Dünyanın en pahalı topraklarında yaşıyoruz. Kaynakları, târihi, doğası, konumu, stratejik önemiyle Türkiye, târihin bilinen her döneminde, dünyanın en hassas ve en değerli yeri oldu. Bu topraklarda yaşamanın avantajları olduğu kadar bedelleri de var. Bu topraklarda aklın, ilmin, adâletin, doğruluğun, ahlâkın, samimiyetin ve Hakk’ın takipçisi olursanız dünyayı yönetirsiniz. Eğer zaafa düşerseniz, milletler masasında müzayede konusu olursunuz. Bu topraklarda düşen hiçbir millet düştüğü yerden ayağa kalkamadı binaenaleyh burası bir milletler mezarlığıdır. Türk milleti, bin yıldır taşıdığı bu topraklarda var olma iradesi ve azmini devam ettirirse ancak bu toprakların tapusunu elinde tutabilir. Bu iradenin devamcısı olmaya namzet olan gençlerimiz de bu gerçekliği ancak târih şuuru ile elde edebilir. İşte bu konuda ve bu yazıda başrol, yarınların omuzlayıcısı ve adanmışlık duygusu galip gençler olduğu için de bu yazıyı gençlerimizin dikkatle okumasını tavsiye ediyorum.

Târih¸ insanlığın ve milletlerin hâfızasıdır. Binaenaleyh¸ bilhassa milletlerin hayatında târih bilgisi ve şuuru mühim bir yer tutar. Târihini iyi bilmeyen ve şuurunu taşımayan milletler hâfıza ve idraklerini kaybetmiş amnezi hastası kimselere benzerler. Böyle bir vaka neticesinde milletlerin inkişafı veya millet olma vasfını muhâfaza etmeleri ve hatta millî hüviyetlerini müdafaaları oldukça zor bir hâl alır. İnsanlığın tekâmülünde bu derece kıymetli olan târih, medeniyetin yükselmesi ile paralel olarak ilerler ve milletlerin yarınlarını hazırlamakta başat bir rol alır.

Milletlerin hâfızası olan târih; Fernand Braudel tarafından “bütün târihlerin toplamı, geçmiş hâl ve gelecekteki meslekî kabiliyet ve bakış açılarının bir araya gelmesi” olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımdan yola çıkarak, târih yalnızca geçmişte yaşanmış olayları günümüzde hatırlatmak veya hamâsi söylemlere konu etmek değil, bu olayları yorumlayarak gelecek hakkında yeni pencereler açabilmektir. Bugün yaşadığımız an, yüz yıllar boyunca sürmüş mücadelelerin, heyecanlarla örülmüş hatıraların yeni bir geleceğe açılan eşiğidir. O zaman târih, sâdece keşfolunan ve sâdece müşâhede edilen kuru olaylar resmîgeçidi değil, aynı zamanda önümüze konulan bir hayat manzumesidir.

Bilhassa gençlerimizin millî şuurla yetişmesi, iyi bir birey olması ve milletinin tüm değerlerini kalpten benimseyip sevmesi için târih öğretimi şarttır. Mustafa Kemal Atatürk “Türk evlâdı, ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendisinde kuvvet bulacaktır.” diyerek târihin dolayısıyla da târih öğretiminin önemine dikkat çekmiştir. Ama burada bizim kastettiğimiz şuurlu bir öğretim, bugünkü gibi bir târihî olayın adını söyleyip 5 neden 3 sonuç yazdıran eğitim sistemindeki gibi değildir. Misal olarak târih şuuru taşıyan bir genç bugünkü eğitim probleminin köklerinin 300 yıl kadar geriye gittiğini bilir ve sorun tespitlerini oradan itibaren yapmaya başlar. Aslına bakarsanız bizi köksüzlükten ve meyus olmaktan kurtarıp ebediyete akıp giden ırmağa dönüştüren de bu târih şuurudur.

Târih bir şuur haline getirilmedikçe, yer altındaki madenler gibidir diyen, madenler işlenmedikçe bir değeri olamayacağı ve târihin gelecek nesiller için bir güç kaynağı olamayacağını belirten Osman Turan’a göre, iyi bir târih eğitiminin “Türk’üm” dediği zaman fertte, beş bin yıllık bir şuur genişlemesi görülmesiyle ölçülebileceğini söyler ve oldukça isabetli bir görüştür. Şiarı bu düşünce olan bir târih öğretimi hayalimizi daha da dallandırıp budaklandırmayı bir başka zamana bırakarak asıl mevzumuz olan gençlik ve târih şuuru hususuna geri dönelim.

Rahmetli Erol Güngör, târihin yorumlanması ve bir şuur membaı olması cihetindeki tahlilini şöyle yapar: ‘‘Târih araştırması dışında ilgi konusu olan târihin bir sosyal fonksiyonu olmalıdır. Târih yorumları insanın kendisine ve dünyaya bir mânâ vermesine imkân sağlamak bakımından büyük bir ihtiyaca cevap vermişlerdir. Târihin belli bir tarzda yorumu, insanın kendi hüviyeti ve görev konusunda belli bir fikre varması demektir. Bu da onun ileride ne yapacağını belirleyen esas faktördür. Sosyal olayların ve müesseslerin çoğunlukla insan hayatını aşan târihleri vardır; bu yüzden daha iyi bir perspektif kazanmak isteyenler, kendi tecrübelerinin sınırlarını aşıp daha geriye gitmek ‘târihe eğilmek’ zorundadırlar. Bir şeyin izahını yapmak, her şeyden önce onun târihine bakmak demektir. Sosyal olaylar târihî olaylardır, yani bir zaman süreci içinde meydana gelirler ve bu zaman bazen çok (bir insan ömrünü aşacak kadar) uzundur. Hiç kimse şimdi gördüklerinin târihini daha önce ‘ne’ olduğunu öğrenmeden yapamaz.’’1

Târih şuuru, târihin akışı hakkında muayyen bir telakkiye hâiz olmak demektir. İnsan târihî olayları mânâlı bir bütün içindeki parçalar hâlinde gördüğü anda “târih şuuru” kazanmış olur. Hatta millî devletler “millî târih şuuru” üzerinde kurulur. Millî târih şuuru, millete ait târihin basit vakalar yığınından ibaret değil de bugünkü kaderi çizen mânâlı bir zincirin halkaları hâlinde anlaşılması demektir. Milliyetçilerin savunduğu bir millî târih şuuru o milletin insanlarını belli bir millî benliğe sahip kimseler hâline getirecek, bu da müşterek târihe sahip insanların yine müşterek çalışma ile kuvvetli bir istikbal verebilecekleri fikrini kuvvetlendirecektir. Târih şuuru sayesinde arkamızda sonsuz bir geçmişin bulunduğunu ve önümüzde sonsuz bir geleceğin bulunabileceğini düşünebiliyor bu düşüncenin verdiği azim ve metânet içinde hareket edebiliyoruz.

Milletler ömürlerini sürdürürken, asıl hayâtiyetlerini, târihî köklerinden gelen mânevî değerleriyle devam ettirirler. Bunlar mâzîde ortaya koydukları maddî ve mânevî eserler manzûmesi, zaferler mecmûası, âbide şahsiyetler silsilesi gibi temel değerlerdir. Öyle ki milletin bütün hücreleri, ancak bu köklerden beslendikçe yaşar, gelişir ve meyve verir. Bir milletin istikbâlini, müsbet veya menfî yönde şekillendirecek olansa milletin bugünkü genç neslidir. Dolayısıyla genç nesillerin târihî köklerinden gereken ibret derslerini alarak istikbâle yürümesi hayatî bir ihtiyaçtır. Şu bir hakîkattir ki, târihin eski dönemlerinden beri ayakta kalabilmiş bütün milletler, yetiştirdikleri gençleri târih şuuruyla donatabilme husûsunda tecrübeli davranan milletlerdir. Zira onlar çok iyi bilirler ki, geçmişin köklerinden beslenmeyen dalların istikbali ancak kurumak ve kaybolmaktır. Onun için Almanlar, daha eğitimin başlangıcında iken gençlerine, kurşunlanan şehirlerini ve yanan ormanlarını; Japonlar ise, atom bombalarının buharlaştırdığı şehirlerini gösterip mâzîde yaşadıkları acı felâketleri hatırlatırlar veya bunun aksine millî birlik ve beraberlikleri sâyesinde kazandıkları zaferleri sermâye edinerek genç nesillerinin heyecanlarını zinde tutmaya çalışırlar.

Târih şuurunu yüce ve mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de müşâhede edebiliyoruz. Târihin muayyen dönemlerinde cereyan etmiş olayları sahneye koyarken ya işlediği hususa misal vermekte ya inananların (veya inkârcıların) içinde bulundukları durumun veya sergiledikleri davranışların târihte yaşanan benzerlerini hatırlatarak onları teselli (veya tehdit) etmekte, ya çok temel bir ahlâk sorununa işaret etmekte ya da benzer bir amaç gütmektedir. Ama onun gayesi, hiçbir seferinde sâdece edebiyat, hikâyecilik veya târihî bir olayın tam olarak aktarılması olarak değerlendirilemez. Bu itibarla, Kur’an’ın târihle ilgili pasajlarını okurken, anlatılan olaylardan kendi hissemize ne düştüğüne yoğunlaşmak ve târihi vakalardan ibret alarak bir şuur elde etmek gerekir. Misal olarak;

Doğrusu bu konuda İbrahim ve onunla beraber olanlarda sizin için güzel bir örneklik vardır. İbrahim’in babasına “Senin için Allah’tan bağışlanma dileyeceğim bununla birlikte, Allah’tan sana gelecek cezayı engelleyemem’’ demesi dışında, hani onlar toplumlarına şöyle demişlerdi: “Bizim sizinle ve Allah ile aranıza koyup kulluk ettiklerinizle hiçbir ilgimiz yoktur, biz sizi reddediyoruz siz sâdece tek Allah’a inanıp mümin oluncaya kadar aramızdaki kin, nefret ve düşmanlık devam edecektir. Rabbimiz biz yalnız sana güveniyor ve yalnız sana yöneliyoruz, zira sonunda dönüş sanadır. (Mümtahine 60/4)

Onlar şu memleketlerde hiç gezip dolaşarak kendilerinden önce geçmiş toplumların âkıbetlerinin nasıl olduğuna bakıp ibret almıyorlar mı? Allah onları yerle bir etmişti. Nitekim bu kâfirleri de benzeri bir âkıbet beklemektedir. (Muhammed 47/10)

Andolsun ki biz, “Sâdece Allah’a kulluk edin ve O’nun yolundan saptıran şer güçlerden uzak durun!” emrini bildirmesi için her topluma bir elçi gönderdik. Onlardan kimi Allah’ın gösterdiği yola uydu, kimi de sapıklık damgasını hak etti. Yeryüzünü dolaşın da hakikat karşında yalana sarılanların sonu nasılmış bir görün. (Nahl 16/36)

1984 yılında dönemin başbakanı Turgut Özal, ülkesinin geleceği adına çözüm yolları arar ve eğitim konusunda Japon pedagoglara bir araştırma yaptırmak ister. Eğitim konusunda uzman heyet, gençler üzerine araştırma yapmak için Türkiye’ye davet edilir. Türkiye’de muhtelif görüşmeler ve incelemelerde bulunan heyet son olarak Turgut Özal’ın yanına çıkar. Bu görüşmeye Millî Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler de refakat etmektedir. Heyetin vardığı netice acıklıdır: Sizin gençlerinizde târih şuuru az. Oradaki yöneticilerimiz, bu acıklı neticeye bir hayli üzülür, hiç ummadıkları bu durum karşısında âdeta sarsılırlar ve Japon heyetine sorarlar: – Peki, Japonya olarak kendi gençlerinizde millî bir şuur oluşturma adına neler yapıyorsunuz? Heyette yer alan Japon eğitimci: “Okula başlayacak olan çocuklarımıza bir program uygularız. Önce onları en gelişmiş fabrikalarımıza götürür, robotların yaptığı makineleri gösteririz. Makine yapan makineler karşısında hayret ve hayranlık içinde kalır masum yürekleri. Anlayacakları bir dille, orada yapılanları açıklarız. Bu fabrikaların sâdece Japonya’da yapılabildiğini, başka milletlerin bunu başaramadıklarını, okul öncesi çocuklarımıza anlatırız. O küçücük çocuklar, duyduklarına hem şaşırırlar hem de çok mutlu olurlar. Bu geziler tamamlanır. Çocuklar, saatte 250-300 km sürat yapan trenlere bindirilir. Bu araçların da sâdece Japonlar tarafından yapılabildiği vurgulanır. Eğer kendileri de iyi ve düzenli çalışır ve Japon olduklarını unutmazlarsa bunların daha lüks ve daha süratli olanlarını yapabilecekleri kendilerine söylenir. Bu geziler zinciri, onlara Japon olmanın ne kadar önemli bir şans olduğunu kabul ettirir. Sonunda yolları, Nagazaki ve Hiroşima’ya düşürülür. Orada, öğrencilere Japonların II. Dünya Savaşı sırasında başlarına gelen felaket anlatılır ve şunlar söylenir: ‘Bu çalışkan milletin düşmanları da vardır. Eğer daha çok ve daha dikkatli çalışmazlar ve iyi Japon olmazlarsa kendilerinin de başına, bu bombaların daha beteri atılabilir. Çünkü eski düşmanlıklar bütünüyle bitmiş değildir.’ Çocuklar, atom bombası atılmış şehirlerde yaşanan acı hatıralarla sarsılırlar. Zira atom bombasından geriye, sâdece on binlerce ölü, yaralı ve ot bile bitmeyen topraklar kalmıştır. Bu dehşetli gerçek, onları derinden derine etkiler. Okul hayatında da bu bilgi ve bilinç çerçevesi etkili bir biçimde genişletilir. Dolayısıyla bu genç- lerin Japon olmaktan başka çareleri kalmaz.” Japon eğitmen bizim yöneticilerimize bu tespitlerini anlatırken arkalardan gelen bir ses işitilir. Bu sesin sahibi Japon eğitmene yönelik: “İyi de bizim sizin gibi Hiroşima ve Nagazaki’miz yoktur.” diye seslenir. Bu sesi duyan ve kendisine ne söylenildiğini anlayan Japon eğitmen hiç düşünmeden şu cevabı verir:

Sizin Hiroşima ve Nagazaki gibi yerleriniz bizimkilerden çok daha etkilidir, der ve şu örnekleri sayar: “Bir metrekareye bin merminin düştüğü Çanakkale Zaferi’nin kazanıldığı târihî savaş alanları sizde. Çocuklarınızın ve gençlerinizin etkilenmesi için yeter de artar bile Çanakkale. Dünyanın en gelişmiş ve güçlü ordularına karşı Türkler olmazları olduruyor ve bütün dünyayı hayretler içerisinde bırakan bir zafer kazanıyorlar. İmanın, azmin, birlik beraberliğin neleri yendiğini ispatlıyorlar burada. İşte sâdece bu olay, bu bölge ve bu zafer dahi gençlerinizin millî şuur kazanmalarına yetecek örneklerle doludur. Bu sebeple gençlerinizi gruplar hâlinde Çanakkale’ye götürüp gezdirmelisiniz. Her Türk genci Çanakkale savaşlarının yapıldığı bölgeyi bilerek gezmeli, atalarının ne olmazları başardığını gururla görmeli, iftiharla öğrenmelidir. Daha sonra onlara demelisiniz ki: Sizler de birlik beraberlik içinde çalışmazsanız düşmanlarınız yine gelir, Çanakkale’yi işgal etmeye kalkışırlar; yurdunuzda özgür yaşamayı size layık görmez, tutsakları durumuna düşürmek isterler… Ama çalışır, teknolojiyi yakalarsanız ülkenizi kalkındırır, gelişen bir ülke hâline getirirsiniz. Başınız dimdik durursunuz yabancıların karşısında!”

Ecdâdımızın; “İhtiyar dünya kuruldu kurulalı şu ‘Boğaz Harbi’nin eşi menendi hiç görülmedi!” dediği, âlimlerin de, “Dünya târihinin dönüm noktası” diye tavsif ettiği Çanakkale muharebeleri, İslâm âleminin varlık-yokluk mücâdelesini veren Türk Milleti’nin, boğazı geçmek isteyen Haçlıların son teknolojiye sahip donanmalarını ve yedi düvelden oluşan ordularını; her türlü yokluğa, yoksulluğa, silah ve teçhizat eksikliğine rağmen; Allah (c.c.)’ın inâyeti, îman gücü ve vatan aşkıyla denizde ve karada yendiği târihin en zor meydanlarından biridir. Bu îtibarla Çanakkale’ye gönül gözüyle nazar edip, îman şuuruna sâhip olarak idrak etmemiz demek; Türk-İslâm Medeniyeti’nden ve millî târih şuurundan tevârüs ettiğimiz kıymet hükümlerine sâhip çıkmamız, askerimize “Mehmetçik” vasfını kazandıran millî ve mânevî değerler mazûmesiyle geleceğimizi inşâ etmemiz, şehitlerimizin uğrunda canlarını feda ettiği idealleri zihinlerimizde ve gönüllerimizde yaşatmamız demektir. Çanakkale’ye târih ve târih şuuru perspektifinden bakmamız, Boğaz Harbi’ni öncesi ve sonrasıyla idrâk etmemiz demek; mübârek ecdadımızın harplerde kazandıklarının ve bizlerin masa başında harflerle kaybettiklerimizin neler olduğunun farkına varmamız ve Çanakkale toprağının ve bütün vatan sathının madde ve mânâsını vatan alfabesinden yeniden okumamız demektir. Hâl böyle olunca da bize düşen en önemli görev bu okumayı hakkıyla yapmaktır.

Türk milletinin târihteki sayısız kahramanlarının faziletlerini, örnek şahsiyetlerini ve Çanakkale gibi nice başarılarını nakış işler gibi ilmek ilmek gençlerimizin kalplerine ve dimağlarına işlemeliyiz. Altaylardan Anadolu’ya uzanan şanlı târihimizden gençlerimize rol modelleri, mihmandarları tanıtmalıyız. Ecdadımızın yazmış olduğu nice destanları gençlerimize en etkili şekilde aktarmalı, Orta Asya’dan Anadolu’ya ve dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya koyduğumuz kültürel mirasa dikkat çekmeliyiz. Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Ahmed Yesevî, Sarı Saltuk, Geyikli Baba, Şeyh Edebali, Yunus Emre, Akşemseddin, Korkut Ata gibi nice gönül erleri bizi geçmişimizle bütün hâle getiren önemli yapı taşlarıdır. Bilinen eski dünyanın yarısına hükmetmiş bir milletin manevî mayasını oluşturan bu şahsiyetleri tanımadan, anlamadan ve 21.yüzyılda yaşatmadan nasıl manevî kalkınma gerçekleştireceğiz? Farabi’yi, Ali Kuşçu’yu, El-Cezeri’yi, Takiyüddin’i, Mirim Çelebi’yi, Cabir Bin Hayyan’ı, İbni Sina’yı, Biruni’yi, Evliya Çelebi’yi, Piri Reis’i, Itri’yi, Uluğ Bey’i, Kâtip Çelebi’yi ve nicelerini tanımadan, anlamadan ve 21.yüzyılda yaşatmadan nasıl medeniyet hamlesi gerçekleştireceğiz? Mete Han’dan 21.yüzyıla uzanan Türklük şuuru ve gururunu, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresinin adanmışlık timsallerini ve Türk-İslam medeniyetinin kilometre taşlarını anlamadan ne târih şuuru elde edebiliriz ne gençlerimize bir ideal verebiliriz ne de bir medeniyet hamlesinde bulunabiliriz.

Bu kadar müstesnâ bir târih ve kültür hazinemiz bulunmasına rağmen, hayırsız bir mîrasyedi edâsıyla geçmişimize sırt dönme gafletine düşersek, hazin neticelere dûçâr oluruz. Günümüzde dehşet verici bir hızla intişar eden kültür istîlâsına karşı ne direnecek ne de bir varlık gösterebilecek tâkatimiz kalır. Hele millî ve mânevî değerlerimiz talan edilirken sessizce ve kayıtsızca seyretmek, emânetin elden çıkmasıyla nihayetlenebilecek dehşet verici bir gaflettir. Mâzînin bittiği yerde, millet biter, insan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma târihinden ibârettir. Onu mânevî değerlerinden ve târih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye sâdece insan yığını kalır. Bu gerçeklerden hareketle gençlerimize târih şuurunu doğru ve tam olarak verebilmek, hayatî derecede mühim vazifelerimizdendir. Aksi hâlde gençlik, muazzam bir hazinenin üzerinde zavallı bir dilenci gibi yaşamaya mahkûm olur. Nitekim yabancı kültür, var kuvvetiyle böyle bir hissiyâtı gençlerimize aşılamaktadır. Üstelik yeni neslimizin taptaze dimağlarını kabul edilemez bir aşağılık kompleksiyle kasıtlı emellerine karşı hayran bir ruh esiri gibi yetiştirmeye gayret göstermektedir. Sıçrayıp yeni ufuklara doğru yol alacağımızı istikbal zeminini târih şuuru ile kavî hale getirdiğimiz gün kültür emperyalizmine dur diyeceğimiz, güçlü yarınlara merhaba nidâsıyla karşılık vereceğimiz ve aşağılık duygusunun zerresi müşâhede edilmeyen sağlam şahsiyetli gençlerle Türk’ün savletini cihana göstereceğimiz günler bizimle olacaktır.

“Uyanınca Türk’ün özü,

Gerçekleşir Tanrı sözü…

Olur bir gün şu yer yüzü,

İnsanlığın hür meydanı!”

Kaynakça

(1) Güngör, Erol. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik. Ötüken Neşriyat.

(2) https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay. php?ID=30873

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.