Her millet kendine has bir yaşayış ve davranış şekline sahiptir, buna “kültür” diyoruz. Milletler kültürleri ile var olmuşlardır. Nitekim ezelden ebede akışın temsilcisi olan milletler yüzyıllar boyu yaşayageldiği kültürleri ile ayakta kalabilmişlerdir. Yüce Türk milleti de bu milletlerden biridir.
Türkler dört bin yıldır kültürlerini yitirmeden var olagelmiş yüce bir millettir. Biz de bu yazımızda kadim Türk kültürünün unsurlarından olan köy ve şehir hayatını ele alacağız.
Bilindiği üzere Türkler konar-göçer bir yaşantıya sahipti. Çoğu batılı bilim adamı Türkleri göçebe bir kavim olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu çabanın sebebi Türklerin kültürlerini ve medeniyetlerini yok saymak istemeleridir ama konumuz bu olmadığı için bu konuya daha fazla değinmeyeceğim.
Türkler “yaylak” ve “kışlak” olmak üzere iki yerde otururlardı. Bu iki bölgenin de Türkler için ayrı ayrı değeri vardır. Biri diğerini tamamlar niteliktedir. Yaylak olmadan kışlağın, kışlak olmadan yaylağın bir önemi yoktur. Yaylak, yazın oturulan; kışlak, kışın oturulan yer anlamına gelmektedir. Türkler yaz oldu mu yaylaya çıkarlardı. Her Türk topluluğunun nerelerde yazlayıp nerelerde kışlayacakları töreler ile belirlenmişti. Göç edilen yerlerde kesinlikle başıboşluk görülmezdi. Göçler idâreciler tarafından sevk ve idâre edilirdi.
Türkler “yeni yurt edinmek” için yapılan göçleri her zaman iyi bir hareket olarak görmüşlerdir. Göç edilen yerler yeni ve bereketli topraklara sahipse göç edenler sevinçli hatta gururlu olurdu. Yayla da Türkler için bereket demekti. Yazın yaylaya göçmeyip de evinde kalanlara âdeta acınırdı. Onlar bahtsız olarak görülürdü.
Otlaklar, yaylalar Türkler için çok önemliydi. Buralar için sözler söylemişlerdir, şiirler okumuşlardır. Türklerde yayla âdeta bir tutku haline gelmiştir. Günümüzde de böyle değil midir? Yaz ayları geldiğinde yazlığa gitmek, yaylaya çıkmak isteriz. Prof. Dr. Bahaeddin Ögel bu durumu derin bir istek, içgüdü olarak ifade ediyor.
“Yayla yollarını süsler bürüyü,
Baştan aşağıya saldım sürüyü,
Yokuş tırmanıyom, yörüyü yörüyü,
Malım bir ise iki etsin Tanrım!”
Konar-göçer bir yaşam tarzına sahip olan Türklerin, şehir kurarak dâimî bir yerleşim tarzına geçmeleri uzun bir zaman almıştır. Bulundukları bölge, çevresindeki komşu ülkeler, iklim koşulları ve yaşam şartları bu süreci etkilemiştir.
Türkler şehirciliğe geçerken konar-göçerliği de devam ettirmişlerdir. Bunun birçok sebebinin olmasının yanında, en bilindik sebebi savunmadır. Hunlar ve Göktürkler surlar ile çevrili olan şehir savunmalarını Çin savaş taktiklerine karşı elverişsiz buluyorlardı. Özellikle başkente kaleler kurup bunlar ile savunmaya girişmek Türk orduları için çok tehlikeli idi. Bu sebeple Türkler bir yandan şehirleşirken öte yandan konar-göçerliğe devam etmişlerdir.
Türklerde yerleşik hayata geçişin tam olarak gerçekleştiği dönem Uygur devridir. Özel mülkiyet ve tarımsal faâliyetler gibi belirli bir düzen ve sistem içinde yürütülen faâliyetler bu dönemde ortaya çıkmıştır. Özellikle Maniheizm ve Budizm dinlerinin Uygur Türkleri arasında yayılması yerleşim yerlerinde dînî mimarî ve dînî edebiyatın güçlenmesine, şehirlere duyulan rağbetin giderek çoğalmasına sebep olmuştur.
Türkler, şehirlerini ilk önce ordu-şehir olarak kurmuşlardır. Ordu, hakan yerleşimidir. Buradan devlet idâre edilir. Bu şehirlerin yerleşimi seçilirken iki husus dikkate alınırdı. Bu hususlardan biri, şehir yapılacak yerin mukaddes bir yer olması; bir diğeri ise stratejik bir konumunun bulunmasıdır. Misal olarak İslâmiyet öncesi Türk devletlerinde Orhun Irmağı kıyıları mukaddes ve stratejik olarak da önemli bir bölgedir. Hunlar ve Göktürkler başkentlerini buraya kurmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun da başkentini İstanbul yapması başka bir sebepten değildir diye düşünüyorum.
İslâmiyet öncesi Türk şehirleri, şehirleri çevreleyen surlar ve onu saran su hendekleri ile çevrelenmekteydi. Şehirlerin fiziki yapılanması, han sarayının yapımıyla başlardı ve sarayın etrafında muhtelif çadırların kurulmasıyla oluşurdu. Sonraki dönemlerde çadırlar yerini kerpiç yapılara bırakmıştır. Gıda üretimi yeterli olmadığından şehirde daha çok hayvancılık faâliyetleri yapılırdı. Şehirlerde pazarlar kurulur, ticaret bu şekilde sağlanırdı. Ayrıca Türk şehirlerinde yol da önemli bir unsurdur. Ordu ve ticaret merkezlerinin öneminden dolayı yollar düzenli ve emniyetli bir şekilde işlerdi.
Türklerin, İslâmiyet ile tanışmasından sonra şehirlerinde değişiklikler meydana geldi. Câmi, namazgâh ve mescit gibi ögeler Türk şehirlerine giriş yaptı.
1071’den itibaren yoğun olarak Anadolu’ya yerleşen Türkler burada fethettikleri yerlere câmi, medrese, zâviye inşâ ettiler. Bu bölgede son zamanlarda azalan ticari faâliyetleri kurdukları kervansaraylar ile canlandırdılar. Şehirlerin iç ve dış kısımlarında pazarlar kuruldu. Zâviyeler aracılığı ile henüz yerleşik hayata geçmemiş Türk toplulukları, yerleşik düzene geçmeye ve şehirleşmeye özendiriliyordu.
Türk şehirleri üç temel unsur üzerine kurulurdu. Şehrin en temel birimi olan mahalle, mescit etrafında şekillenirdi. Şehrin merkezinde, şehrin yönetiminin sağlandığı saray bulunurdu. Ticaret alanları ise mahallelere giden ana yollar üzerinde küçük imârethâneler veya hanlar olarak inşâ edilirdi.
Tarihin en büyük imparatorluklarından olan cihan devleti Osmanlı’da ise şehirler artan nüfus ile birlikte kale-şehir yerleşiminden surların dışına çıkarak açık şehir yerleşimine geçmiştir. Osmanlı şehirlerinde de kendinden önceki Türk-İslâm şehirlerinin ana karakteri devam etmektedir. Şehirler merkezde bir câmi veya külliye etrafında bulunan mahallenin yayılımından oluşurdu. Vakıflar yolu ile câmi, medrese, kütüphane, aşevi, han ve hamamlar yaptırılarak sosyal hayat canlandırılmıştır.
Cumhuriyet Dönemine gelindiğinde ise birçok şehir eski önemini yitirmiş, şehirler küçülmüş ve nüfus yoğunluğunun köylere akmıştır. Milletimizin uzun yıllar savaşlarla boğuşması onları harap etmiş, şehirlerin de canlılığını yitirmesine sebep olmuştur. Yeni devletimizi kurduğumuz 1923 sonrası dönemde halkımızı ve şehirlerimizi canlandırmak için birçok yatırım yapılmıştır. Bu yatırımlar ile Kırıkkale ve Karabük gibi yeni şehirler kurulmuştur, Ankara gibi önemini kaybetmiş şehirler tekrar önem kazanmıştır. Fakat devam eden yatırımlarla gelişen süreç bize yanlış bir şehirleşme yaşadığımızı göstermektedir. Şehirlerimizde gecekondulaşma boy göstermiş ve şehirlerimizin sosyokültürel yapısı giderek bozulmaya başlamıştır.
Şehirler medeniyetin oluştuğu, kültürün icrâ edildiği önemli merkezlerdir. Şehir sanatın, felsefenin, dînî düşüncenin, mimarînin, iktisadın ve daha birçok alandaki unsurun anlam kazandığı, birbirini tamamladığı bir çevredir. Şehirler, onları inşâ eden idarenin dünya görüşünün ürünüdür. Şunu diyebiliriz ki topluluklar şehirlere âdeta bir kimlik tahsis ederler. Geçmişten günümüze Türk şehirlerine baktığımızda şehir yapısı ile içinde bulunan câmi, han, hamam, saray ve bu yapıların süslemeleri ile bir Türk şehri olduğunu daha ilk bakışta hissediyoruz. Bu yapılarda insan da kültür de kendini fazlasıyla ortaya koyuyor.
Kaynakça
Ögel, Bahaeddin. Türk Kültür Tarihi 1. Kültür Bakanlığı Yayınları. 1978.
Gül, Adem. Otağdan Başkente Türk Devlet Merkezleri. 2015.
Baykara, Tuncer. Türk Hayatında Şehir ve Cumhuriyet Devri Gelişmeleri.
Kılıç, Ümit. .Türk-İslam Medeniyetinde Şehir. Düşünce Dünyasında Türkiz Dergisi.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.