On senede bir ordunun siyâsete doğrudan veya dolaylı müdâhalesi ile karşılaşan Türk milleti için ‘’ordu-siyâset’’ ilişkisi toplumun ve devletin üzerinde yarattığı etkiler neticesinde oldukça girift bir mevzu haline gelmiştir. Binaenaleyh ‘’ordu-siyâset’’ ilişkisi ve bu ilişkinin târihî, târih ve siyasî boyutları hakkında bugüne kadar çok fazla tetkik yapılmış ve çeşitli mütalaalar ile vakalar açıklanmaya çalışılmıştır. Biz bu yazımızda konunun akademik boyutuna pek değinmemekle beraber daha çok kavramların bizim zihin dünyamızdaki akislerini tespit edip ordu, siyâset, darbe ve demokrasi hususunda bir sonuca varmaya çalışacağız.

Aslında Cumhuriyet döneminde yaşanan askerî darbelerin kökeni Osmanlı İmparatorluğu’na kadar dayandırılabilir. Misal olarak Osmanlı padişahlarının yaklaşık üçte biri askerî müdâhaleler sonucu tahtan indirilmiştir. Bilhassa 3. Selim’den îtibâren askerler, yönetim üzerinde hegamonik bir güç haline gelmeye başladıkları için genellikle şahsî menfaatleri ve dış aktörlerin rol oynaması nedeniyle padişahların politikalarına karşı çıkmışlar veya isyan ederek yönetime el koymuşlardır. Cumhuriyet rejiminin kurucuları da geç Osmanlı döneminin askerî kadrolarından teşekkül etmiştir. Bu dönemde neredeyse kurucu kadronun hemen hemen hepsinin asker kökenli olması, hem bir müessese olarak ordunun, hem de silahlı gücü elinde bulunduran askerin ülke yönetiminde öncelikli bir yer edinmesini sağlamıştır.(Asker olmalarının yanında siyâset adamı ve yetişmiş bir münevver olmaları da müessir) Osmanlı askerî mekteplerinden mezun olmuş Mustafa Kemal Atatürk, Enver Paşa, İsmet İnönü ve Celal Bayar’ın Türk siyâsî hayatında edindiği yer düşünülürse bu târihî gerçekliğin idraki daha da kolaylaşır. Askerî ve siyâsî hayatın birbirinden ayrılamayacağı “ordu-siyâset” ilişkisinin tamamen iç içe olduğu dönemin sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Mustafa Kemal’in muvazzaf askerlerin siyâsetin dışında tutulması anlayışı neticesinde cumhuriyetin ilk yıllarında ordunun aktif siyâsete müdahil olmadığı/olamadığı ve askerlerin geri planda kaldıkları müşahade edilebilir. Bununla birlikte 1935 târihli ‘’Ordu İç Hizmetler Kanununun 34.madddesi’’ ile Silahlı Kuvvetlerin rolü’’Anayasada belirtilen Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk anayurdunu korumak ve kollamak’’ olarak belirlenmiştir. Orduya önemli bir siyâsî misyon yükleyen ve müteakip darbe girişimlerinin meşruiyet zeminini hazırlayan bu maddeye rağmen, ordunun bu dönemde aktif siyâsete müdahil olmamasında, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın mühim bir rolü olduğu da düşünülmektedir.

Türklerde ordu-millet kimliği

Târihte ordusu olmayan hiçbir devlet yoktur. Zîrâ devletler ordu ile kurulur ve ordu ile savunulur. Bu savunma yetersiz kalırsa devlet çöker, târihin kanunu budur. Hele ki Türkistan bozkırlarından dörtnala gelip uzak Asya’dan Adriyatik’e bir kısrak başı gibi uzanan ve bir aşiretten cihan devleti yaratan milletten söz ediyorsak ordunun rolü daha da öneme haiz oluyor.

Mîlâttan önceki târihlerden günümüze dek ve çok geniş bir coğrafî alanda hüküm süren Türkler, bunun tabiî sonucu olarak; Türk târihînde, İslâm târihînde ve dünya târihînde ordusu ve yiğitliği ile büyük rol oynamış, târihe yön vermiş, târihte iz bırakmış ve târihîn bizzat içinde yer almışlardır. Türk milletinin geçmişten günümüze uzanan bu süreç içerisindeki sahip olduğu bu coğrafî, târihî, iktisadî ve siyâsî sebepler, Türk milletinin ‘’Her Türk asker doğar’’ mottosuna sahip bir hâletirûhiye içerisinde olmasında alt yapı hizmeti görmüştür.

Asker ocağını, Peygamber ocağı ile özdeşleştiren ve ona bu denli kutsî bir makam biçen, askerine ‘Mehmetçik’ diyerek peygamberinin ismini veren, askere giden oğullarını da davul zurna ile düğün yapar gibi uğurlayan,’’ölürsem şehit, kalırsam gazi’’ diyen başka bir milletin dünya üzerinde var olmadığını göz önüne alınırsa askeriyenin Türk milleti açısından önemi ve onun içtimaî hayatımızda edindiği konumu garipsememek gerekmektedir.

Türk toplumuna ayırt edici rengini veren, onu tanımlayan değerlerin birçoğunun askerlik ile ilgili olması hatta Türk kadınlarının ata binip silah kullanması, çocukların çok küçük yaşlarda askerî tâlim ve terbiyeden geçirilmesi bu rengin erkeklere münhasır bir telakki olmayıp bir kolektif kimlik yani ordu-millet kavramı oluşturduğunu belirtebiliriz. ‘’Ordu-millet’’ ve ‘’Peygamber ocağı’’ söylemi, Yeşilçam filmlerinde yer bulan ideal damat olarak üniformalı subay profili, askerî üniforma ile fotoğraf çekilmek için can atan erkek çocukları, bazı engelli gençlerin bir günlüğüne de olsa askerlik yapmak istemeleri bu kolektif kimliği destekler mahiyettedir. Öte yandan, yüce dinimiz cihadı, bütün müminlere farz kılarken, bütün inanları Allah’ın ordusu durumuna sokar. İslâm dinine göre, her mümin gerektiğinde mukaddes bir savaşçıdır. İşte Türk’ün kolektif ruhu ile İslâm’ın buluştuğu güzel noktalardan biridir bu. Nitekim, İslâm’ın cihat farzı, Türk’ün ordu-millet karakterini bütün haşmeti ile kavramış, onun bütün hayatında etkili olmuştur. Türk kültürü ve medeniyetindeki ‘’Alperenler’’ ve “Derviş gaziler” bu ruh ve şuurun târihîmizdeki ifadesi olmuştur. Şunu da belirtmek gerekir ki orduya atfedilen bu mühim mevkî ve ordu-millet kimliği kimi zaman da askerî müdâhaleleri sükûnetle karşılanmasında etkili olmuştur

Netice olarak TSK’nin, Mehmetçiğin, asker ocağının, gazinin ve şehidin Türk milleti nezdinde yeri daima ayrıcalıklı olmuştur.

Darbe ve Muhtıra

TDK’ye göre darbe, “Bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi” olarak tanımlanır. ‘‘Muhtıra’’ ise ihtar kökeninden gelmektedir ve ihtar edilen şey anlamını taşımaktadır. Muhtıra, TDK’nin tanımına göre “Herhangi bir şeyi hatırlatmak, uyarmak amacıyla yazılan yazı” dır. Türk siyâsetinde anlamı ise herhangi bir siyâsî konuda bir kişi veya kişilerce, bir başka kişi veya kişilerin uyarılması şeklindedir. Bu uyarı daha çok askerî kesimin hükûmeti uyarması şeklinde gerçekleşmiştir. Muhtıra ile darbenin arasındaki en büyük fark muhtırada hükûmete bir düzeltme şansı verilirken; darbe, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koymasıdır ve çok daha ciddi sonuçlar doğurur.

Alttan gelen, geniş katılımlı kökten bir değişim hareketi olarak ihtilâlden ayrı düşünülmesi gereken darbe, devlet yetkisi kullanan silahlı bir grubun/hizibin siyasal otoriteyi zorla ele geçirerek siyâsî sisteme egemen olması; yani kendi kuralları içinde süregiden siyasal hayatın gidişatını beğenmeyip onu silah zoruyla askıya alarak iktidarı elde etmektir. Darbelerin mantığı, akıl düzlemine uygun ve kabul edilebilir görülen mefhumlardan ve kabullerden oluşmaz. Darbe mantığında akıl dışılık hakimdir. Akıl düzlemi, yönetme fiilindeki içtimaî realiteyi, yönetim organizasyonunda târihî müktesebatı göz önüne alma ihtiyacını terennüm ettiği halde, darbelerde bu realite ve müktesebatı hesaba katılmaz. Çünkü darbeci, hükmettiği devasa güce bakarak, içtimaî varoluşu dilediği cihette biçimlendirebileceğini var sayar.

Darbelerin meşruiyet istinatgâhı temelde güçtür. Güç de işleri yoluna koymayı, bu yoldaki eylemleri usulünce yapmayı amaçlayan muktedir bir idare yolu olmaktan çıkıp, kaçınılmaz olarak şiddete dönüşür. Zîrâ bireyin gücüne kıyasla devasa olan bu güç kendini yasalarla tahdit etmediği müddetçe, keyfiliğe yol açar. Binaenaleyh darbelerin mantığı şiddet mantığıdır Darbe mantığında güç, her şeyi halletmeye kâfidir. ’’Denge için bir sağdan bir soldan astık’’ cümlesi de bu gücün ne hukuk ne ahlâk ne vatan sevgisi ne de vicdan sahibi olmadığının emaresidir.

Darbe ve Muhtıralar ile sınan ülke: Türkiye

Askerî müdâhaleleri üreten vasatı ve onları besleyen kaynakları algılamak, târihî damarlarına nüfuz etmek olguyu gerçek anlamda kavramak için zarurettir. Toplumların muhatap olduğu içtimaî ya da siyâsî olaylar tek tek birbirinden ilgisiz, kopuk şekilde birbirini izleyen süreçlerin toplamı olarak düşünülmemelidir. Yüz yıllar önce meydana gelen olayların, günümüz toplumunu etkileyen yönleri vardır. Toplumlar bugünlerini geçmişten getirdiklerinin gölgesi ve birikimi altında yaşarlar. Milletlerin geçmişte yaşadıkları, aynı zamanda onların bugünkü yaşamlarını da biçimlendirir. Kısacası hiçbir içtimaî ve siyâsî problem târihî arka planı ya da somut nedenlerden ilgisiz olarak ortaya çıkmaz.

Ülkemiz, Osmanlı’dan bugüne sayısız askerî müdâhaleye sahne olmuştur. Bunların bir kısmı muhtıra şeklinde gerçekleşirken büyük bir kısmı da darbe veya darbe kalkışması şeklinde tezahür etmiştir. Bu vakaların gelişim süreçlerini ve dinamiklerini kavrayabilmek için Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki darbelerin sebepleri ve sonuçları üzerine derin tahliller yapmaya ihtiyaç vardır. Bizim bu yazımızda her birini tek tek inceleme gibi şansımız olmamakla beraber aynı zamanda konumuzun da dışındadır. Lâkin Osmanlı ve Türkiye’deki askerî müdâhalelerin belli başlılarını kronolojik olarak şöyle sıralayabiliriz;

Genç Osman vakası, Patrona Halil Ayaklanması, Kabakçı Mustafa İsyanı, Kuleli Vakası, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, 2.Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, Halaskar Zabitan Bildirisi ve Babıâli Baskını Osmanlı döneminde gerçekleşen belli başlı darbe ve muhtıralar olarak zikredilebilir.

Osmanlı’dan tevarüs eden bu kötü gelenek, Cumhuriyet döneminde 27 Mayıs 1960 Darbesi ile yeniden Türk vatanının gündemine girmiştir.27 Mayıs Darbesi, takip eden süreçte Türkiye’de her 10 yılda bir tekrarlanacak darbe ve muhtıraların faillerini cesaretlendiren kötü bir misal olacaktır. Nitekim 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni, Albay Talat Aydemir’in darbe girişimleri (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963), 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980 Darbesi, 28 Şubat 1997 (Postmodern) Darbesi,27 Nisan 2007 e-muhtırası, 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi takip edecektir.

Askerî müdâhalelerin kültürleşmesi

Bir toplumun kültürü yaşadığı târih içerisindeki yaşadığı maddi-manevi ihtiyaçlara göre şekillenir. Sosyologların tespitlerine göre kültürün bütün unsurları değişime tâbidir. Ancak her unsur aynı hızla değişmez. Somut olan; giyim kuşam, yeme içme alışkanlıkları gibi şekle ait unsurlar daha hızlı değişir. Buna karşılık karakter, davranış ve zihniyetlere ait unsurlar tedricen değişir.

Son 250 yıllık târihimiz bu görüşü doğrulamaktadır. Şekil bakımından; giyim kuşam, yeme içme alışkanlıkları, şehirleşme, tüketim alışkanlıkları vs. açısından Türk toplumunun bir Batılıdan farkı kalmamıştır. Lâkin olaylar karşısında takındığı tavır, ahlâk anlayışı, dünyayı, eşyayı ve olayları yorumlama biçimi itibariyle Batılı değildir.

Bu unsurların içerisine siyâsî kültürü de ekleyebiliriz. Siyâsî yapıdan ayrı olarak bir de siyâsî kültür vardır. Siyâsî yapı rejimle ilgili hususları ihtivâ eder. Bir ülkenin yönetim şekli siyâsî yapıya girer. Fakat rejimi ve rejimle ilgili prensipleri yorumlayış biçimi siyâsî kültüre ait bir konudur. Siyâsî yapıyı hızla değiştirmek mümkündür. Oysa siyâsî kültür karakterlere ait hususlardan olduğundan daha yavaş değişir. Mesela saltanatın kaldırılıp cumhuriyet ilan edilmesi, şeyhülislâmlığın ilga edilip Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması siyâsî yapının değiştirilmesidir. Ama cumhuriyete rağmen kutsal devlet anlayışından vazgeçmeme, diyanet işlerini dinî alanın kontrolü ve gerektiğinde bir fetvâ makamı olarak kullanma siyâsî kültüre girer.

Askerî darbeler konusu da siyâsî kültüre ait bir konudur. 1826 yılında yeniçeri ocağı kaldırıldığı zaman bu hadiseye vak’a-i hayriye adı verilmişti. Çünkü yozlaşmış bir kurum olan yeniçeri ocağı kaldırıldığı gibi yeniçeriliğe ait bütün unsurlar yok edilmeye çalışıldı. Yeniçerilik ile irtibatlı olan Bektâşî tarikatı kapatıldı ve yer altına itildi. Yeniçeri mezarları bile tahrip edildi. Yeniçeri mûsikîsi diye mehter kaldırıldı. Ama siyâsî-askerî kültüre ait bir unsur olan sık sık ayaklanmalar çıkararak hükûmet ve padişah devirmek geleneğine son verilemedi.1826 târihi aynı zamanda bugün modern ordunun kuruluşu târihi kabul edilir. Modern ordu da kuruluşunun üzerinden 50 yıl geçmeden bir askerî darbeye âlet edildi…

Darbeli Demokrasi

Demokrasi, millet egemenliği, başka bir deyimle devlet ve yönetim gücünün millete ait olmasıdır. Kısaca ‘’halk idaresi’’ olarak târif edilen demokrasinin mevcudiyetinin temel unsurları, vicdan, fikir, konuşma, seçme, seçilme vb. gibi ferdî hürriyet alanlarından müteşekkil bir sosyal zemindir. Demokrasi mekânizmasının işleyişindeki adımlar şunlardır;

1.Ülkeyi halkın hür irâdesi ile seçtiği siyâsî kadro yönetecektir.

2.Ülkenin idaresinde halkın arzu, ihtiyaç ve temayülleri belirleyicidir.

3.Ferdin hürriyetleri hem milli menfaatler aleyhine hem de başkalarının hakları aleyhine kullanılmayacaktır.

Bu 3 unsur tamamlanamaz ve arasındaki muvazene sağlanamazsa demokratik sistemin işleyişi soysuzlaşır, çok tehlikeli ve zararlı bir hâl alır.

Arvasi Hocanın dediği gibi acaba demokrasi kavramı kadar farklı şekillerde anlaşılan, yorumlanan bir başka kelime daha var mıdır? Aslında demokrasiyi bir kalıba koymak çok güç. Su gibi bir şey. Koyduğun kabın şeklini alıyor. Yani şekil vermek ve muhteva kazandırmak bizim elimizde. O zaman mesele kalmıyor zaten. Demek ki, millî bünye dediğimiz ve birçok hâdiseyi onunla izah ettiğimiz gerçek, bu enternasyonal gözüken konuda da kendini gösteriyor. Demokrasi de öze uydurularak sunuluyor. Şartlar ve ihtiyaçlar demokrasiyi yoğuruyor ve kuşa dönüyor. Adına her halükârda demokrasi diyorlar. Misal olarak ‘gerçek demokrasi’ diyen komünist sistemin insanı köleleştirmesi ve Liberalizmin, kapitalist ekonomiyle ve demokrasiyle izdivacıyla ortaya çıkan ‘liberal demokrasi’ diye naraları atılan sistem de sermayenin merhametsiz çarkları arasında insanı ezerek kanları içmekle neticeleniyor. Sonuçta yine demokrasi adını alıyor.

Demokrasinin az önce bahsettiğimiz genel tarifine atıf yaparak “iyi hükûmet” ve “iyi siyâsî sistem” kavramlarını başlangıç noktası kabul edecek olsak, demokrasinin amaç-bağlamlı işleyişi ile vasıta-bağlamlı işleyişi öylesine çelişkili sonuçlar doğurabilir ki muhteva kaybolur. Bu yönüyle Türk toplumunun târihî misyonu ve medeniyet projesi bundan zarar da görebilir. Bu konuda en esaslı tarif ve muhtevayı Başbuğ Alparslan Türkeş 9 Işık Doktrini’nde Milli Demokrasi kavramıyla açıklamıştır.

“Türk milletinin bütün fertlerinin kendini ilgilendiren kültür, ekonomik ve siyâset alanında alınacak kararlara katılması demektir.’’ Kendi kültür dairemizin büyük fikir adamı Nurettin Topçu’nun tanımı ve yaklaşımıyla tarif meselesini noktalayalım: “Hiçbir rejim kendiliğinden, mutlak sûrette ne iyidir ne de fenadır. Esas olan, onu kullanacak insanın ruh ve ahlâk yapısıdır. Sade bir âlet, bir cihaz olarak, insan hak ve hürriyetlerinin korunmasında demokrasi en elverişli hukukî müessesedir. (…) Ancak demokrasi, kendisinden beklenen gayeye ulaştırabilmek için, onu kullanan insanlardan kemâl ve fazîlet ister. (…) Millet çocuklarına verilecek olan, ilim zihniyeti ve ödev ahlâkıdır. Doğunun, ilim zihniyetini benimsememiş ve ödev irâdesi ise asırların uyuşukluğu içinde çürümüş memleketlerinde, demokrasinin manzarası acıklıdır.”

Darbe, hukuka aykırı olarak halkın irâdesine zorla el koymak anlamına gelir. Darbenin özü, hukuka riayet etmemeye dayanır. Demokrasinin temeli de milletin hukuka karşı gösterdiği bağlılık ve buna karşılık hukukun kişi hak ve hürriyetlerini koruması, kamu huzuru ve düzeninin sağlaması, millet olma bilincini ve şuurunu muhafaza etmesi olarak tezahür etmesidir.

Demokrasi ile darbe mefhumları arasında kelimelerin baş harflerinin “D” ile başlamasından başka hiçbir müştereklik yoktur. Aklı başında olan hiçbir yurttaşın darbeden yana olması ya da darbe arzusu duyması söz konusu olamaz. Darbe arzu ve özlemi yalnız başarıdan değil insanlıktan da umudu kesmenin sonucudur. Kaldı ki Fransa’da darbe ‘ihtilâllerin çocuklarını’ yediği gibi, Türkiye’de de darbelerin ilk önce kendisine çanak tutanları ezdiğine geçmişte yaşanan darbeler târihî şahittir.

Neticede demokrasilerde herkesin hakkının, adâlet kavramı çerçevesinde teminat altında olması esastır. İktidarlar toplumu temsilen meşru yoldan aldıkları erki adâletle kullanmak durumundadırlar. İktidarlar hiçbir zaman temsil ettiği toplumdan daha büyük değildir. Çoğunluğun tasvibini almak onlara zalimce uygulamaları azınlığa dayatma hakkını vermez. Darbe halkın irâdesini ezmek ve onu sürü yerine koymak anlamına gelir. Halkın seçimle işbaşına getirdiği siyâsî iktidarı illegal yollarla yerinden ederek yönetimi ele geçirmeye çalışmak ya da alınacak siyâsî kararlara müdâhalede bulunmak ne demokrasi ile ne de hukuk ile bağdaşmamaktadır. Ancak bu olaylar ülkede belli bir sivil kesim tarafından desteklenmiştir. Bu durum da demokrasinin, Türkiye’nin siyasal kültüründe zayıf olduğunu göstermektedir. O zaman çözüm açık bir şekilde kendini belirginleştiriyor, millî bünyeye ait bir demokratik sistem ve kurumsallaşmış demokratik anlayış.

Darbelerin kaynakları

Türkiye’nin siyâsî târihindeki gelişmeler göstermektedir ki siyasal cepheleşmeler, devalüasyonlar, baskı grupları, ekonomik krizler, sosyal yapıyı dönüştürme gayretinden doğan memnuniyetsizlik, devletin devlet olma irâdesi gösterememesi vb. beraberinde demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmaktadır. Bunların tamamlayıcısı olarak dış onay (1970’li yıllarda CIA’nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a 12 Eylül Darbesini ‘’bizim çocuklar başardı’’ diye haber vermişti) devreye girmektedir. İç ve dış dinamiklerin tam olması, darbenin önünü açmaktadır. Hatta askerî darbelerin evrensel şartlarından bahsederken, özel şartlarla birlikte var olduğunu yazan Huntington bu şartları şöyle sıralar: Ekonomik gerilik, sivil yönetimlerin meşruiyetini kaybetmesi, ordu ve hükûmet arasındaki ihtilaf, darbe lehinde uluslararası konjonktür. Örneğin 27 Mayıs öncesinde 1958 devalüasyonu, Vatan Cephesi ve Tahkikât komisyonu, iktisadî ve sosyal gerginlik; 12 Mart öncesinde yine devalüasyonlu ekonomik kriz , 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlüklerden doğan sorunlar ve Marksist grupların ihtilâl planları; 12 Eylül öncesinde; sadece Yunanistan değil, Avrupa ülkeleri ve ABD’nin de Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkması ve adada kalmakta ısrar etmesini içlerine sindirememesi, Moskova’nın Türkiye politikası, Afganistan ve İran’da Batı yanlısı rejimlerin devrilmesinin Washington’da yarattığı etki, 24 Ocak Kararları, marksist-leninist örgütlerin devrimci şiddete dayalı ihtilal stratejileri, 1974 Affı, siyâsetin sorumsuzluğu;28 Şubat öncesi 5 Nisan kararları (1994) ve Laik-İslâmcı cepheleşmesi, STK ve Medya kuruluşlarının faaliyetleri vb.

Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitat devri, cumhuriyet devrinin bilhassa 1930’lar sonundaki dönemi halk ile aydın kesim arasında büyük uçurum meydana getirmiştir. Halkı, halka rağmen modernleştirme fetişizminin halkçılığa verdiği muhtevâ, halka ait her şeyin geri ve sökülüp atılması gereken nesne, kendilerine ait olan her şeyin ise ileri ve ulaşılması gereken bir amaç olduğu inancı ile doldurulmuştur. Halksız Demokrasi uygulamaları, Demokratik sistem ve sosyal devlet anlayışı gereği öncelenmesi gereken meselelerin ciddiye alınmaması ve neticesinde halkı sistem dışına iten ve onu engelleyici paradigma ve prangalar ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda aydın ile halk arasındaki ortak dili inşaa etmek büyük sorun olmuştur. (Acaba gayret edildi mi?) Diğer yandan Metin Herper:’’Türkiye’de siyasal hayat temelde, devlet ve toplumsal gruplardan soyutlanmış siyâsî partilerden oluştuğu’’ tespitinde bulunuyor. Bu nedenle siyâsî partilerle sivil örgütler ve toplumsal gruplar arasında kurumsallaşmış bir ilişki ağı oluşamadığını yazıyor. Türkiye’de yalnızca devlet ile toplum arasında değil aynı zamanda siyâsî partilerle toplumsal gruplar arasında da büyük bir mesâfe bulunmaktadır. Bu durum siyâsî partilere ve siyâsete fertlerin sahip çıkmasını etkilemektedir. Toplum aidiyet duymadığı ya da zayıf bağlarla bağlı olduğu siyâset kurumu ve aydınlara karşı mesûliyet ve itibar duygusunu taşıyacağı bir birliktelik tesis edilmesine ihtiyaç vardır. Tahrip edici bir hareket olarak darbe, sadece siyasal sistemi sarsmaz. O, özgürlükleri, mevcut yaşama düzenini, gelecek beklentilerini, dünya algısını, içtimaî vasatı da sarsar ve ağır hasara uğratır. Darbelerin psikolojik etkileri ve yarattığı travmatik etkileri çok faktörlü ve girift bir konudur. Ayrıca incelenmesi gerekiyor.

Askerî müdâhalelerden çıkarılması gereken dersler

Demokratik bir hukuk devletinde ‘millet irâdesinden’ daha üstün bir güç yoktur. Bu nedenle sandıktan çıkan sonucu herkes kabul ile tahammül etmek zorundadır. Sandık ile gelenin yegâne gidiş yolu sandıktır. Devlet cihazını elinde bulunduran iktidar grubunun, göreve gelmeden ve görev süresince ortaya koydukları iddialar ve icraatlar makul, sürdürülebilir, çok fonksiyonlu bir değerlendirme sürecinden süzülmüş, planlı ve programlı olmalıdır. Devlet, emrinde çalışan çöpçüye sokakları temizlesin diye süpürge, Öğretmene öğretsin diye kalem vermiş ise askeri de güvenliği ve huzuru sağlasın diye silah vermiştir. Çöpçü elindeki süpürgeyi vatandaşa paralamayacağı, öğretmenin elindeki kalemi öğrencisine fırlatamayacağı gibi asker de silahını vatandaşa doğrultamaz. Rahmetli Muhsin Başkan’ın demokrasi adına, siyâsî bilinç adına ve toplumsal olgunluk adına târihe kayıt düştüğü şu sözü aklımızdan hiç çıkarmamalıyız:’’ “Namlusunu Millete Çevirmiş Tanka Selam Durmam”. Türkiye, hiçbir zaman darbelerle, darbecilerle, darbe girişimcileri ile hukuk önünde hesaplaş/a/madığı için her darbe bir sonraki darbeyi özendirici etki yapmıştır. Türk milliyetçilerinin, milliyetçiliğini yaptıkları millete saygısı varsa onun temâyül ve arzularına duyarsız kalmaları söz konusu olamaz. Aksi halde muhayyel bir milletin milliyetçiliği yapılmış olur. Realitedeki milletin taleplerinin göz ardı edilerek millet adına hareket etmek jakobence bir tavırdır. Gerçekçi milliyetçilik milletin bugünkü taleplerini göz önüne almayı ve bugünkü problemleri çözmeyi gerektirir. Toplumu kendi kafasındaki bir şablona göre hizaya getirmeyi amaçlamak tek kelime ile toplum mühendisliği yapmak demektir. Türk toplumu böyle bir mühendisliği hoş karşılamadığını birçok defa göstermiştir. 1946’dan bu yana yapılan seçimler tahlil edilirse bu durum kolayca anlaşılabilir.

Demokrasinin sadece dört-beş yılda bir sandık başına gitmek demek olmadığını, devlet ve toplum hayatının her kesiminde buna göre bir yapılanma ve kültür teşekkülü gerektiğini; bu hususta da daha almamız gereken hayli mesafe olduğunu 1946’dan bugüne gelen demokrasi tecrübemiz ortaya koymuş bulunuyor. Zîrâ hâlâ bazı kesimlerin ‘benim tercih ettiğim parti kazanırsa demokrasi güzeldir’ anlayışından kurtulamadıkları görülmekte; muhâlif fikirler tahammülsüzlükle karşılanmakta ve ihânetle suçlanmaktadır. Bu ölçüsüzlüğün ortadan kalkması; demokrasinin kendine has bir nezâket ve zarâfet üslubunun benimsenmesi rejim, millet ve devlet hayatı için bir kazanç olacaktır. Komşumuz Yunanistan bir darbe sonucu 1967-74 döneminde Albaylar Cuntası tarafından yönetilmiş, 1974’te cuntanın bertaraf edilmesi üzerine cuntacılar istisnasız yargılanmışlar ve müebbet hapis cezasına çarptırılmışlardır. Yunanistan 1967’den bu yana çok sıkıntılar atlatmasına rağmen kimsenin aklına ‘’bir daha darbe olur mu?’’ sorusu gelmemiştir. Türkiye’de ise 1967’den sonra 5 tane daha darbe, darbe kalkışması, muhtıra gündeme gelmiştir. Bu yaşanan darbelerin nedenleri ve sonuçları üzerinde detaylı tahliller yapılmasını hem büyük bir arzuyla hem de çokça merakla bekliyoruz. Çünkü bizim toplumumuzun mâkûs tâlihi haline gelmiş bir vakadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki darbenin moderni, postmoderni olmaz. Bu yüzden darbenin yöntemi değil sonuçları önemlidir. Darbenin sonucu; ağır travma geçirmiş, özgüvenini yitirmiş, ağır hasarlı bir toplum meydana getirir. Çünkü bütün darbeler, uygulandıkları ülke ve milletler üzerinde onlarca yıl silinmeyecek menfî izler bırakırlar. Şunu da belirtmek gerekir ki milletimiz vesayet altında gördüğü siyasî partilere de itibar etmez. Zîrâ geçmişte bunun örneklerini yaşadık, milletimiz askerlerin güdümünde gördüğü hiçbir partiye sıcak bakmadı. İnadına onun karşısındaki partileri destekledi.

Siyâsette boşluklar olduğunda ve sorunlar demokrasinin kurum ve kuralları çerçevesinde çözülemediğinde, içtimaî yapı, iktisadî şartlar ve siyâsî yapıdaki bozukluklar sistem tarafından tolere edilebilir olmaktan çıkar ve sonuçta sistem dışı müdâhalelerin yolu açılmış olur. Sürdürülebilir ekonomik ve sosyal şartlar, millî ihtiyaç ve temâyüller doğrultusunda vücuda gelmiş demokrasi ve millî siyâset anlayışıyla ayaklanma ve isyanların panzehiri üretilebilir.

Yazımı Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş’in birçok darbenin sebep ve sonuçlarına şâhit olarak, darbe içinde darbeler yaşayarak ve Türk milletinin sosyolojisini millî bir bakış açısı ile müşahede ederek bizim darbe-demokrasi-asker-siyâset denklemindeki duruşumuzu hizalayan sözleri ile bitirelim: “En kötü sivil idare, en iyi askerî idâreden her zaman daha iyidir.”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.