19. ve 20. yüzyıllar dünyâda fikir hareketliliğinin patlamaya ulaştığı dönemlerdir. Zîra birçok ideoloji bu dönemde ortaya çıkmış; sanki bunca zaman kimsenin aklına gelmemiş olan sistemler, cennetler, dinler bir anda zuhur etmiştir.
Dünyâda artık ilim olarak görülen Liberal-Kapitalist sistem kendini tek olarak görüyor ve bu ideoloji ile yaşamayan, onun koyduğu sistemi kullanamayan/kullanamayan ülkelerin yok olacağını veya asla gelişemeyeceğini söylüyordu. Bu sisteme girmek ise er geç Avrupalı bir postalın Liberal sisteme dâhil olmak isteyenlerin kapısına uğraması ile mümkündü. Bu tamamıyla bir sömürü düzeni ile işledi. O günlerin dünyasında Batı Avrupa’nın tamamı artık bu sistemle yönetilirdi ancak sistemi çıkaran onlar olduğu için önce kendi insanlarını daha sonra da gelişmemiş ülkeleri sömürmeye başlayıp oraları özgürlükçü sistemlerine dâhil ettiler. Sonuçta 1920’li yıllarda Avrupa dışında dünyanın neredeyse tamamı asker yardımıyla zorla bu sisteme girdiler.
Marx ise Liberal sisteme karşı, onun çarkları ile ezilen insanlara bir umut olarak bir ideoloji üretmişti. Kapitalist çarkın altında kalan bütün emekçilere, yeryüzünde yüz binlerce yıl önce yaşandığı iddia edilen bir cennet vaat etmişti. Tek yapmaları gereken bağlı oldukları milletten kopup sınıflarına mensûbiyet duymalarıydı. Sâdece sınıflarına…
19. yüzyıl daha da çılgınlarını gördü. Kendini peygamber îlân edip vahiy alma ihtiyacı duymadan din ürettiğini söyleyen bilim adamları bile vardı. Kim olduğunu hemen anlamış olmalısınız. Artık dinlere ihtiyaç yoktu. Her şeyin doğrusunu, bilim bize zaten söylüyordu. Bu cümleler bir fizikçiye âit olsa anlaşılabilir tabiî ama ne yazık ki değil. Neyse ki fazla rağbet görmedi.
Bunlardan bahsetmemin nedeni, anlatacağım konunun geçtiği dönemin atmosferini yansıtmak. Çılgınlık bu üçüyle sınırlı kalmıyordu. Anarşizm, Irkçılık, Faşizm, Feminizm gibi ideolojiler de bu yüzyıllarda ortaya çıktı. Ancak bir ideoloji var ki kanımca dünyâyı bundan başka hiçbir ideoloji bu kadar etkilemedi: Milliyetçilik.
Önceki iki yazıda Avrupa’da milliyetçi fikirlerin ortaya çıkışını ve Türk milliyetçiliğinin ne zaman ortaya çıktığını anlatmaya çalışmıştım. Bu yazıda da milliyetçiliğin 19. yüzyılda bizde derli toplu bir ideoloji hâline gelip adının konmasından bahsedeceğim.
Yukarıdaki çılgın insanların koyduğu ideolojilerin neden bir anda bu dönemde zuhur ettiğinden bahsedersek konuya daha geniş açıdan bakarız diye düşünüyorum. Konunun ortaya çıkışının îzahı kesin olamamakla berâber felsefenin mefkûreci (Ziya Gökalp’in kullandığı anlamda) bir hâl almasıyla ilgilidir. Felsefe, herkesin bildiği gibi bilimler ortaya çıkmadan önce tabiatı, varlığı, insanı anlamak için en sık kullanılan yoldu. Fakat bilimlerin ortaya çıkması ile o, metafizik konularıyla daha çok ilgilenmeye başladı. Uzunca bir süre de bu böyle devam etti. “Varlık ne? Tanrı ne?” gibi çeşitli sorular ile yüzyıllarca uğraştı ve uğraşmaya devam etmektedir. Ancak 18. yüzyılda birçok ilim artık ortaya çıkmış ve özellikle Avrupa’da bilim sanayileşmenin önemli bir ayağı olmuştur. Bilim kendi otoritesini kurmuş ve kendinden başka hiçbir bilgi türünün yaşamasına tahammül edememiştir. İşte bu dönemde birçok fikir adamı veya felsefe ile uğraşan insanlar, bu gri zihniyetten kurtulmak için insanlara daha iyi yaşayacakları hatta mükemmel yaşayacakları hayatlar vaat etmeye başlamışlardır. Ütopyalar, cennetler havada uçuşmaktadır.
Az evvel bahsettiğim ideolojiler bu sebeplerle ortaya çıktı. Hatta bazıları birbirinin anti-tezi de olsa aynı şeyi hedefledi. Devletsiz bir dünya… Bu vaatlere ulaşmanın da yolu, belli fikir sistemlerine veya ideolojilere bağlanmaktı. Marksizm, Liberal-Kapitalizm hatta Siyasal İslâm gibi fikirler insanlara hep cennetler vaat ederek onları kurtuluşa ereceklerine inandırdılar.
Peki, bunların milliyetçilikle ne ilgisi var? Bu soru sorulması gereken bir soru. Çünkü yukarıdaki ideolojiler, sosyolojik olarak mensûbiyet şuuru duyulan en üst cemiyet birimini tercih etmiyor. Fakat milliyetçiler, en güçlü cemiyet birimi olan milleti tercih etmekte. Önceki yazıda da milliyetçiliğin Türkler tarafından bu yüzyıllardan daha öncelerde yapıldığını söylemiştim. Biz milliyetçiliği Avrupa’dan öğrenmedik. Bizim oradan aldığımız şey, milliyetçilik metodudur. Devletin bir sistem hâlinde bu ideoloji etrafında düzenlenip yürütülmesi bu dönemde ortaya çıkan bizim aldığımız şeydir. Milliyetçilik artık kendi kavramları olan, uygulama planları yazılan (Yeni Lisan makâlesi, Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak makâlesi, Türkçülüğün Esasları, Cedit usûlü eğitim vb.) bir ideoloji hâline gelmiştir. Hissî olarak yapılan ve adının milliyetçilik olmadığı dönem bitmiş; artık ideoloğu olan, bu ideologlar ve ideoloji etrafında fikriyat sâhasına giren ilgili kişilerce ortak kavramları olan, kendi metodu, uygulama planı olan bir ideoloji hâline gelmiştir.
Bu dönemde milliyetçilik, neler söylemiş, neyi değiştirmiştir? Her şeyi değiştirmiş, yeni şeyler söylemiş daha önemlisi bunların hepsini Türk târihine bakarak, Türk milletinin şartlarına göre yapmıştır. Öncelikle eğitim, dil ve târih alanında; daha sonra medya, politika gibi milleti ilgilendiren her konuda yenilikler ortaya atılmıştır. Sonuç olarak da millete artık unutmaya başladığı cihan hâkimiyeti mefkûresini anlatmıştır. Bütün bunların sebebi ise yeniden Türk medeniyetini kurmaktır. Türk milletini bu medeniyetin çatısında birleştirip ilelebet yaşatmak, Türk milliyetçilerinin temel gâyesi olmuştur.
Bu medeniyet ise ancak aynı ülkü etrafında birleşmiş bir toplum ile mümkündü. Yıllarca Batı’nın baskısı altında yaşayan, gâlibiyetin ne olduğunu unutmuş, fertlerinin pek çoğu yabancı devletlerin boyunduruluğunda yaşayan bir millete tekrardan unuttuğu ülküsünü hatırlatmak kolay olmayacaktı. Bunun için en önemli temel eğitimle atılacaktı. Eğitimin önemini ilk önce hür (?) yaşayan Osmanlı Türkleri değil, Rus Çarlığı altında ezilen Tatar Türkleri anlayacaktı. İsmail Gaspıralı yeniden Türk medeniyetini inşâ etmenin yolunun modern ilimleri bilen, kendi değerlerini yaşatan nesilleri süratle yetiştirmekte olduğunu gördü. Tercüman gazetesi, Cedit okulları ile görevini hakkıyla yerine getirdi. Onların medeniyet tasavvuru bugün bile birçok aydının anlayamayacağı kadar derindi. İşgal altındaki bir halk milletdaşlarıyla birleşip bir medeniyet inşâ edeceklerdi. Dünyânın başka hangi milletinde böyle bir ülkü olabilir ki? Demek ki Türk’ün mefkûresi hâlen daha unutulmamış, tekrardan filizlenmeyi bekliyormuş. Bu okullardan yetişenler, bu gazeteyi okuyanlar sâdece Tatar Türkleri olmadı. Adriyatik’ten Çin Denizi’ne kadar her yerde Ceditçiler yetişiyor, yeniden bir umut ışığı doğuyordu. Artık bu işin nasıl yapılacağı yazılıp çiziliyordu. Ceditçilerin işi çok da kolay olmadı. Onlar Rus Çarlığı ile mücâdele ediyorlardı. Bu mücâdeleler sonucunda tüm Rusya Müslümanlarının dâhil olduğu bir kongre bile düzenlendi. Tercüman gazetesi tüm Türk yurtlarına, Osmanlı topraklarından Doğu Türkistan’a kadar dağılıyor ve okunuyordu. Gaspıralı ve Ceditçiler kendi dertlerini tüm Türk yurtlarında anlatmış ve oradaki insanları da kendi dertlerine ortak etmeyi başarmışlardı. Bir süre sonra büyük isyanlar çıkarabilmişler, bazı yerlerde bağımsızlık dahi îlân edebilmişlerdi. Fakat tüm bu başarılara rağmen bir birlik oluşturulamamış ve Ceditçilerin tamamı Çarlık’ın ardından gelen Sovyet Rusya tarafından şehit edilmiştir.
Nihâyet bu düşünceler, kalan son bağımsız iki Türk devletinden biri olan Osmanlı Devleti’ne de geldi. Burada iş, unutulanları hatırlatmakla başladı. Çünkü ne kadar bağımsız olsa da burada Türkler ülküden mahrum, medeniyet kurmayı bırakın kendini Batı’nın kucağına bırakmaya hazırlanıyordu. Gerçi bahis konusu devletin bünyesindeki bütün Türkleri bunun içine katmak çok da doğru olmaz. Bu sebeple bunu aydınlar ve devlet yöneticilerinin büyük kısmı diyerek sınırlandırmak daha doğru olacaktır.
Burada kısaca Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumdan bahsetmek gerekirse artık Batı karşısında tamamen aşağılık psikolojisine girmiş bir Osmanlı’dan bahsediyoruz. Uzun süren savaşlardan alınan yenilgiler artık Türklerin yeniden eski ülkülerine yürüyemeyeceği inancına sebep oluyordu. Daha da acısı bunca yenilginin, kaybın sebebi bu ülküye inanılmaması değil; bu ülkünün unutulmasıydı.
O günlerde herkes çağdaşlaşmanın gerektiğini düşünüyor, bunun nasıl olacağını tartışıyordu. Aydınlar ve devlet yöneticileri Batı’ya ya hayran oldukları için ya da başka çâre göremedikleri için çağdaşlaşmanın ve yaşayabilmenin tek yolunun, Batılılaşmak olduğuna inanıyorlardı. Aynı zamanda bu aydınlar ve devlet yöneticileri Türk kültürünü aşağılıyor, Türk insanına köle muâmelesi yapıyordu. Türk olduklarını bile ifâde edemeyen bu insanlar yüzünden halk da Türklerin devlet yönettiğine inanmıyordu. Bir Türk’ün Ahmet Vefik Paşa’ya, “Türk’ten paşa mı olur?” demesi durumun ne noktalarda olduğunu gösteriyor. Türk milliyetçileri ise ilk önce bu sorunlara karşı sözler söylemeye başladılar ve büyük tartışmalar doğdu. Bugün, 2021 yılında bu tartışmalar hâlen yapılmaktadır. Batılılaşma problemi, Türk milletini sürekli meşgul etmiştir. Sonuçta en çok hakkında eser yazılan konu bu problem olmuştur. (‘Modernleşme’, ‘Çağdaşlaşma’, ‘Batılılaşma’, ‘Avrupalılaşma’, ‘Sanayileşme’ gibi konuları kastediyorum çünkü bunlar hep birlikte tartışılmış konulardır.)
Türk milliyetçiliğinin mürşidi Ziya Gökalp’in bu konudaki düşünceleri milliyetçilerin temel görüşlerini oluşturmuştur. Bu sebeple Türk milliyetçilerinin bu konudaki düşüncelerini Ziya Gökalp ekseninden açıklayacağım. Ziya Gökalp’in çağdaşlaşma (muâsırlaşma) konusundaki tavrı aslında nettir. Türk kültüründen ateşlenen ve Batı’nın ilim ve tekniğini kullanabilen bir sistem oluşturup bir Türk medeniyeti inşâ etmek onun temel görüşü olmuştur. Türk milliyetçilerin bu konudaki tavrı hep bu şekilde kalmıştır. Bunun nasıl yapılacağı tartışılmış, ilim ve tekniği almanın Batı zihniyetini de getirmek olduğu düşünülmüş ve çâreler aranmıştır. Netîcede esas kalan şey, Türk kültürüne daha çok bağlanıp medeniyeti bu kültür ile inşâ etmek olmuştur. Tabiî sâdece bununla sınırlı kalmamışlar; Yeni Lisan makâlesi ile Türk dilinin gelişmesi, daha güzelkullanılması için halkın kullandığı Türkçeye yakınlaşmak ve özellikle İstanbul Türkçesinin düzenlenmesiyle uğraşılmıştır. Dil konusunda Ziya Gökalp’in görüşleri aslında Türk milliyetçiliğinin Türk halkına bakışını da özetler. Ona göre dil konusunda ve medeniyet anlamında ilerleyemememizin sebebi aydınlardır. Aydınlar, kâideci yâni kuralcı insanlar oldukları için kelimeleri dışarıdan geldikleri şekilde telaffuz ederler; halk ise ağız yapısına nasıl uygunsa öyle telaffuz eder. Yâni kelimeleri kendi gönül dünyâsına uygunsa, ihtiyacını karşılıyorsa alır ve onları Türkçeleştirir. Halk bu konuda ilerici iken asıl aydınlar gericidir. Bu yorum, dönemin ve bugünün şartlarında bile yapılamayan bir yorumdur. Nitekim o dönemde aydınlar, halkı hakir görüyor ve hiçbir şeyden anlamayan insanlar olarak düşünüyorlardı. Ziya Gökalp ise milletine güveniyor, ilerlemenin yolunun ancak “Halka doğru” ilkesi ile olacağını bağıra bağıra söylüyordu.
Artık Türk milliyetçileri yukarıdaki konuların da üstüne çıkarak hukuk, siyâset, kültür, dil, târih, sosyoloji, psikoloji, sanat gibi milleti ilgilendiren her konuda yeni teoriler üretmişler ve bunların tamamında önceliği halka doğru ilkesine vermişlerdi.
Neydi bu halka doğru ilkesi? Medeniyet eğer bir Türk medeniyeti olacaksa bu halkın kültüründen ateşlenecek ve halkın çağdaş ilme uygun metotları kullanması, halkın içinden çıkan aydınlar ile başarılacaktı. Türk milliyetçileri ilk ortaya çıktığı günden beri her zaman halkla berâber ve onun kültürü ile hareket etmeyi zarûrî ve tabiî bir yol olarak görmüştür. Bunu başka hiçbir ideoloji yapmamıştır ki bunların içinde işçi sınıfını temel alan Komünizm de vardır. Halkın değerleri ile kalkınmak Bilge Kağan’dan Başbuğ Alparslan Türkeş’e kadar bütün Türk milliyetçilerinin ortak fikridir. Bilge Kağan da kültürünü bozmaktansa ölmeyi göze almıştır.
Bütün bu yapılanlar hep kendi dertlerini halka açmak ve onlara kendi dertlerine ortak olmaya dâvet etmek içindir. Aynı ülküyle tekrardan şahlanan millet; medeniyetini ayağa kaldıracak, Tûran ülküsünü gerçekleştirecek ve Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi ile yaşayacaktı. Millete unuttuğu ülküsünü yeniden hatırlatmak… İşte Türk milliyetçilerinin temel vazîfesi… Batıda milliyetçilikler oluşturulurken çoğu millet yeni ülküler üretti ancak Türk milliyetçileri buna lüzum görmedi çünkü bizim zâten bir ülkümüz vardı ki biz bu ülkümüzü unutmasaydık böyle bir duruma hiçbir zaman düşmezdik.
Her insanın hayatta bir amacı vardır. Yaratılış gâyesini keşfedip bunlar için çalışmak, insanı insan yapan özelliklerdendir. Milletlerin de aynı insanlar gibi millî mefkûreleri, idealleri, ülküleri olur. Milletleri de millet yapan hatta onları bir şuur etrafında birleştirip milliyet duygusu veren şey de budur. Milletleri azimle çalıştıran ateş, ülkü ateşidir.
İşte Türk milliyetçiliğinin 19. yüzyılda yaptığı şey budur. Bugün Türk milliyetçilerinin görevi çok değişmemiştir. Türk milliyetçilerinin görevi milletine bu ülküsünü hatırlatıp felâket zamanlarını beklemeden onu uyandırmaktır. Cânan uykuda! Onu uyandırmalı ve kendi derdimizle dertlendirmeliyiz. Ancak bu şekilde Türk milliyetçileri başarılı olacaktır.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.