Güneş her sabah yeniden doğar. Bu tabiatın her gün bıkmadan, usanmadan yeniden zuhur eden bir mucizesidir ki her sabah güneş doğarken, her gece Ay gökyüzünde ansızın belirir. Bu yeni bir başlangıç mıdır bilinmez fakat şu bir gerçektir ki her başlangıç için ancak bir son gereklidir. İşte belki de bu yüzdendir sabah canlıların çoğu için yeniden bir uyanıştır. Evet, yeniden bir uyanıştır. Yeniden uyanabilmek için mutlak uyumak gereklidir. Ve ben gözlerim karanlığın girdabına çekilmişken kaç zamandır uyuyorum tam seçemiyordum. Etraf zifiri karanlıkken insanın nerde olduğunun hiçbir mânâsı kalmıyor. Her sabah güneşin doğması ve akşam olurken batması artık beni ilgilendirmiyordu. Kuşları ve gökyüzünü seyretmek her vakit içimde yeni umutlar doğmasına sebep olmuşsa da bu karanlık hücrede ne beyaz bulutların ne de cıvıl cıvıl öten kuş seslerinin hiçbir ehemmiyeti yoktu artık. Geceler boyunca kendimi, bozkırın tam göbeğinde, üzerimde uçan vahşi bir kartalın eşliğinde, hafif hafif esen rüzgârın istikameti doğrultusunda; ayaklarım soğuk beton yerden arınmış toprağın üzerinde koşarken buluyordum.

Şimdi ise bu hayallerden uzakta kendimle baş başayım. Zaman kavramını yitirmiş bir insan için böyle hayaller kurmanın ve hatta yaşamanın bir ehemmiyeti oldukça fazladır. Çünkü mezarda boylu boyunca yatan bir ölüden farksızdır böylesi yaşamak. Fakat ölüden farklı olarak hem hissedebiliyor hem de bitmek bilmeden düşünebiliyor insan böylesi durumlarda. Sâdece etraf karanlıkken ne ışık görebiliyor insan ne de tek bir hayat belirtisi. Ben hürken güneş sanki dokuz ayrı parçaya bölünür, dokuz yerimden beni sarılıp sarmalar hem gönlümü hem de bedenimi ısıtır, yakar; adeta bir alev topuna çevirirdi. Fakat şimdi ise beyaz ve soğuk duvarların arasında titreyerek üşüyen ve sâdece hayal kurmakla yetinen bir yetim esirim. Dört duvar arasındaki bu karanlık hücre de mâkûs talihimi yaşıyorum. Artık rüya görmüyor, eski hayatımın o güzel günlerini unutmamak için sık sık hatırlamak gayretine düşüyorum. Artık benim, ne geleceğe ne de yeniden hür olacağıma dâir bir inancım kaldı. Çünkü bir başkasına muhtaç olmak hissi insanı mahvediyor. Bir kurtarıcı beklemek, çaresiz kalmak ve gözünü kan bürüyen bir zâlimin elinde kurbanlık koyun gibi beklemeyi bilmek ve bunu sürekli düşünmek her şeyi ama her şeyi yok ediyor. Ben de tüm bu kötü şeyleri düşünmek yerine geçmişe doğru seyahatteyim şimdi. Çocukluğum, gençliğim ve sevdiklerimle birlikte uzun bir yolculuktayım. Ândan ve içinde bulunduğum mekândan sıyrılıp eski yaşamımı sık sık seyre dalıyorum.

Hâfız Ali ile gece yarısı yürüdüğümüz yollar üzerinde ettiğimiz muhabbetleri özlüyorum. Dünyaya gözlerimi ilk açtığım andan itibaren yanımda hep Hâfız Ali vardı. Mahalle arasında koşuşurken düşüp dizlerimizi yaraladığımız günlerde, canımız çektiği için komşumuz Ahmet amcanın bahçesindeki erik ağaçlarından birer ikişer aşırdığımız o ilkbahar mevsiminde hep yanımdaydı. Yaşadığım ilk sevince, ilk hüzne, korku ve heyecan dolu anlara ilk o şâhit olmuştu. Neredeyse aynı zamanda doğmuştuk, aramızda birkaç hafta vardı. Yaşlarımızın yakın olması bizi birbirimize iyice yakın kılıyordu. Hiç karşılaşmamak, aramızda asırlar kadar fark olsa ben Hâfız Ali ile yine dost olurdum. Hatta dosttan öte kardeş olurdum. Ya ikimizden yaşça büyük olsa da yanımızdan bir an olsun bile ayrılmayan bizi koruyup kollayan Ramazan ağabeyim. Gözleri hafif çekik, güldüğü zaman içine çekilir. Öfkelendiği vakitlerde ise kara gözleri üstündeki çekinikliği atarak ortaya çıkardı. İşte o vakit önünde Engin dağlar eğilirdi. Neşesi içinde insanın içini gülümseten ayrı bir edası vardır. Anası ona bir Ramazan ayının ortasında doğduğu için o ismi vermişti. Hâfız Ali, Ben ve Ramazan ağabeyim. Mahallenin altını üstüne getirerek, oradan oraya koştuğumuz Kaşgar sokakları. Her gün yeni bir olayın içinde kalırken ülkemiz, üçümüz daha küçüğüz olan bitene aldırış etmeyiz. Her gün yeniden filizleniriz. Gün geçtikçe büyüyorken, okul çağına erişiyorduk. Ramazan ağabey bizden büyük olduğu için okula da önce başlamıştı. Biz kendi dünyamız içinde yaşarken o okuyor, okulda öğrendiklerini bize heyecan içinde aktarıyordu. Hâfız Ali ve ben onun okuldan çıkmasını hasretle bekleyip bize anlatacaklarını merak ediyorduk. Onu beklerken vakit bir türlü geçmiyordu. Her gün yeni bir dünyanın kapılarını bize açma fırsatı sunuyordu. Ona olan hayranlığımız günden güne artıyordu. Aylar hatta yıllar bu döngü içinde devam edip durdu. Ta ki Hâfız Ali ile okula başladığımız zamana kadar. Artık bizde yeni şeyler öğrenecek, Ramazan ağabeyimiz gibi bilgili olacaktık. Okula gideceğimiz ilk akşam ikimizi de uyku tutmamış, heyecan içinde sabah okula gideceğimiz ânı bekliyorduk. Aynı okula gidecektik ki şanslı olursak belki aynı sınıfa bile düşebilirdik. O gün şans yüzümüze gülmüş, hatta aynı sırada oturma fırsatını yakalamıştık. Okulun ilk günü gece uyuyamadığımız için uyuyakalmış öğretmenden azar işitmiştik. Günler bu heyecan ve yeni şeyler öğrenme merakı içinde geçiyordu. Yaşlarımız da bizimle birlikte ilerliyor, hayatın gerçekleri ile yüzleşiyorduk.

Ne yazık ki zaman bizi şaşırtmış, hayat tozpembeliğini bir anda yitirmişti. İşte o güne kadar hiç farkında olmadığımız bir kavganın ortasında doğmuştuk. Büyüklerimizin bizi bu kavgadan uzakta güç bela büyütmeye çalıştığını ilk olarak o zaman idrak etmiştik. Baba ve analar yorgun argın evlerine döndüklerinde yaşadıkları izleri sâdece yüzlerinde belli ettikleri ve çocuklarına aksettirmedikleri gerçeği yüzümüze bir tokat gibi indi. Her gün kulağımıza çalınan türküler içinde neden hep hürriyet özleminin konu edildiğini işte o yaşlarda anladık. Cihana adaletle hükmetmiş bir milletin torunları hürriyetten yoksun bırakılmaya, esir edilmeye çalışılıyordu. Bununla yüzleşmek hiç kolay olmamış, aksine her gün yeniden patlak veren olaylar yüzünden hayatımız gittikçe zorlaşıyordu. Bir türlü kabul etmiyor, büyüdüğümüzü hissettikçe omuzlarımızda dağlar kadar yük birikiyordu. Günler bu hisler içinde geçmek bilmezken, bu duruma kayıtsız kalmamak fikri bizi harekete sevk ediyordu. Üstelik okulda zorla Çince eğitim görüyor, Uygur Türkçesini konuşamaz olmuştuk. Eğer bu kurala uymayıp konuşanlar olursa çok ciddi cezalara çarptırılıyorlardı. Yollar üzerindeki tabelalarda, camilerde, toplu çalışılan fabrikaların umumi alanlarında kısacası halka açık ne kadar yer varsa, Uygur Türkçesine, İslâmiyet’e karşı kara bir propaganda yürütülüyordu. Türklüğün ve İslâm’ın kötülüğünden bahsedip onları inkâr etmeye, benimseyenlerin ise ülke içinde karışıklık çıkarmak istediklerini savunarak hapse atıyorlardı. Türlü işkenceler içinde geçen hapis hayatı yaşayan bir milyonu aşkın Uygur Türk’üne zulüm uygulanıyor, muasır medeniyet denilen o ülkelerden ise bu zulme ses çıkmıyordu. Ses çıkaranlar ise bizim iyiliğimizi düşünmekten çok kendi menfaatleri uğruna yardım eli uzatır gibi görünüyorlar, halbuki hiçbir şey yapmıyorlardı. Doğu Türkistan, bu düzenin içinde tek başına bırakılmış, koca bir okyanusun içinde boğulmaya terk edilmişti.

İşte bütün bu olup bitene bir dur demeli, vatanımızı kurtarmak için elimizi taşın altına koyarak mücadele etmeliydik. Her gün ne yapabiliriz diye düşünüyor, aklımıza gelen fikirleri birbirimiz ile paylaşıyorduk. Günler tükenirken bir gün, Hâfız Ali kendi istikametini tayin etmiş ve kararını vermişti. Hâfız Ali Çince konuşmayı pek beceremiyor hatta nefret ediyordu. Her gün okulda bu dili konuşmak onu oldukça üzüyordu. Bizde bu durumdan memnun değildik fakat o daha yoğun hislerle bu dile katlanmak istemiyordu. O yüzden okulu bırakacak ve gizlice dersler verilen bir Kuran kursuna kaydolacaktı. Hem bir Müslüman Türk olarak İslâm üzerindeki yapılan algıyı kıracak, hem de Müslüman Türk evlatları yetişmesine vesile olacaktı. Bize de bu kararına destek olmak düşüyordu. Ali Hâfız lakabını işte o günlerden sonra kazanacaktı. Hemen işe koyulmuş, hâfızlık mertebesine yükselmişti. Ramazan ağabey ile ben onun bu durumuna çok sevinmiş, gurur duyar olmuştuk. Gün geçtikçe ona imrenmemek elde değildi. Hem yoğun çalışıyor hem de bunları gizlice yapmak zorundaydı. Öğrendikçe aldığı bilginin zekatını vererek yeni gelenlere ışık oluyordu. Ramazan ağabeyim de okulunu bitirmek üzereydi. Türkiye’ye gidip Türkoloji bölümü okumak istiyordu. Çocukluğundan beri târihe meraklı, târihle yatıp târihle kalkardı. Ve bilirdi ki târihini bilmeyen milletlerin coğrafyasını başkaları çizerdi. Sohbetlerimizde kurtuluşumuzun yegâne temelini târihimizdeki kudretli köklerden alabileceğimizi dile getirirdi. Bizde onun gibi düşünüyor, târihimize sıkıca sarılıyorduk. Geçmişte ayrılmak zorunda kaldığımız milyonlarca Türk’ün varlığından haberdardık. Ancak birlik olursak bu zulme bir dur diyebilirdik.

Yine bu düşüncelerin getirdiği hararetli bir tartışmanın içinde bulmuştuk kendimizi. Ramazan ağabey durumumuzu koca bir ağaca benzetmiş, dalları birbirinden koparılmaya çalışan koskocaman bir ağaca… Yaprakları dökülmeye, kökleri büyümesin diye kurutulmaya çalışılan asırlık bir ağaca… Bu ağaca başkaları tarafından biçilen mevsim ise sâdece kıştı. İlkbaharda dallarındaki çiçekler açmaya başladığında onların beslenmesi için gereken suların önü daima kesiliyor, yeşermesine engel olunarak dallarında kalan birkaç yaprağın da dökülmesini istiyorlardı. Bu ağacın dalların da yetişen meyveleri sürekli kendi heybelerine koyup ağacı kendi menfaatleri, çıkarları için kullanmak istiyorlardı. Meyveleri sâdece kendileri yiyecek, gölgesinde kendileri rahatça günlerini gün edeceklerdi. Üstelik bunlar ne ağacın kendisini önemserlerdi ne de kuruduğunda vereceği canını. Kurusa da kendilerine meyve verecek başka ağaçlar elbet bulacaklardı. Dünya nimetleri ancak kendileri için vardı. Varlıkların değeri ancak kendisine yapılan hizmet ölçüsünde kıymetliydi. Âlemde her ne varsa kendileri içindir, varlık sebepleri kendi selâmetleri uğrunadır. İşte bu gayeyi güdenler şimdi bu kökü asırlar öncesine dayanan bu ağacı istedikleri şekilde himaye etmek, hatta kökünü kazımak istiyorlardı. Peki biz bu duruma karşı sessiz mi kalacaktık? Bir şeyler yapmalı, harekete geçmeliydik. Başkasını beklemek sâdece acizlerin işiydi. Biz Doğu Türkistan için, milletimiz için, dilimiz ve kültürümüz ve dinimiz için gerekirse can vermeliydik. İşte tam bu düşüncelerle harekete geçmiştik. Benim adım Aypars’tı. Biz Doğu Türkistan’ın yiğit evlatlarıydık. Bu üç yiğit Türk gencinden de başka türlüsü beklenemezdi.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.