Tabiatta, düzenin devamlılığı için birçok kânun bulunmaktadır. Bugün, konumuz gereği değinmemiz gereken kânun ise doğal seçilimdir. Kısaca anlatmak gerekirse doğal seçilim, bir köyde iki muhtar olamayacağı için güçlü olan adayın muhtar olmasıdır. Otobüste bir kişilik yer kaldıysa daha hızlı koşabilenin binebilmesidir. Daha ilmî konuşmak gerekirse, tabiatta rekâbet unsurunu doğuracak bir ortam olduğunda, ancak güçlü olanın neslini sonraki kuşaklara aktarabilmesine doğal seçilim diyoruz. Doğal seçilimin bir gereği olarak, her zaman güçlü olan ayakta kalabilir. Hâliyle sözü geçen de dâima güçlü olan olmuştur ve olmaya da devam edecektir.
Önceleri tabiatta güçten kasıt, fiziksel güçtü. Sonrasında işin içine insan girdi ve tüm dengeler değişmeye başladı. İnsanlık, aklını kullanarak kendinden katbekat büyük hayvanları, devâsâ ağaçları ve taşları tasarrufuna alarak, tabiatı dize getirmeyi başardı. Sürecin sonunda tabiatta gücün tanımı değişmiş, fiziksel gücün yerini artık akıl almıştır.
Hayvanlar insanlara boyun eğdiği oranda iyi şartlarda yaşamaya başlamış, İnsanlar ise hayatta kalma şansını arttırabilmek için birlik kurma yolunu tercih etmiştir. Bir zamanlar az kişi olmak avantaj sağlayabilirken –Mağara dönemi kaynak azlığı ve korunmanın zor olması- artık çekişme ve kavgalarda sayısal üstünlük avantaj getirir oldu ve genetik olarak yakın olduklarıyla birlik kurarak, kademeli olarak milletleri meydana getirdi. Milletleşme, tabiatta tutunabilmek için artık şart olmuştu. Peki, bu kadar kalabalık insan nasıl düzen içinde yaşayacaktı? Tâbi ki devletler sâyesinde… Devlet, insanların yaratılışı gereği kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır.
Devlet, insanların güvenlik ve barınma –en azından belli sınırlar içinde evsiz olmak daha güvenilirdir sanıyoruz- sorunlarını karşılayarak temel biyolojik ihtiyaçlarına cevap verir. Ayrıca, insan sosyal bir varlıktır, yaşamını yalnız devam ettirmesi pek mümkün değildir. Âit olma, sevgi ve değer görme ihtiyaçlarını da devletin kuracağı ve muhâfaza edeceği vasat sâyesinde kolayca gerçekleştirip artık üretkenlik aşamasına yönelebilir. (1) Yâni devlet ile vatandaşlar arasında bir kazan-kazan ilişkisi vardır. İnsanlar vergi verir, devlet ise temel ihtiyaçları karşılar. Böylece her insan fıtrattan gelen temel ihtiyaçlarını düşünüp enerji ve vakit kaybetmez.
İnsan temel ihtiyaçlarını giderebilmek için devleti var etmiştir. Fakat nihâyetinde devleti oluşturan ve yöneten insandır. Yaratılışı gereği, insanın hatâsız bir işleyiş meydana getirmesi ise beklenemez. Hâliyle, çıkış noktasının aksine, devlet kısa sürede insan sömürüsü için bir vasıtaya dönüşmüştür. Kendi halkını sömürmekte beis görmeyen devletler için başka devletlerin vatandaşlarını sömürmek ise kaçınılmaz bir sonuç olmuştur. Doğal seçilimle hayatta kalma şansını arttırmak için devletleri var eden insanlar tekrar başa dönmüştü hem kendi içinde hem devletlerarasında hak güçlünün olmaktaydı. Bu akışın içinde yegâne istisnâyı ise Türk Devlet Felsefesi teşkil etmektedir.
Türklerde Devlet -yukarıda anlattığımız biyolojik-psikolojik kısma ek olarak- adâleti tesis etmek için vardır. Devletin ve hükûmdarlığın meşruluğu, adâlet ortamını töreden kopmadan oluşturabilmesine bağlıdır. Neden başka milletler değil de Türkler? Neden başka bir mihenk taşı değil de adâlet peki? Her milletin dünya görüşü parmak izi gibi kendine özgüdür. Türklerin parmak izinin kusursuza bu kadar yakın olması da birçok sebebe bağlanabilir. En temelinde de kültüre… Türkler göçebe bir hayat yaşadıkları için özgürlüklerine çok düşkündürler ve asla birilerine köle olmadılar, olmazlar. Hâliyle köle psikolojisine de hiç düşmemişlerdir. Dönemin tekniklerinde askerî olarak epey üstün olduğu gibi atı evcilleştirip erken târihlerde birçok toplulukla temas ettiği için haklı bir üstünlük psikolojisine sâhiplerdi. Türklerin göçebe ve hızlı bir hayat tarzının olması, sürekli farklı kültürlerle teması ve yok olma tehlikesiyle yüzleşmesi, birbirini tanımak kolay olsun diye onu töreye sâhip çıkmaya, töreli olmaya itmiştir diye düşünüyoruz. Kültürün İslâmiyet’e uygunluğu yüzünden gönderilen peygamberi ve dini de (2) fazlasıyla muhâfaza ettiğini tahmin ettiğimiz Türkler, din ve kültürleri sebebiyle zulme karşıydı. Uzun süre komşu kaldığımız Çin –ve diğer topluluklar- ile kültürel etkileşim ve alışverişlerin olduğu da muhakkaktır. Daha erken dönemlerde güçlü bir kültüre sâhip olan Türklerin temaslardan menfî olarak etkilendiğini düşünmenin abes kaçmayacağını sanıyorum. Örneğin, Sun Tzu’nun “Mükemmellik, her savaşta çarpışarak kazanmak değildir. En iyi strateji savaşmadan kazan- maktır.” sözünden karşılıklı bir etkileşim olduğunu anlamak pek zor değildir.
Türkler, at üstünde toplumlara temas ettikçe insanların küfre saplandığını ve yanlış yaptığını fark etmeye devam etti ve haklı olarak üstünlük psikolojisi içine girdi. Hâliyle insanlara doğrusunu göstermeyi kendine görev bildi ve böylece Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi (3) doğmuş oldu. Cihan Hâkimiyeti ilerleyen süreçte 800-1000’li yıllardan sonra, İslâmiyet’le şereflenmiştir. Artık Nizam-ı Âlem, Allah’ın bir emri olarak görülmüş ve Türkler bu görüşe daha sıkı sarılmıştır. İşte bu yüzden Türkler dünyada hâkim unsur olduğu vakit ancak hak haklının olmaktadır. Türklerde devlet anlayışının zirvesini teşkil ettiği, otoritesini mutlaklığı sebebiyle Osmanlı Devleti’nin hegemonyasının olduğu, yaklaşık 15-17. yüzyıllarını örnek vermek istiyorum;
Tâbiî olarak, Osmanlı’nın bu durumu sağlayabilmesi için en başta kendi içinde tutarlı olması beklenir. Kısa ama çok önemli birkaç örnekle açıklayalım: Osmanlı topraklarına giren Hristiyan-Musevi fark etmeksizin bir tüccar veyâhut seyyah her an devletin güvencesi altındadır. Kimsesiz ve muhtaç kişiler, vakıflar aracılığıyla da olsa asla açıkta bırakılmaz. Sıradan bir vatandaş hakkın yerini bulmadığını düşünüyorsa pâdişahı veyâhut devleti dâhî dâvâ edebilir. İşin daha da garibi Cihan Hükûmdarı ile sıradan vatandaş adâlet önünde eşit muâmele görmek zorundadır. Çünkü Türk Devlet felsefesi gereği dini, cinsi, rütbesi, milliyeti, fark etmeksizin kul kuldan üstün olamaz. Bizce devlet, adâleti ancak bu şartı sağlayarak tesis edebilir. Önce kendi sınırları içinde hakkı sâhibine teslim eden devlet, akabinde bilinen dünyanın her köşesinde zulme karşı durmuştur. Bunu bilen diğer devletler zulmetmeden evvel iki kez düşünmek durumunda kalmışlardır. Zulmetme gafletine düşenler ise gecikmeden Osmanlı tokadını ensesinde hissetmiştir. Peki, 1700’lerden günümüze Osmanlı kadar baskın bir devlet gelmedi mi?
Osmanlı hegemonyası varken insanlar daha okyanusa açılmaya korkar haldeydi, Orta Çağ Avrupa’sında dünyanın döndüğünü iddia etmek hadsizlik sayılıyordu. Rönesans, Coğrafi Keşifler, Sanâyi Devrimi gibi birkaç önemli olaydan sonra Batı’da ilim ve teknoloji akıl almaz bir hızda gelişti. Osmanlı ise bu akıma öncülük edemediği için treni kaçırdı. Hâliyle yıkılma sürecine girdi ve sözünü dinletme vâsfını kaybetti. Sazı eline alan Batı’da ise insanlık artık Ay’ı beğenmeyip Mars’a gitmeye çalışır hale gelmiştir. Belki de en önemlisi psikoloji, sosyoloji gibi ilimler, insan hakları, eşitlik gibi kavramlar doğmuştur. (Her ne kadar içi boş da olsa) Artık hakkın sâhibini anlayıp teslim etmek kolaylaşmış olmalıdır. Fakat, Osmanlı’ya göre daha iyi şartlara sâhip olan Batı’da, işler pek bekleneceği gibi determinist tarzda gelişmemiştir. Batı’da daha güce kavuşma sürecinde başlamak üzere Liberalizm, Kapitalizm, Emperyalizm doğmuştur. Artık insanlık para ve hâkimiyet uğruna birbirine zulmetmekte, birbirlerini sömürmekte ve öldürmekte bir beis görmez hale gelmiştir. Batılı’nın köklerinden gelen barbar davranışlar artık ideolojik bir kalıp bulmuştur ve zulmünü tüm dünyaya yaymakta karar vermiştir.
Batı, âdeta güç zehirlenmesi yaşamaktadır. Uluslararası hukukta, tekrardan hak güçlünün olmaya başlamıştır. Bunun sonucunda dünya iki tane Cihan Harbine şâhitlik etmiştir. Modern anlamda Terörizmin gelişmesiyle insanlık sürekli olarak kan kusmaya başlamıştır. Batı, Kendi yarattığı hammadde ve pazar ihtiyacı sorununu, Afrika ve Amerika’nın neredeyse tamamını insan dışı bir vahşetle sömürge yaparak çözmüştür. Bu vahşeti meşrulaştırmak için ırkçılığa sığınmakta bir mahsur görmemektedir. Tüm dünyaya kan kusturan Batı’da sıra artık kendine gelmiştir. Batı’nın öz çocuğu Hitler somut anlamda, Hümanizm-Lâiklik ikilisi ise soyut anlamda, Batı’ya kan kusturmuştur. Hâliyle Batı insanı artık buhrandan buhrana sürüklenmektedir. Kendini artık değersiz hissetmekte, hayatı anlamsız görmektedir. Böyle boşlukta sürünen insanın kapitalizmin ‘Homoeconomicus’ una dönüşmesi elbette daha kolay olacaktır. Batılı Devletler bırakın kendini “tebaası” ile denk görmeyi, onları sömürmeyi hak görmektedir.
O zaman şu soruyu sormak hakkımızdır: Teknolojik gelişmeler sâyesinde devletlerin imkânları arttığı, doğru yolu görmek daha kolay hale geldiği halde, Batı neden Osmanlı’nın yaptığı gibi hakkı sâhibine teslim etmeyi düşünememektedir? Neden güç Batı’ya yaramadı? İşte bu soru bizi Osmanlı Devleti vâsıtasıyla Türklerin yaptığı işin büyüklüğünü anlamaya götürecek.
Yukarıda değindiğimiz gibi, doğal seçilimin bir sonucu olarak hak her zaman güçlünün olacaktır. Fakat Osmanlı-Batı kıyasında anlatmaya çalıştığımız gibi herkesin güç anlayışı farklı olduğu gibi, güç herkese yaramamaktadır. Târihi incelediğimizde ise farklı milletlerin farklı zamanlarda en az bir kere gücü elde ettiğine şâhitlik ediyoruz. Bu akışın içinde, sâdece Türkler gücü elde ettiğinde sapıtmamıştır. Tek gâyesi sorumluluk bellediği gibi, dünyaya nizam vermek ve her ucuna adâleti götürmek olmuştur. Bizce asıl önemli olan güç sâhibi olduğunda hakkı sağlayabilme erdemini göstermektir. Mevcut milletler arasında dünya görüşü bize benzer olan bir millet yoktur, olması da pek mümkün görünmemektedir. Yâni, Türk güçlü olmadıkça hak güçlünün olmakta, Türk güçlü olduğunda hak, bizim vâsıtamızla haklının olmaktadır. Hâliyle, adâlet ortamını tesis etmediğimiz her sâniye, yaşanan zulümlerin vebali millet olarak bizim boynumuza kalmaktadır.
Bu vebalden kurtulmanın yolu ise ilk olarak bize bu dünya görüşünü sağlayan şartları muhâfaza etmek ve tekâmüllerini sağlamaktır. Sonrasında ise çağın gerektirdiği şekilde ‘’güçlü’’ olabilmekten geçmektedir. Şartları muhâfaza edebilmek, onları şansa bırakmayacak kadar kusursuz bilmekle mümkündür. İslâm’a göre insanın bir konuyu bilebilmesi ise ‘’Önce bilmesine, sonra ona öylece inanmasına ve son olarak da öylece davranması’’ (4) ile mümkündür. Çağın gerektirdiği şekilde güçlü olmak ise ancak ve ancak Türk’e göre bir devlet kurmakla mümkün olacaktır.
Türk Milletinin omuzlarındaki bu ağır sorumluluk biz Türk gençliğine emânettir. Harekete geçmek için öncelikle ‘Nasıl ve Neden’ sorularının cevaplarını öğrenip, öğrendiklerimizle îmân etmek zorundayız. Hedefini öğrenen yolcunun artık beklemek için bir sebebi kalmamalıdır. Hep beraber Râhmetli Ozan Ârif’e kulak verelim:
“Vatanın sâhibi var demek lâzım,
Bu kahpe gidişe dur demek lazım
Kelleni bu yola koyup da yürü,
Ya Allah bismillah deyip de yürü,
Haydi kalk… Hazır ol ülküdaş haydi…”
Kaynakça:
(1) Daha Fazla bilgi için bkz. Maslow Üçgeni
(2) Yakıt, İsmail. Kur’an-ı Kerim Meali.Ötüken Neşriyat. 2020. Nahl Suresi 16. Ayet.
(3) Turan, Osman.Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Târihi.
(4) Öksüz, İskender. Millet ve Milliyetçilik vasıtasıyla Hüseyin Atay.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.