Soğuk savaşın silâhı hâline gelmiş olan ideolojilerden biridir Marksizm. Evet, çokça işittiğimiz üzere kısaca proletarya (işçi) sınıfının hâkimiyetini isteyen diyalektik mantık metodunu kullanan ek olarak ihtilâl, proleter diktatörlüğü gibi uygulamalarla gâyesine ulaşmak üzerine kurulmuş bir ideolojidir. Burada bir sorgulama oluşturması bakımından şu soruyu yöneltelim: Köylü, serbest meslek mensubu, memur, esnaf ve işverenin proletaryaya baskı yaptığını, işçilere yapılan bu haksızlığa mâni olmak için işçileri iktidara taşıdığımızı düşünelim, bu hâlde toplum daha mı hür olacaktır? Diğer tabakaların da bu sefer proletarya baskısı altında kalmayacağını iddia etmek mümkün müdür? Düşünmek gerek…
Marksizm’e dâir burada asıl değinmek istediğimiz nokta mülkiyet hakkındaki görüşleridir. Marksistler mülkiyeti bir istismar sebebi, hırsızlık olarak görmektedirler. Sosyalistlerin sınırlanması gerektiğini söylediği mülkiyet hakkı için daha uç noktaya varan Marksizm ise direkt olarak özel mülkiyet hakkının kaldırılması gerektiğini savunur. Mülkiyet kaldırıldığı takdirde istismarın da biteceğini iddia etmekle yanıldıklarını tabiata başvurduğumuzda anlayabiliriz. ‘Bilimsel’ olduğunu iddia eden bir fikir sisteminin mensupları Marksçı skolastik dünyasından sıyrılıp ilmî vakalara dayanmalıdırlar deyip mülkiyete dâir bahislerimize geçelim.
Mülkiyet hakkı anayasamızın 35. maddesinde yerini bulmaktadır: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sâhiptir.” 35. maddenin ikinci ve üçüncü fıkrası da eklemekte, sınırlama şartını belirtmesi ve toplum yararına verdiği önemi göstermesi bakımından fayda var: “Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. (35/f. 2) Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. (35/ f. 3)” Bu maddeleri belirttikten sonra Başbuğ Alparslan Türkeş’in şu ifadelerine yer vermek gerekir: “Mülkiyete taraftarız. Fakat Kapitalizmden de ayrı bir görüşümüz vardır. Milletin yararına kullanmak ve başkalarını sömürme vâsıtası olarak kullanmamak şartıyla biz herkesin mülk sâhibi olmasını esas almış bulunuyoruz. Komünizm ise mülkiyeti yok etmeyi, mülkiyet hakkı tanımamayı ve her şeyin devlet malı olmasını esas almıştır.” Her şeyin devlet malı olmasını esas alan bu sistemde aslında yalnızca yeni mâlik ortaya çıkıyor. O mâlik de devlet yerini alan ilgili komünist partisidir. Mülkiyetin istismara yol açtığını iddia edip temsilen başa geçmiş bulunanlar artık yeni mülk sâhipleri oluyorlar. Tezatlar içinde bir sistem. Ayrıca anayasamızdaki düzenlemeden, Başbuğ Alparslan Türkeş’in ifadelerinden çıkaracağımız sonuçlarından biri mülkiyetin tek başına bakıldığında nötr bir ifade oluşudur, bir değer taşımayışıdır. Rekabet kelimesinde olduğu gibi diyebiliriz. Şöyle ki rekabet bir başına iyi veya kötü bir durum arz etmez. Kamu yararının, halkın refahının, milletin bekasının zararına yol açacak şekilde bir rekabet söz konusu olduğunda zararlı olduğunu fakat ilerlemeyi teşvik eden, gelişmenin önünü açan, yaratıcı olmaya iten ve öğrenmemizi sağlayan bir kavram olarak doğru kullanıldığında ise oldukça yararlı olduğunu söyleyebiliriz. İşte mülkiyette de durum böyledir; mülkiyet emperyalistlerin, ferdiyetçilerin elinde bir istismar, zulüm vâsıtası olabileceği gibi hayırlı bir vatan evladının elinde mülkiyetin olması sosyal yardımlar, hayır kurumları, vakıf vs. gibi yollarla yardımlaşmanın, dayanışmanın yegâne örneği de olabilir. Bu bakımdan mülkiyet elbette toplum yararına aykırı olması halinde yaptırıma tâbi tutulmalıdır. Günümüzde olduğu gibi de anayasa tarafından güvence altına alınmalıdır.
Bir başka pencereden mülkiyet hakkına bakarsak anayasamızda güvence altına alınan bu hakkın insan için tabiî ve fıtrî bir hal olduğunu söylemek gerekir. İnsanlar istikbale güvenle bakmak, gelecek kaygısı duymamak ister. Bu güvenle bakma isteği yalnız şahsı adına değildir. Türk milletinin temel yapısı olan âilenin fertleri de bu isteğin içerisindedir. Ardında en değer verdikleri Allah’ın emaneti olarak gördükleri evlâtları için de bir şeyler yapabilmiş olmayı dilerler ki bu yalnız evlâtları ile sınırlı değildir elbet. Yine bir insan en azından Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde yer alan fizyolojik ihtiyaçlardan yeme, içme; güvenlik ihtiyaçlarından olan barınma, saldırıdan korunma ihtiyacını gidermek zorundadır. Bu yeme içme fizyolojik ihtiyacını da şerefli, helal yollardan giderebilmek adına da hür olmak dolayısıyla mülkiyet sâhibi olmak gerekmektedir. Mâlûmunuzdur ki ülkemizde makarna-kömür geleneği vardır ve eğer daha karnını doyuramayan, evde çocuklarına sıcak bir yuva sağlayamayan bir insanımız var ise, istese de istemese de o da bu makarna-kömür geleneğine dâhil olacaktır. Dâhil olduğu bu sistem onu köleleştirecektir. Makarna-kömürü dağıtanların isteğine boyun eğip, onların dilediklerini yapmak zorunda kalır. Burada maalesef ki herhangi bir mülkiyeti olmayan ve dolayısıyla da hürriyeti olmayan insanımızın hikayesine tanıklık etmiş oluyoruz. İşte bu sebeple mülkiyet yaygınlaştırılmalıdır ve kesinlikle kaldırılmamalıdır. Bu insan fıtratını hiçe saymak olur, insan mülk edinmek isteyecektir bu değiştirilemez.
Yine fark ediyoruz ki mülk edinen insan köleleştirilemez de. Kölelik en çirkin istismar yollarındandır. Köleliğin aslında geçmişteki hâliyle çoğu kez bedenen olmasa da hâlâ devam ettiğini iddia etmek hiç de yanlış olmayacaktır. Bugün baktığımızda mülkiyet sâhibi olamayanların çoğunluğu aç ve açıkta kalmamak adına kendisine menfaat gereği sunulan herhangi bir sosyal yardımı kabul etmektedir. Bunun bir örneğini, makarna-kömür geleneğiyle hemen az önce vermiştik. Burada toparlayıcı bir paragraf olması bakımından münevverlerimizden Seyit Ahmet Arvasi’nin ifadesine yer vermek gerekmektedir: “Komünistler, kaynağını araştırmaksızın ve kötü örnekler göstererek mülkiyeti hırsızlık saymayı mârifet bilirler. Oysa mülkiyet hakkının tanınmadığı yerde adâlet yoktur. Bir dostumun yarı şaka, yarı ciddî söylediği şu sözler, beni gerçekten ciddî ciddî düşündürmüştür: “Adâlet mülkün temeli ise, mülkiyet de adâletin temelidir.” Öte yandan, târih bize göstermektedir ki, mülkiyet hakkı, hürriyetimizin de teminatıdır. Köleleşme problemi, her şeyden önce mülkiyetsiz kalma ile çok sıkı bir ilişki içindedir. Mülkiyet hakkından mahrum edilen milletler ele, sınıflar da kişiler de zaman içinde köleleşmeye itildiklerini görmüşlerdir. Günümüzde, ekonomik hürriyetler, sosyal ve politik hak ve hürriyetlerimizin en güçlü teminatı durumundadır. Sosyal adâlet, insanları, milletleri, sınıfları, âileleri ve kişileri, mülkiyetsiz bırakarak sefalette eşitlemek değil, insan haysiyetine yaraşır bir seviyede mülkiyet sâhibi kılmak olarak anlaşılmalıdır.”
Mülkiyetin kaldırıldığı değil tam aksine yaygınlaştırıldığı bir politika tercih edilmelidir. Herkesin mülkiyet sâhibi olduğu yerde ne de olsa bağımlılık söz konusu olmayacağı için sömürücü, kaynak bulamayacaktır. Aslen mülkiyeti kaldırmak isteyip komünist partilerinin mülk sâhibi olmasını sağlayan ideolojinin yol açtığı sonucun aksine mülkiyet kimsenin/ hiçbir yapının tekeline bırakılmamalıdır. Sonuç olarak mülkiyet kutsal bir haktır aksi iddialar ise Marksizmin tabiatta karşılığı bulunmayan gerçekleri yanıltmasından ibârettir.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.