Vazgeçemediğim yazılardan bir başkası da yine Yahya Kemal’in, “Ezan ve Kur’an” yazısıdır. Bozkurt’ta yayımlanmıştı. Özetle: “Mütarekeden sonra maziye karşı dâüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin baharını hissettim.” dedikten sonra Yahya Kemal, o yürüyüşün safhalarını adım adım anlatıyor: “Fakat bu gördüğüm rüyâ maziydi.” diye kaydediyor ve devam ediyor: “Bir gün Ayasofya minâresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hâl-i vâki idi. Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl mânâsı ile ilk defa idrak ettim. Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum. Uzakta Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini rehbere sordum. Dedi ki Hırka-i Saadet dairesinden geliyor. Sordum Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur? Dedi ki dört asırdan beri her saat geceli gündüzlü.” “Gezintilerimde bir hakîkat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor. Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hala okunuyor.” (Arada kesintiye uğramış olsalar bile şükür ki bugün okunmaya devam ediyorlar.)

Bozkurt’un aynı sayısında Nihal Yüksel Serdâde tarafından “Hünkârım olmazı olur yapmıştın. At yüzdürmüştün denizlerde, gemi yürütmüştün karalarda… Akşemsettin’in fetih müyesserdir, müjdesini bir kutlu salı sabahı gerçekleştirdin. Adâletin timsaliydin Hünkârım. Surları fethetmeden surun içindekilerin gönüllerini fethetmiştin. Âlemlere rahmet diye gönderilen çöldeki yetimin müjdesine mazhar oldun. Niyyet ü savletin küffar üzereydi. ‘Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var!’ darbımeseli kulağında küpe idi. Onun için secde-i şükranla bitirdin fetihlerini.” şeklinde anlatılan Fatih Sultan Mehmet Han, bizim teşkilatçılıkta başarılı olmuş bir ülkücü modelimizdi. Çünkü o, değişik çağlarda farklı kişiler tarafından defalarca denenmiş fakat başarılı olmamış bir işi, İstanbul’un fethini gerçekleştirmiştir. Nedir bu başarı?

Evvela 0, çok iyi yetişmiştir. Hakkında Avrupalı târihçi, “Fatih günümüze kadar gelen imparatorların en büyüğü olup dünya târihinde başka herhangi bir şahsın kendisi ile mukayese edilmesi imkânsızdır.” Osmanlı târihçisi ise “Bundan daha mükemmel saltanat sahibinin üzerine güneş ne doğmuştur ne batmıştır.” der. Büyük Türkiye Târihi’nin sahibi Yılmaz Öztuna da “Fatih, Osmanlı hükümdarları içinde hem en büyük asker hem en büyük devlet ve siyaset adamı hem de en büyük âlim olanıdır. Fatih’i esasen kendi eşsizliği ile baş başa bırakmak, kimseyle mukayese etmemek doğru olur.” hükmünde bulunur.

İşte bu çok iyi yetişmiş Sultan II. Mehmet gayelerinde inatçı, her konuda kendinden emin olarak sarsılmaz azim ve büyük bir öz güvenle İstanbul’un fethi kararını verdi. İçte muhâlefet, dışta büyük ittifak ve tehdit vardı. Hunyadi Yanoş’un gönderdiği Macaristan elçileri ilk gelişlerinde muhâsarayı kaldırma tavsiyesinde bulundu. İkinci gelişlerinde ise açıktan tehdit ettiler. Veziriazam Halil Paşa Bizans’ın vergiye bağlanıp şimdilik muhâsaradan vazgeçilmesini savundu. Bütün Avrupa ile karşı karşıya gelmek devletin geleceğini körletebilirdi. Sultan İkinci Mehmet ne tehditlere kulak astı ne de vezir-i azamı dinledi. Çelik gibi irâdesiyle sırası geldi atını bile denize sürdü. Bazı geceler uyumadı, projelerine kafa yordu. Bir defasında gece yarısından sonra çadırına davet ettiği Halil Paşa’ya “Yatağa yatıyor ve kalkıyordum. Gözüme uyku girmiyordu. Allah’ın yardımı ve peygamberin imdâdı ile İstanbul’u alacağız.” diyerek azim ve ümidini belirtti.

İstanbul’u düşürmek için boğaza hâkim olmak lazımdı. Bu düşünce ile giriştiği büyük hazırlığa Rumeli Hisarı’nı inşasından başladı. Sultan İkinci Mehmet 7000 kadar işçinin çalıştığı inşaatta işçileri teşvik için vezirleriyle taş taşıdı. Bu sayede inşaat tam dört ayda bitirildi. Boğaz’ın öbür yakasında Anadolu Hisarı’na yeni bir kısım ilave edilip burası toplarla teçhiz edildi. Böylece boğazda tam bir hâkimiyet kuruldu. Zaten bizzat padişahın verdiği “Boğazkesen” adından anlaşılacağı gibi kale, iki denizin arasını kesmek, kıtadan kıtaya geçişe hâkim olmak için yaptırılmıştır. “Boğazlar Rejimi” de bu şekilde başlamış oldu.

Hazırlığın önemli bir kısmını da top dökümü ve ateş tecrübesi teşkil etti. Edirne’de II. Mehmet’in başarısının esasını sağlayan, planlarını bizzat çizdiği azametli toplar dökülüp ateş denemeleri yapılmasıydı. Sultan Mehmet matematik dehası ile târihte ilk defa havan topunu da îcat etti. Tekerlekler üzerinde yürüyen dört büyük kule ile bir de muazzam mancınık yaptırdı. Hazırlıklar cümlesinden hiçbir şey ihmal edilmedi. Mora’da imparatorun despot olan kardeşlerinden istediği yardımın gelmesini önlemek için padişah akıncı beyi Turahan Paşa’yı iki oğluyla beraber görevlendirdi.

Gemiler yapan, ordular hazırlayan Sultan Mehmet yepyeni harp âlet ve vâsıtaları ile cihan târihinin en gelişmiş silahları topları ile İstanbul’u her taraftan sardı. Bu, Hammer’e göre İstanbul’un 29. ve sonuncu muhâsarasıydı. 67 küçük gemilik Türk donanması karadan yürütüldü, Haliç’e indirildi. II. Mehmet’in askerlik dehası ve azmi ile bir gece içinde düşmanın haber almasına meydan verilmeden başarılan bu harekât Bizans’ın son mukavemet gücüne büyük bir darbe indirdi ve mâneviyatını çökertti. Taktik olarak Zağnos Paşa, Kasımpaşa sırtlarından bütün bataryalarını ateşleyerek dikkatleri kendi tarafına çekmiştir. Hadiseleri görmüş Bizans imparatorluk Prensi ünlü târihçi Dukas bu hadiseyi “Bu yeni Makedonyalı İskender ve bana kalırsa neslinin en büyük padişahı olan II. Mehmet karayı denize tahvil etti ve gemileri dalgalar yerine dağların tepelerinden geçirdi. Bizanslıları mahvetti ve hakiki altın gibi parlayan İstanbul’u yani dünyayı tezyin eden şehirlerin kraliçesini fetheyledi.” şeklinde anlatmıştır.

Sultan II. Mehmet akıllara hayret veren ikinci bir olay olarak Haliç üzerine köprü kurdurdu. Yine bir gece içinde binden fazla büyük fıçı ve sandal üzerinde o kadar sağlam ve muazzam bir köprü kurulmuştu ki üstünde beş asker yan yana geçebiliyor ve toplar yürütülebiliyordu.

II. Mehmet surlara ilk çıkacak olanlara büyük mükâfatlar verileceğini bildirdi ve ilan ettirdi. “Ulubatlı Hasan adında küçük bir rütbeli ve pek genç bir subay mâhiyetindeki 30 asker ile diğer hücum kollarından evvel davrandı. Padişahın sancağını Topkapı surları üstüne dikti. Türk bayrağını Topkapı üstünde gören II. Mehmet peygamberin övgüsüne mazhar olmanın verdiği sevinçle atından inip toprağa secde ve Allah’a hamd eyledi.”

İşte, “Son savletinle vur ki açılsın bu surlar Fecr-i hücum içindeki tekbir aşkına”

mısralarının sahibi Yahya Kemal’in Fatih’i asıl mânası ile ilk defa idrak ettim, dediği Fatih, buydu.

Zafere yürümesini istediğimiz ülkücüye göstermek istediğimiz model de buydu. Zafer nasıl kazanılır, neden kazanılmaz, çok açık değil mi?

“Ya Ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni!” diyen, kendisini gayesine adamış bir ülkücü…

Denize at sürdürecek kadar azimle alınmış ve sarsılmaz bir irâde ile desteklenen bir karar…

Hiçbir ayrıntısı gözden kaçırılmamış muazzam bir hazırlık…

Îcatlar yapan, her sahaya hâkim bir bilge uygulayıcı ve takipçi…

İstanbul fetholmasın da ne yapsın?

Ezan, başta camiler olmak üzere ibadet yerlerine çağrıdır. Mâlûm, camiler sadece namaz kılınan mekânlar değildir. Bünyesinde mihrap, minber ve kürsü yer alır. Bu demektir ki buralardan başta imamlar olmak üzere âlimler Müslümanlara hitap ederler. O halde ezan, aynı zamanda bu hatipleri dinlemeye davettir. Ezanın kendilerini dinlemeye davet ettiği bu hatipler neyi anlatır? Tabii ki İslâm’ı… Yaşadığımız çalkantılar ve bunalımlar İslâm’ı iyi anlatamamaktan, iyi anlayamamaktan ileri gelmektedir. Çünkü bu iş, iyi yürütüldüğü devirlerde Müslümanlığımız bizi ihya etmiştir. Düşmanlarımız bu sebeple bizi İslâm’dan tecrit etmek için özel gayretler ve programlar düzenlemişlerdir.

Evvela şunun bilinmesi lazım: “Bugün Türk olmak için Müslüman olmak şarttır. Başka dinlerden bir avuç Türk varsa da bunların sayıları, yüz milyonlarca dünya Türk’ünün yanında lâşey kabilindendir ve bunlar şüphesiz kaza ve kader kurbanlarıdır. Büyük Türk kütleleri ile temasa geçince bu kitleler gibi Müslüman olacakları bütün şüphelerin üzerindedir. Demek ki bugün İslâm dini Türk olmanın vazgeçilmez bir unsurudur. Târih ve sosyoloji bakımından bu böyledir.” O halde Türk, Müslüman’mış gibi olmayacaktır. Müslüman Türk olacaktır. Azamet devirlerinde olduğu gibi yine ahlaklı olacaktır. “Târihte Türkler derecesinde ahlaklı bir millet göstermek kolay iş değildir. 18. asrın sonlarında Türk ahlakı için Türkler içinde çeyrek asır yaşayan d’Ohsson şöyle der: ‘Osmanlılar Kur’an’da kudretle ifade edilen doğruluk, ahlak ve namus prensiplerine çok bağlıdırlar. Başka ülkelerde olduğu gibi aralarında yazılı anlaşma yapmaya lüzumu görmeksizin hareket ederler. İyi niyet ve söz her şeyi halleder. Zira Osmanlılar verdikleri sözün esiridirler.”

İslâm dinini kabulden önce de Türklerin ahlaki durumu bu idi. Marco Polo, Türk kadınının dünyanın en temiz ve ahlaklı kadını olduğunu söyler. Vambery, eski Türkçede fahişe ve piç kelimelerine tekabül eden bir kelime bulunmadığını, bu kelimelerin Farsçadan Türkçeye geçtiğini itina ile kaydeder. Milattan önce 36’da Türk hakanı Çiçi Yabgu’nun meşhur nutkundaki “Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacaktır. Yalnız bu şöhret, çocuklarımızı ve torunlarımızı diğer kavimlerin efendisi kılacaktır.” Çocukların ve torunların, gelecek kuşakların şanı için ölmek… Millî ahlak bu idi. Bencil değil, geleceğe dönüktü. Şahsi değil, toplum içindi. Şimdi bu duygunun binlerce yıl sonra Murat Hüdavendigar’ın Kosova sahrasında, Mehmetçiğin Sakarya boyunda hissettikleri ile ne farkı vardır?

Bu alıntıyı üzüntü ile yaptım çünkü ben gençliğimde, maddeciliğin ve bencilliğin bayrak yapıldığı zamanlarda bu tartışmaların içindeydim. “Ne diye başkaları için hayatımı ziyan edeceğim, ben dünyaya bir kere geldim. Kendimi düşünürüm.” gibi sözlerle karşı taraf kazandı, zamanla bugünkü hale geldik.

Kur’an neyi anlatır? Bu lüzumsuz sorunun cevabı muhakkak ki İslâm’dır. Demek ki Yahya Kemal’in söylediği devletimizin iki mânevî temeli ezan ve Kur’an, İslâm’dır. Zaten atalarımız bunu yaşayışları ile çok açık olarak göstermişlerdir. Başkaları da bunu pek güzel görmüş ve ifade etmişler. Mesele Kur’an’ı iyi anlatamamak ve anlayamamaktır. Yoksa Mehmet Akif’in Batılılar için “Yaşayışları var dinimiz gibi, dinleri var yaşayışımız gibi.” tespiti hâlâ geçerli olur mu? Bunca zaman içinde eksik tamamlanamaz, yanlış düzeltilemez mi? Halin sebebi köklerimize uzanan zincirin koparılması üzerine meydana gelen boşluktur. Bu mesele birlikte halledilecektir. Anlatamayanlar mesela Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri gibi olacaklar, anlayamayanlar da şu örnekteki gibi… “Merkez Efendi Hazretlerinin tefsir ve vaazlarının hepsi de irticalen yapılır, konuşmaları yaparken gözlerini yumarlar ve konu bitinceye kadar açmazlardı. Bir cuma günü Ayasofya’da namazdan sonra kürsüye çıkarak vaaza başlar. Ora halkı siyah sarıklı Halveti şeyhlerine pek itibar etmez, onları zındık bulurlarmış. Merkez Efendi’yi de böyle kıyafette görünce herkes birer ikişer sıvışarak bağlarına gider. Yalnız kayyum kalır camide. Onun da dinlemekten sabrı tükenince gözleri kapalı anlatmaya devam eden şeyhin yanına varıp ‘Şeyh Efendi camide kimse kalmadı, boşuna nefes tüketiyorsun. Herkes bağlarına gitti. Ben de bağ gidiyorum. İşte anahtar çıkarken kapıyı kilitle.’ der. Şeyh hazretleri gözünü açar, camide kimsenin kalmadığını görür ve kayyuma dönerek ‘Ne çıkar sizler ihmâl edip dinlemezseniz. Camii melaikelerle dolu, onlar can kulağıyla dinliyorlar. Hatta caminin kandilleri bile onlarla dolu.’ deyip kandillere nazar edince hepsi sallanmaya başlar ve camide sanki binlerce kişi varmış gibi gürültü ve uğultular peydah olur. Kayyum bağlara koşarak durumu anlatır ve cemaat işini gücünü bırakıp koşar, kendisine biat ederek Şeyh Efendi’den feyizlenirler.”

Maksadım kimseyi incitmek değil. Muradımı anlatmak bakımından şu alıntı faydalı olacak. “Ayasofya Camii ayakta durmak şartıyla 60.000 ve bağdaş kurmak suretiyle 40.000 kişiyi alabiliyordu. Sultanahmet, Süleymaniye, Selimiye gibi büyük camiler de hemen hemen aynı sayıda mümini toplayabiliyordu. Selatin camilerinin protokol sırası ve bunların 1916’daki cuma vaazları aşağıda gösterilmiştir. Bu camilerin hatipleri yüksek ilmiyedendi. Hele Ayasofya’daki çok mühim bir adamdı. Cuma günleri minbere kılıç takarak çıkardı. Ayasofya kılıçla fethedildiği için Fatih, Ayasofya hatibine kılıç kullanmak hakkını tanımıştı. Protokol sırası şöyledir:

1. Ayasofya (Fatih) Berkofçalı Şeyh Mustafa Nuri Efendi,

2. Sultanahmet (I. Ahmet) Tokatlı Şeyh Şerif Efendi

3. Süleymaniye (Kanuni) Ahıskalı Şeyh Yusuf Efendi

4. Bayezıt (II. Beyazıt) Tirebolulu Şeyh Ahmet Efendi

5. Fatih (Fatih) Kovayalı İbrahim Efendi

6. Nur-ı Osmaniye (I. Mahmut, III. Osman) Delvineli Şeyh İsa Şevki Efendi

7. Sultan Selim (Yavuz) Tırnovalı Şeyh İdris Efendi (Bu şekilde 38 tane sıralanmış.)

Camilerin cuma vâizlerı (hatipleri) devrin büyük hatipleri, dinî hitabet sanatının üstatları idiler. Dikkat çekici taraf bunların büyük imparatorluğun ne kadar çeşitli bölgelerden gelen Türkler olduklarıdır. Dağıstan’dan Tuna’ya kadar Anadolu’nun pek çok yerinden… İstanbul doğumluların azlığı ve Rumelilerin çokluğu dikkat çekiyor.”

Devir azamet devri olduğuna göre Himalayalar zemini var demektir. Everest tepesinin zuhuru da zor değildir. Haksızlık olmaması bakımından cumanın resmî tatil günü olduğunu da dikkate almalıyız.

Bu da Rıza Tevfik Bölükbaşı’ndan:

Vardım eşiğine yüzümü sürdüm,

Etrafını bütün dikenler almış;

Ulu mihrâbında yazılar gördüm,

Kim bilir ne mutlu zamandan kalmış?

İslâm’ın bahtiyar bir zamanında,

Âb-ı hayat varmış şadırvanında,

Şimdi harâb olan saye-bânında

Dem çeken kuşların ömrü azalmış!

Geçmişte rehberimiz Kur’an, hedefimiz Turan dedik. O zaman mübarek dinimizin en büyük savunucusu olduğumuz kadar uygulayıcısı da biz olacağız, diye ilave ettik. Nevzat Kösoğlu’nun ifâdesi ile “Bizim Kur’an’ımız sürekli olarak îman ve güzel amelden söz eder. Özü budur. Tekrar millî îmanımızdan başlamak ve millî üslubumuza yönelmek zorundayız.” Târihimize yaslanalım, yolumuz bellidir. Her zamanki gibi hizmeti geçenlere Cenab-ı Allah rahmet eylesin! Bu yolda emek ve gayret sarf edenlere de yardım etsin.

Kaynakça

Bozkurt. Yıl 4. Sayı 50. 15 Mayıs 1976

Öztuna, Yılmaz. Büyük Türkiye Târihi. II. Cilt, Ötüken Yayınevi. İstanbul:1983 sf.

Büyükaksoy, Kâzım. Hak Yolunun Önderleri. Naşir: Eskişehir Kütüphanesi. Beyazıt. İstanbul.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.