Son yıllarda bâzı kültür meselelerinin, dolayısıyla Batı karşısındaki tavrın, kimlik adı altında konuşulmaya başlandığı görülüyor. İyiye işârettir. Batı’yı doğrudan doğruya tartışmaya cesâret edemeyenler, kimlik arayışı adı altında, alışagelmiş bakışların dışında yaklaşımlar bulmaya çalışıyorlar. Milliyetçilik veya millî kültür kavramlarından çekinildiği – belki de klasik anlayışlardan hoşlanılmadığı için- biraz da Batı’da mesele bu kavram içinde tartışıldığı için “kimlik” kelimesi neredeyse modalaşmaya başladı.

Bu da iyi; kimlik arayışı çevresinde yapılacak bütün tartışmalar aydınlarımızı bilgi olarak doğrulara, îman olarak kendilerine götürecektir; ne iyi… Ama keşke kulağımızı Avrupalardan dolanarak göstermek gibi bir zahmet ve biraz da utanca düşmeden kendi kökümüzden bir filizlenme, bir idrak tazelemesi olabilseydi de daha aydınlık yollardan ve daha kısa mesâfelerden menzilimize varabilseydik.

Kimlik ihtiyâcını kendimiz hissetseydik, kendimiz kavrasaydık ve anlamlandırsaydık ve kendi kültürümüzün diliyle isimlendirseydik işimiz ne kadar kolay olurdu…

Batı’da bu ihtiyaç, dünyânın küçülmesi dediğimiz olayda, kültür alışverişlerinin çok hızlandığı ve iletişim ağının yaygınlaştığı bir ortamda ortaya çıktı ve kavramlaştı. Biz ise içerden dışardan bâzen kânun bâzen silâh zoruyla iki yüz yıldır bir kültür taârruzu karşısında olduğumuz için esâsen kimliğimizi koruma savaşı içindeyiz. Kültürümüz de îman gücünü kaybetmekte olduğu, mecalsiz kaldığı için gittikçe silikleşen millî kimliğimizi, hayâtın her sahasında yeniden en parlak ve keskin çizgileri ile ortaya çıkarmak, en az iki yüz yıllık davamız…

Ara yollardan ayrılsalar da “ana caddede birlikte yürüyen” geçmiş bütün milliyetçiler, millî kültürü bütünüyle, üslûbuyla yâhut unsurları ile savunurken millî kimliğin kavgasını vermişlerdir. Cümlesine rahmet olsun.

Yeterince ilmî olmayabilirler, kimisi daha fazla güncel bulunabilir; kimisi gönlümüzce açık olmayabilir, noksan hatta yanlış olabilir. Ama hepsi îman istikâmeti olan, millî kimlik hassasiyetleri yüksek ve idrakleri açık insanlardı. Necip Fazıl İslâm’ı vurgularken Atsız Hoca Türk soyu diye destan yazarken Yahya Kemal Osmanlı diye yanar, haykırırken Peyami Safa sentez deyip milliyet ve mâneviyatı savunurken Mümtaz Turhan ilimcilik yaparken Remzi Oğuz coğrafyayı vatanlaştırırken ve A. Hamdi Tanpınar Cumhuriyet fikir ikliminin yükseklerinde kanat çırparken hep millî kimliği çizmek ve bu arayış hassasiyetini diri tutmak için çabalıyorlardı.

Bu kısa dokunuş biraz da sırf Avrupa’ya dönük olup da geç uyanan bâzı aydınlarımıza mal bulmuş Mağripli gibi sarılan ve hatta “Ya hayır konuş ya sus” ilkesini unutup iğnelemelerini fitneye âlet eden bir kısım ahmaklar için yapıldı. Bizim ana caddemizde yürüyenler yukarıdaki isimler çok iyi bilmeli, saygıda kusur etmemeli ve onları kendi izlerinde aşmaya çalışmalıdır. Birikim ve yücelik böyle gerçekleşir.

Millî kimlik yâhut sâdece kimlik, millî kültürün ferdî ve içtimaî planda ortaya çıkan üslûbudur; kişiyi ve toplumu farklılaştıran, en yakınlarından başlayarak diğer benzerlerinden ayıran özellikleridir. Bu farklılıklar en geniş ifâdesi ile yaşama biçimindeki özellikler, kendine -kişiye ve topluma- mahsus oluşlardır.

Millet olmuş her şahsiyetli toplumun varlığa, dünyâya, hayâta, eşyâya bakış tarzı, düşünce -varlığı kavramlaştırma- biçimi, bütün hayat tezâhürleri içinde duyuş biçimi, -bütün hayat tezâhürlerine karşı- tavır ve davranış biçimi farklı olur. En genel ve en kısa çizgi ile toplumların îman muhtevaları ve üslûpları, yaşama şartları ve biçimleri, güldükleri şeyler ve gülüş biçimleri, ağladıkları şeyler ve yas tutuş biçimleri farklılıklar gösterir. Bunun için, o kıvama ulaşan her kültür, zarurî olarak millî olur; yâni farklı olur, yâni şahsiyetli olur; kimliği olur, başkalarından ayırdedilebilir.

Toplumlar arasında, maddî ve mânevî çeşitli kaynak ve unsurlardan gelen birçok benzerlikler vardır. Bu yüzden, farklılıklar bütün hayat olgularını kesin bir çizgi ile kapsamazlar ancak millî kimliği farklılıklar oluşturur.

Kültürler arasında, insan tabiatının esasta aynı oluşundan doğan beraberlikler vardır; bütün insanların cemiyet hâlinde yaşamaları, âileler ve âileden başlayan birlikler oluşturmaları, hayâtı kurallarla düzenlemeleri gibi… Yine kültürler yâni değişik toplumların hayatlarını oluşturan unsurlar düşünülürse bu unsurlardan yakınlık veya berâberliklerden ötürü birtakım benzerliklerin olduğu görülür. Benzeri iktisadî şartlar içinde yaşayan -göçebe, tarıma dayalı, az gelişmiş gibi- yâhut benzeri iklimlerde yaşayan toplumların kültürleri de bu benzerliklerden ötürü ve bu benzerliklerle bağlantılı olarak birbirine benzer. Mesela Ekvator bölgesindeki toplumlarla, soğuk kesimlerde yaşayan toplumların giyim kuşam ve kültürleri tabiî ki birbirine uymaz.

Kültürlerin diğer bir benzeme yâhut farklılaşma alanı, toplumların îman sistemlerinden doğar. Aynı dîne inanan toplumların, bu müştereklerinden ötürü benzerlikleri ve diğerlerinden farkları olur.

Görüldüğü gibi kültürü oluşturan maddî ve manevî unsurların doğurduğu yakınlıklar, benzerlikler vardır. Kültür temaslarından doğan büyük etkileşimler olabilir ama kültürlerin aynileşmesi hiçbir zaman söz konusu değildir.

Kaynakça

Kösoğlu, Nevzat. Millî Kültür ve Kimlik. Ötüken neşriyat. sf.15

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.