensubu olarak tanımlıyorlar. Bu durum devletimizin en yetkili ağzından da geçtiğimiz aylarda “Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alâkalı ters bir yanı yok. Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum.” sözleri ile de teyit edilmiş oldu. Size soruyorum kendinize ve çevrenize bir bakın ve televizyonlardan gördüğünüz kadar Taliban mensuplarına bir bakın. Benzer bir taraf görüyor musunuz? Ben görmüyorum o zaman aramızdaki kâğıt üzerindeki isim benzerliği olan Hanefîlik mezhebi bizde neden bu şekilde ortaya çıkarken Afgan topraklarında Taliban mensuplarında bu derece farklı ortaya çıkıyor?
Bu soruların cevabını vermek için konuları biraz daha temelden analiz etmemiz gerekiyor. Her toplumun inancına kaynaklık eden bâzı metinler vardır. Bu metinlerin Hristiyanlarda ki karşılığı İnciller, Yahûdilerde ki karşılığı Tevrat ve Talmut gibi kaynaklar bizdeki karşılığı ise Allah’ın bize iletmiş olduğu bilgileri içeren Kur’an-ı Kerim, Peygamberimizin nesilden nesile yaşanarak aktarılan davranış kalıplarını içeren sünnetleri ve yine Kur’an’ın anlaşılması ve Müslümanların karşılaştıkları bâzı sorunların çözümüne katkı sağlamak için ifâde ettiği sözleri içeren hadislerdir. Türk milletinin kâhir ekseriyeti Müslüman olduğu için diğer dinlere âit metinlere değinmeden İslâm inancına kaynaklık eden metinlere yoğunlaşmaya çalışacağız.
Kur’an-ı Kerim bugünden takrîben 1410 sene önce inmeye başlamış ve yaklaşık olarak yirmi üç yılda tamamlanmış bir kitaptır. Kur’an-ı Kerim içerisindeki âyetleri genel mânâda 3 ana grupta toplamak mümkündür.
Grup âyetler inanç âyetleridir. Bizim îmanın esasları dediğimiz Allah’ın varlığı ve birliği peygamberlerin hak oluşu ve Allah’tan bize vahiy iletmeleri, bu vahyi getiren melekler, âhiret ve dünyâda yapılan iyi veya kötü işlerin ölüm sonrası hayatta bir karşılığı olacağı gibi.
Grup âyetler ibâdet ve ahlâk âyetleridir. Bu âyetleri sadece İslâm’ın beş şartı olarak bilinen Kelime-i Şehâdet, oruç, namaz, hac ve zekâtla sınırlı görmeyip Allah’ı anmaktan başlayıp akrabâya iyilik, Kur’an okumak ve anlamaya çalışmak, aklını işletmek, düşünmek ve en önemlisi toplumu ıslâh etmeye dönük işler bütünü olan sâlih amel prensibi hep bu âyetlerin kapsamındadır.
Ve son grup da muâmelât ve hukuk âyetleri diyebileceğimiz âyetlerdir. Bu âyetlerin içerisine borç alıp verirken senet yapılmasından tutun da nikâh şâhitliği, mîras hukuku, savaş hukuku, âile hukuku gibi birçok konunun girdiği âyetlerdir. “Bu grupların her birinde yer alan âyetlerin sayısı kesin olmamakla birlikte, son zamanlarda benimsenen bir tasnife göre, bunların yüz kırkı ibâdetlere, yetmişi âile hukukuna, yetmişi medenî hukuka, otuzu cezâ hukukuna, on üç veya yirmisi usûl-i muhâkemata, yirmi ikisi harp ve sulh hukukuna, onu da malî ve iktisâdî konulara dairdir.” (1) Gördüğünüz gibi Kur’an’da hukuk ve muâmelât âyetlerinin sayısı iki yüz yirmi iki âyet civarındadır.
Hazreti Peygamber’in yaşadığı dönemde temelini inanç ibâdet ve ahlâk âyetlerinin aldığı sistem bu iki yüz yirmi iki hukuk âyeti, Arap örfü ve Hazreti Peygamber’in rehberliği câhiliye karanlığından bizim saâdet asrı dediğimiz dönemi meydana getirmiştir.
Lâkin Hazreti Peygamber’in ölümünden hemen sonraki dönemlerden îtibâren Müslümanlar değişik konularda anlaşmazlığa düşmeye başladılar. Bunların başında Hazreti Peygamber’den sonra devlet başkanlığı görevini kimin yürüteceği, zekât vermeyen topluluklar ile olan mücâdele şekli Hazreti Ebû Bekir döneminin göze batan sorunları oldu. Ardından Hz. Ömer döneminde Arap İslâm Devleti tüm kurumları ile teşekkül etmeye başladı. Yeni fethedilen coğrafyalardaki topluluklar ile kurulacak ilişki şekli, buralardan gelen ganimetin paylaşımı, bu bölgelerdeki Müslüman olmayan kadınlar ile âile kurmanın uygun olup olmaması bu dönemin güncel sorunları olarak tartışıldı. Yeni fethedilen bölgelere yetişmiş bürokrat eksikliği nedeniyle Emevi soyundan valiler atanmak zorunda kalınması da bu dönemin sonraki dönemlere bıraktığı en çetin problem kaynaklarından oldu.
Hz. Ebûbekir ve Ömer’in Mekke ve Medine’nin köklü aşiretlerinden gelmeyişlerinden ve şahsî karizmalarından dolayı kafasını kaldıramayan kabilecilik zihniyeti Hz. Osman ile birlikte hortladı ve Arap İslâm Devleti’nin her bölgesinde bugün dahi başımızdan gitmeyen îtibardan tâviz olmaz safsatası ile mal mülk edinme ve gösteriş yapma uygulamaları Hz. Osman’ın âile çevresi olan sonraki dönemlerde Emevi Devleti’ni kuracak olan Ümeyyeoğulları üzerinden coğrafyaya yayılmaya başladı. Muâviye Şam’da yaptırdığı büyük saraydan bu dönemde iktidar planları yapmaya başladı. Ve Hazreti Osman’ın şehit edilmesi sonrası tertip ettiği ayak oyunları ile olayları yatıştırmaya çalışan Allah’ın Arslanı Hz. Ali’nin üzerine ordu gönderecek gücü bu dönemlerden devşirmeye başladı.
Hazreti Ali dönemi kendinden önceki Hazreti Ömer döneminde birikmeye başlayan ve Hazreti Osman zamanında tavan yapan kabilecilik çıbanının patlayıp pisliğini her yöne akıttığı bir dönem oldu. Bu dönemde ilk defa Müslümanlar topyekûn birbirine kılıç çekip harp etti. Cemel ve Sıffin savaşlarında seksen binden fazla sahâbe hayatını kaybetti. Bu savaşlar sonrası yine bir kısım siyasî oyunlar ile Hz Ali’den Halifelik alınıp Muâviye’ye devredildi. Allah’ın Arslanı Ali hâin bir tuzakla sabah namazına giderken şehit edildi. O gün Ali’yi şehit edenler bugün Irak’ta, Suriye’de, ve Afganistan’da gördüğümüz El Kaide, IŞİD gibi örgütlerin dedeleri diyebileceğimiz târihte Hâricîler olarak bilinen bir gruptu. Bu grup Hz. Ali ile Muâviye mücâdelesi sonrası barış amaçlı yapılan bir toplantıda ara buluculuk yapılması için atanan Hakemleri Kur’an’a ve dolayısı ile dine aykırı görerek “HÜKÜM ANCAK ALLAH’A ÂİTTİR” şeklinde sloganlar atıp ayrılmışlar ve Hakem olayına rıza gösterenleri Hazreti Ali başta dinden dönen yani mürted olarak görüp öldürülmelerini dinen gereklilik saymışlardır.
Bu dönem sonrası İslâm fikriyatında çok önemli farklılaşmalar görülmüştür. En başta bir Müslümanın bir başka Müslüman tarafından öldürülmesi durumunda ölenin ve öldürülenin âkıbetinin ne olacağı. Allah yolunda öldürülenler şehit sayılırken bu savaşlarda ölenlerin şehit olup olmadığı. Haksız yere öldürmenin Kur’an’da büyük günahlardan sayılmasından dolayı bir Müslüman kardeşini öldürenin büyük günah işleyip işlemediği ve cennete mi cehenneme mi gideceği gibi konularda ki farklı düşünceler İslâm târihindeki mezheplerin ilke temellerini atmıştır. Daha sonraki dönemlerde Müslümanların çok farklı coğrafyalar da farklı kültürlerle tanışmaları bu kültürlere mensup olanların İslâm’ı kabul etmeleri ile başlayan süreç farklı sorunlara farklı cevaplar üretme ihtiyâcı doğurmuş ve mezheplerin sayıları giderek artmıştır.
Netice îtibâriyle on bin civarı ağırlıklı olarak Arap olan bir coğrafyanın ihtiyaçlarını çok rahat gören iki yüz yirmi iki âyet ve peygamber uygulamaları zaman içerisinde sayıları milyonları bulan ve dört kıtaya yayılan Müslümanların ihtiyaçlarını karşılayamaz olduğu için mezhepler Kur’an ve Peygamber uygulamaları ile çelişmeyecek bir şekilde yeni hükümler ortaya koymaya başlamışlardır.
Bu târihî arka planı verdikten sonra mezheplerin genel yapılarındaki en temel farka değinmek istiyorum. Bu fark AKILCILIK ve NAKİLCİLİK kelimeleri ile îzah edilebilecek olan temel ayrışmadır.
Mezheplerde sorun çözme yöntemi aşağıda alıntı yapacağımız Hazreti Peygamber ile Yemen’e vali olarak atadığı Muâz Bin Cebel arasındaki konuşmada geçtiği şekilde işler. Peygamberimiz:
“Sana hâlli için herhangi bir dâvâ getirildiği zaman nasıl ve neye göre hüküm verirsin?” diye sordu.
Hz. Muâz, “Allah’ın kitabındaki hükümlerle hüküm veririm.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Eğer Allah’ın kitabında onunla ilgili bir hüküm bulamazsan neye göre hüküm verirsin?” diye sordu.
Hz. Muâz,”Resûlullah’ın sünnetine göre hüküm veririm.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sefer, “Resûlullah’ın sünnetinde de onunla ilgili bir hüküm bulamazsan, ne yaparsın?” diye sordu.
Hz. Muâz,”O zaman, kendi görüşüme göre içtihat eder, hüküm veririm.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz bundan son derece memnun oldu. Bu memnûniyetini şöyle ifâde etti:
“Allah’a hamdolsun ki, Resûlullah’ın elçisini, Resûlullah’ın râzı olduğu şeye muvaffak kıldı.”
Görüldüğü gibi içtihat yani yeni bir hüküm ortaya koyma şekli sırasıyla önce Kur’an ardından sünnete bakılarak bunlarda bir hükme rastlanmaz ise bu iki bilgi kaynağının temel yönlendirmelerine uygun bir şekilde kişinin kendi aklına dayanarak verilirdi.
İlk dönem Hâricîlik hariç tüm mezheplerde görülen bu uygulama şekli sonraki yüzyıllara gelindiğinde yerini Kitap-sünnet ve mezhep imamlarının görüşlerine bakarak yorum yapmaya bıraktı. Yeni bir sorunla karşılaşıldığında Kur’an ve sünnetle çelişmeden sorunu akılla çözme gayreti yerini bizden önceki imamların görüşlerinden hareketle çözmeliyiz şekline dönüştü. Yani akıl ciddi mânâ da devre dışı bırakıldı. Aklın bu derece devre dışı bırakılmasında Abbâsîler döneminde son derece akılcı bir mezhep olarak ortaya çıkan Mûtezile Mezhebinin kendinden olmayanlara karşı devletin gücünü de arkasına alarak uygulamış olduğu haksız zorbalıklar sonrası iktidar gücünü kaybetmeleri ile birlikte tam karşıt bir kıyıma ve baskıya uğramalarının da etkisi büyüktür. Mûtezile sonrası dönemlerde akılcı yaklaşımlara karşı nakilci yapılar çok mesâfeli durmuş ve İslâm toplumlarının ana akımlarını bu mezhepler oluşturmuşlardır. Farklı coğrafyalarda farklı zaman dilimleri içinde de aynı mezhebe bağlı olanlar arasında dahi farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Örneğin mezhep imamları arasında en akılcı olarak bilinen Ebû Hanîfe ve onun görüşleri çerçevesinde teşekkül eden Hanefîlik içerisinde bugün Türkiye Hanefîliği ile Taliban Hanefîliği ciddi farklılık göstermektedir. Bunun nedeni Türkiye Hanefîliğinin kökeninde bin sekiz yüzlerin sonu ve bin dokuz yüzlerin başlarında tesir eden ve başını Tataristan’da yerleşik Türk mütefekkirlerinin çektiği CEDİTÇİ Hanefîliğin yer almasıdır. Cedit hareketi önce Tataristan Türklerindeki milliyetçilik ateşini yakmış ardından Cedit okulları üzerinden tüm Türkistan coğrafyasını uyandırmış ve TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ fikrini Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu fikri haline gelmesini sağlamıştır. Atatürk dönemi din politikalarının da belirlenirken Hanefî-Mâtürîdî akılcı çizginin benimsenmiş olmasının altında yatan sebep de budur. Hanefîliğin akılcı yönlerinin tekrar uyandırılması ile karşılaşılan sorunlara İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin de yaptığı gibi KUR’AN-SÜNNET çizgisinde istihsan yani sosyal fayda amaçlı akılcılığı ile ön plana çıkan CEDİTÇİ Hanefîlik, Taliban zihniyetinin kökenindeki Diyobendi Kadimci Hanefîlikten ayrılır. Diyobendi Hanefîlik aslında İmâm-ı Âzam’dan çok sonraki dönemlerde Hanefîliğin skolastik yapısını temel almış ve yeni sorunlara karşı çözüm üretirken aklı kullanmak yerine tamamen eski kaynaklarda geçen geleneksel yorumları baz almıştır. Bu yorumları baz almalarında Taliban diyobendiliğinin bir imparatorluk ve medeniyet geçmişine sâhip olmayıp imparatorluk coğrafyasındaki fikrî anlamda yumuşak, kucaklayıcı tolerans iklimi yerine önce İngiliz işgalinde kalmış ardından İngiliz’i defetmiş fakat bu sefer kendi soydaşı olan Hintlilerle savaşıp ayrılmak zorunda kalmış ve Hint-Pakistan Müslümanlığının reaksiyoner, hırçın, kırsal ikliminde gelişmiş kapalı devre bir yapı olduğunu unutmamak lazım.
Bugün Taliban’ın kendi dindaşlarına karşı silâh kullanmaktan çekinmeyip Makyavelist bir tavırla Ateist Çin ya da Şii İran ile anlaşma masasına oturması bize devir değişse de zihniyetlerin değişmeyeceğini gösteriyor. Yaklaşık bir asır önce Türkistan coğrafyasında Ruslarla işbirliği yaparak Ceditçi avına çıkan ve Türkistan’ı Rus işgaline teslim eden KADİMCİ zihniyet ne ise bugün Afganistan’da, Doğu Türkistan’daki dindaşlarına soykırım yapan Çin ile anlaşma masasına oturan Taliban zihniyeti aynıdır.
Maalesef bugünkü iktidar çizgi îtibârı ile Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi içinde yer alan Hanefî Mâtürîdî akılcı çizgiden ziyâde Taliban zihniyetinin biraz sulandırılmış haline yakın bir görünüm arz etmektedir. Târihî perspektif içerisinde kendilerine ölçü kabul ettikleri şahıslardan birisi olan son Osmanlı Şeyhülslâmlarından Mustafa Sabri Türkiye’den kaçıp Mısır’a yerleştiğinde Türklüğü terk ettiğini ifâde etmekle yetinmeyip ayrıca Mâtürîdîlikten ayrılıp Eş’arî mezhebine geçtiğini de ifâde etmiştir. Bugün ilâhiyat fakültelerinde felsefe, mantık gibi dersleri müfredattan çıkartmaya çalışan mevcut iktidar gelen tepkilerden sonra ilâhiyat fakültesi müfredatlarında bu derslerin sayısını azaltmış ve ilâhiyat fakültelerine alternatif olarak îcat ettikleri İslâmî ilimler fakültelerinde felsefe grubu derslerini müfredata almamışlardır. Bu durum Âfganistan’ı ve Pakistan Müslümanlığını Diyobendi medreselerinde yetiştirdikleri talebelerle kontrol altına alan tekfirci, katı, mantığa ve akla dini yorumlamada yer vermeyen zihniyetin bir benzerinin önümüzdeki yıllarda devlet eliyle İslâmî ilimler fakültelerinde yeşermesine sebebiyet verebilir.
Siyasal İslâmcılığın Atatürk ve Cumhuriyet kazanımlarına karşı olan genel düşmanlığını bilmeyen yok. İktidara geldiklerinde Ankara’nın şerrinden Brüksel’in şefâatine sığınan zihniyet sonraki dönemlerde kendi kadroları yeterli olmadığı için bürokratik ve askerî kadroları FETÖ emrine teslim etmekte bir mahzur görmemiş ve sonrasında aldatıldık deyip çıkmıştı. Bugün de FETÖ’den boşalan bürokratik kadroları imam hatip mezunları ve İslâmî ilimler fakültesi mezunları ile doldurmayı sürdürüyorlar. Orta çağ medrese zihniyeti üzerinden dini okuyan hayattan ve akıldan kopuk bu zihniyetin bugünün Türk insanına verebilecek olduğu aydınlık bir perspektif olmadığını düşünüyorum. Umarım çok geç olmadan Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki Ceditçi Hanefî Mâtürîdî fabrika ayarlarımıza geri döner ve bu gaflet uykusundan uyanırız.
Türkiye’de genel mânâda nakilci Taliban zihniyetinin kabul göreceğini düşünmüyorum ancak en büyük kaybımız dini temsil iddiasındaki kurumlarla Türk milletinin arasına mesâfe girmesi ve özellikle genç nesillerin bu zihniyete olan antipatilerinin topyekûn bir din düşmanlığına doğru dönüşmeye başlaması olacaktır. Son yıllarda yapılan anket çalışmalarında özellikle Z kuşağı olarak tanımlanan genç kuşak içerisinde Deizm ve Ateizmin giderek yaygınlaşması bu durumu tescil etmektedir.
Türk milletinin bir neslini daha kaybetme lüksü yok. O nedenle her ne olursa olsun Kur’an-ı Kerim’i okuyan, aklını kullanan, sorgulayan ve sorgulanmaktan çekinmeyen, milletinin değerlerini tanıyan bir nesil yetiştirmek üzere kurumlarımızın kendine çekidüzen vermesi lazım. Türk milletinin asıl bekâ sorunu budur. Dinî değerleri istismar ederek her türlü talan ve soygunun yapıldığını gören ve bu nedenle milletinin değerlerine yabancılaşmış, bireysel başarı ve tatmin peşinde koşan, ilk fırsatta ülkesini terk edip batıya ilticâ etmeye çalışan bir gençliğiniz varsa daha büyük bir bekâ sorununa ihtiyacınız yoktur.
Varolsun Türk milleti.
Kaynakça
(1) TDV İslâm Ansiklopedisi Ahkamül Kur’an Maddesi.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.