Membaı kadim döneme kadar uzanan Türk milliyetçiliğinin siyâsî sâhada tebellür etmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine uzanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılın son çeyreğinden îtibâren başlayan irtifâ kaybının 19. yüzyılda artarak devam etmesiyle 20. yüzyılın başında Osmanlı’nın artık dünya siyâsetinde dengeleri belirleyen rolü sona ermiş ve “hasta adam” olarak anılmaya başlanmıştır. Mevcut durum karşısında hâl çâreleri aranırken çözüm olarak zuhur eden muhtelif fikir akımları vardır. Bunlar içerisinde, Türkçü çözüm açısından Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyâset” adlı eseri büyük ehemmiyet arz etmektedir. Bu eserde ortaya konan tahlilde, Türkçülüğün ve bu bağlamda Türk Birliği’nin çözüm için gerekliliği ortaya konmuş; diğer akımların tatbîkinin müşkül olduğu ifâde edilmiştir. Türkçülük akımının tâkipçileri için mühim diğer bir isim ise Ziya Gökalp’tir. Yazdığı yazılarla Türkçülük fikrini sistematik hâle getirmeye çalışan Ziya Gökalp, cumhûriyetten önce İttihat ve Terakki tarafından desteklenmiş ve bu partinin ideolojik zemindeki mümessili olmuştur. 1923 yılında yayımlanan “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde, Türkçülüğün Türkiye sınırları ile kısıtlanamayacağını belirten Ziya Gökalp, Türk milliyetçiliği ülküsünü üç merhaleye ayırmıştır: “Türkiyecilik”, “Oğuzculuk veya Türkmencilik” ve “Tûrancılık”. Çıkmazdan kurtulmak için ortaya atılan çözüm önerileri içinde Türkçü bakışın böyle bir istikâmet belirlemesinin altında yatan sâik, küçülen devletin makas değiştirerek yeniden Türkleri bir araya getirmesi ve eski görkemli günlerine avdet stratejisi olarak hülâsa edebiliriz.
Büyük mütefekkir Ziya Gökalp ve tâkipçileri, Türk milletini teşrih ederken bu millete mensup olanların Türkiye’de, Türkistan’da, Kafkaslarda ve dünyânın neredeyse yarısında mevcut olduğunu ifâde ederlerdi. Türk milletine mensup bu insanların târihte birçok defalar birleştiğini fakat umûmiyetle ayrı ayrı devletler kurup farklı coğrafyalarda mücâdele ettiklerini, istikbalde Türklerin yeniden organize edilip bir araya gelebilecekleri tasavvurunu eserlerinde ve sohbetlerinde işlemişlerdi.
Türk milliyetçiliği ve onun Türk Birliği ülküsünü, Ziya Gökalp’in:
“Vatan, ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan, büyük ve müebbed bir ülkedir; Tûran”
Mefkûrevî vatan hududu ile hülâsa olarak îzah edebiliriz.
Atatürk’ün “fikirlerimin babası” olarak tavsif ettiği Ziya Gökalp’in belirlediği istikâmete münâsip yol kat etmeye başlayan genç Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye sınırları içinde Türklüğün ve Türk milliyetçiliğinin yeniden dirilmesi temeli üzerinde yükselmeye başlamıştır. İstikbâlini düştüğü yerden bir kez daha bismillâh diyerek, müthiş bir gayret ve binbir güçlükle Sakarya Nehri’nin kıyısından ayağa kalkarak sağlayan, yeryüzündeki milletdaşlarının ve dindaşlarının hemen hemen tamamının esir ya da etkisiz durumda olduğu bir ahvalde Türkiye Türklerinin yeni idârecilerinin, konjonktür gereği Türk Birliği söylemini resmî bir şekilde ifâde etmemelerini isâbetli bir şekilde tahlil etmek gerekiyor. Ancak devletin derin vicdânından bu ülküyü çıkarmayı da asla düşünmemişlerdir. Bu sebeple Türkiye dışındaki Türkler ihmal edilmemiş; kısmen resmî, ekseriyetle de gayrı resmî olarak lâkin şuurlu bir şekilde dış Türkler ile temas devam ettirilmiştir. 1923-1938 yılları arasındaki bu dönemde yaşanan en büyük tâlihsizlik, Ziya Gökalp’in 1924’te çok erken bir vakitte vefat etmesi olmuştur. Atatürk’ün ölümü de aynı derecede büyük bir tâlihsizliktir zîra bu kayıp, Türk milliyetçisi çözüm modelinin devletin başındaki uygulayıcısının da kaybı anlamına gelmektedir. İsmet İnönü ile başlayan sonraki yeni dönemde artık batıcılığa yönelik manevralar ve Atatürk dönemi politikalarının tam tersi yönünde izle – nen bir yol teberrüz etmiştir. 1939-1945 arası cereyan eden İkinci Dünya Savaşı’nın gâlip devletleri arasında SSCB’nin de yer alması, Türk milliyetçiliği düşüncesinin her anlamda devlet katından tasfiyesine yol açmıştır. Nitekim bu dönemde meydana gelen 3 Mayıs 1944 Türkçülük olayları, bilâhare dönemde oluşacak bu menfî durumun en açık işâretidir.
Evvelâ Mustafa Kemal Atatürk’ün de bir Tûrancı olduğunu belirtmek gerekir. Batı Trakya, Azerbaycan, Musul-Kerkük ve Hatay için yaptıkları bir yana onun; “Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk Birliği’nin bir gün hakîkat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyâya onun rüyâları içinde kapayacağım. Türk Birliği’ne inanıyorum, onu görüyorum. Yarının târihi, yeni fasıllarını Türk Birliği’yle açacaktır. Dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak; güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek.” sözleri bile buna delâlettir. Bu konuyu zihinlerde anlamlandırmak için Atatürk’ün Türk Birliği ülküsünü benimsediğini gösteren ve Türk Dünyâsı’na olan ilgisini bizlere anlatan pasajlar ile bu husûsa açıklık getirmeye gayret edeceğim. Millî Mücâdele’nin en çetin yıllarında bile o asla bu ülküsünden vazgeçmemiştir.
Millî Mücâdele yılları, Türk milletinin ve Mustafa Kemal’in en zor geçen yılları olarak da bilinir. Bir kere Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni ve mağlûp olarak çıkan, on-on bir yıldır cepheden cepheye koşan Türk milletinin savaşacak tâkati tükenmektedir. Mustafa Kemal bu şartlar içerisinde vatan sınırlarını Mîsâk-ı Millî olarak çizerken yalnız Türkiye Türklüğünün değil diğer Türkistan Türklerinin de istikbâllerini düşünmektedir. Bunun en belirgin örneği Sovyet Rusya ilişkileridir. 1920 sonlarında müşterek düşman İngilizlere karşı Sovyet Rusya ile bir ittifak kurmak amacıyla Moskova’ya gönderilen Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, Sovyetlerin riyâkârlığı yüzünden Ankara’ya dönmek üzereyken Türk hükûmeti ve Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuad Paşa’yı derhal elçi olarak Moskova’ya göndererek Sovyetler ile bu iş birliğini sağlamaya karar verirler. Gönderilecek olan heyetin üyelerinden birisi de İsmail Suphi Bey’dir. İsmail Suphi Bey, bu heyet ile birlikte Moskova’ya gittikten bir süre sonra Türkistan bölgesine gönderilir. 1921 Temmuzu sonlarında Buhara’ya varan İsmail Suphi Bey’in vazîfesi, Mustafa Kemal Paşa’nın direktifleri istikâmetinde Türkistan Millî Birliği’nin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında arabuluculuk yapmaktı. Böyle müşkül bir dönemde bile aklının bir köşesinde binlerce kilometre ötedeki milletdaşları olduğuna emâredir bu vak’a.
Atatürk, Millî Mücâdele yıllarında Türk Birliği’nin sağlanması için izlediği siyâsetten ve düşünceden daha sonraki yıllarda da vazgeçmemiştir. Cumhûriyetin temelleri atıldıktan sonra, Atatürk’ün tâkip ettiği eğitim ve öğretim programına dikkatle bakılacak olunursa; onun en büyük emellerinden birinin, bütün Türkler arasında tam bir kültür birliği meydana getirmek olduğu görülür. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun kurulması ve yaptığı çalışmalar da bu ifâdeyi tasdikler mâhiyettedir.
Atatürk, Türklerin kökenlerinin Türkistan’a dayandığının gençlere öğretilmesi husûsunda öğretmenlerin dikkatini çekmiştir. Atatürk, Türk târihî kültürünün kaynakları husûsunda Meclis kürsüsünden şöyle seslenmiştir: “Efendiler, bu dünyâyı beşeriyette en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan bir Türk milleti vardır ve bu milletin dünya üzerinde kapladığı alan oranında târih alanında da bir derinliği vardır. En bâriz ve en maddî târih delillerine istinâden diyebiliriz ki Türkler, on beş asır önce Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kâbiliyetinin görüldüğü alanlar olmuştur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bir Türk Devleti, ecdâdımız olan Türk milletinin teşkil ettiği bir devlettir.”
Eylül 1921’de Azerbaycan’ın büyükelçi olarak atadığı İbrahim Abilov’un Ankara’ya gelişiyle beraber, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişki pekişmişti. Nitekim 18 Kasım 1921 târihinde Azerbaycan sefâretinin açılışı ve bayrağının direğe çekilişi dolayısıyla Atatürk, kardeş Azerbaycan halkının istiklâlinin ebediyen var olup devam edeceğine olan inancını bir defa daha dile getirmiş ve Türkiye’nin Azerbaycan’a verdiği önemi şu ifâdeleriyle tamamlamıştır: “…Azerbaycan ile Türkiye arasında mevcut kardeşliğin ve samîmiyetin tevlid ettiği râbıtadan başka, Azerbaycan’ın diğer dostlarımızla temas noktasında bulunması da hâiz-i kıymet ve ehemmiyettir. Coğrâfî vaziyeti göz önüne getirilirse filhakîka Azerbaycan’ın, Asya’daki kardeş hükûmet ve milletler için bir temas ve telâkî noktası olduğu görülür. Azerbaycan’ın bu mevki-i mahsusu, vazîfesini pek mühim kılmaktadır. Bu vaziyetin yanında Anadolu’yu göz önüne getirmenizi ricâ ederim. Tesâdüfen sağımda duvarda asılı olan şu haritanın pek güzel irâde ettiği gibi Anadolu da bütün Asya’nın, bütün mazlûmlar dünyâsının, zulüm dünyâsına doğru ileri sürdüğü bir vaziyette bulunmaktadır.” İşte kültür, din, dil, soy vs. birçok bağın yanı sıra, Azerbaycan’ı Türk Dünyâsı için önemli kılan coğrâfî şartlar da mevcuttu. Çünkü bu bölge Türkistan Türklerine de açılan bir kapı gibiydi. Yâni Türk kapısı idi.
29 Ekim 1933’teki Cumhûriyet Balosu’nda bir mülâkatında, “Bugün Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı Devleti gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! Hazır olmak, yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Mânevî köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, târih bir köprüdür! Bugün biz, bu insanlardan dil bakımından, gelenek, görenek, târih bakımından ayrılmış; çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesâbını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim, onlara yaklaşmamız gerekli. Târih bağı kurmamız lâzım. Folklor bağı kurmamız lâzım. Dil bağı kurmamız lâzım. Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, târih encümenleri kuruluyor. Dilimizi, onların diline yaklaştırmaya; târihimizi, ortak payda hâline getirmeye çalışıyoruz. Böylece birbirimizi daha kolay anlar hâle geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi ortak bir târih öğretimiz de olması gerekli. Ortak bir mâzîmiz var. Bu mâzîyi, bilincimize taşımamız lâzım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz târihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli. İşte bunu sağlamak için de Türkiyat Enstitüsünü kurduk. Kültürlerimizi bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. İşitiyorum, benim dil ve târih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız, ‘Paşa’nın işi yok! Dil ile târih ile uğraşmaya başladı.’ diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyâda, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız”. Maalasef ki biz denge değişikliğine, 60 yıl önceki bu ihtâra rağmen hazırlıksız yakalandık.
Türkoloji târihinde son derece mühim bir yere sâhip bulunan 1926 Bakü Birinci Türkoloji Kurultayı, 6 Mart 1926 günü kapanış oturumuyla nihâyete erdi. Kurultayın sona ermesiyle Türk kültür târihinde yeni bir dönem başlamıştı. Türk halklarının çoğunlukta olduğu cumhûriyetlerde, Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası tedrîcen yürürlüğe giriyordu. Merkez Komitesi yaptığı çalışmalar sonunda 33 harften oluşan “Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası” adıyla bir alfabe oluşturmuştur. Belirlenen bu alfabeyi, Azerbaycan Türkleriyle birlikte diğer Türk toplulukları da benimsemeye başlamışlardı. Türkistan Türk toplulukları arasında Latin alfabesini kullanmaya başlayan ilk Türk topluluğu, Yakut Türkleridir. Yeni alfabe adıyla 1917 yılından îtibâren gayrı resmî olarak kullanılan bu alfabe, 1929 yılında resmen kabul edilmiştir. Ardından da Hakas Türkleri, Şor Türkleri, Tuva Türkleri, Altay Türkleri, Kırım Türkleri, Nogay Türkleri, Kumuk Türkleri, Karaçay-Balkar Türkleri, Karakalpak Türkleri, Kırgız ve Başkurt Türkleri, Özbek Türkleri, Kazak Türkleri ve Türkmenler Arap alfabesini bırakıp Latin esasına dayanan alfabeyi benimsemişlerdir. Ayrıca Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan Latin alfabesine geçiş kararına karşı çıkmasına rağmen Tataristan da 1927 yılından îtibâren Latin alfabesine geçme kararı almıştır. Türkiye Cumhuriyeti de 1 Kasım 1928’de, TBMM’de kabul edilen 1353 sayılı kânun ile Bakü’de kabul edilen Birleştirilmiş Yeni Türk Elifbası’ndaki harflerle hemen hemen aynı olan alfabeyi kullanmaya başladı. Böylece ilk kez 1860’ta Osmanlı Devleti’nde Münif Paşa’nın alfabe üzerine konferansıyla başlayan ve önce alfabenin ıslâhı, sonra da Latin alfabesine geçme tartışmaları yaklaşık yetmiş yıl sonra sona eriyordu. Bu süreç kimilerinin zannettiği gibi bir gecede alınmış kararla başlamamış, 1860’ta başlayıp 1928’de sonuçlanmıştı. İşte İsmail Gaspıralı Bey’in yıllarca terennüm ettiği “Dilde, fikirde, işte birlik” şiârının gerçekleşmesi için yapılan bu çalışmalar meyvelerini vermeye başlamıştı. Ve bunun uygulayıcılarından biri de Türkiye Cumhuriyeti Devleti başındaki Mustafa Kemal Atatürk’tü.
Atatürk 1933’te Amerikalı bir generalle yaptığı mülâkatta, “Allah nasip ve ömrüm vefâ ederse Musul, Kerkük ve Adaları geri alacağım. Selanik de dâhil, Batı Trakya’yı Türk hudutlarına katacağım.” demiştir. Batı Trakya’nın Mîsâk-ı Millî’nin sınırları dışında kalmasına rızâ göstermeyen Mustafa Kemal, 1936’da Yunan Başbakanı Metaksas ile konuşurken; “Biz Batı Trakya Türklüğünü, Lozan’la kıymetli bir emânet olarak size bıraktık. Onların rahat ve huzuru Yunan hükûmetinin garantisi altındadır. Bu îtinânın gevşememesi için Türkiye’deki Rumların huzur ve rahatı gibi elimizde bir temînat vardır.” diyerek onlara gelecek en küçük bir zararı, Türkiye’deki Rumlardan çıkarabileceğini hatırlatıyordu. İşte gerçek “Tûrancılık” budur. Sloganla, lafla olmaz; çalışmayla olur. Türkiye Cumhuriyeti’nin millî sınırlar içinde bir milliyetçiliği öngörüp sınır dışı topraklara göz dikmemesi, Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” söylemiyle de perçinleşmiş ise de bu ilke Türk milliyetçiğinin sınır ötesi Türk devlet ve toplulukları ile çok yakın ilişkiler kurup bunu ekonomik, kültürel ve siyâsî birliklere dönüştürmesine engel değildir. Hatta yeri geldiği zaman millî çıkarlarımız ve sınır ötesindeki milletdaşlarımız için tehditlerden arındırmak veya onlara yardım etmek amacıyla doğrudan ve sınır ötesi müdâhalelerde bulunmak düşüncesini, bizzat Atatürk’ün Hatay konusundaki askerî girişimleri veya Musul, Kerkük ve hatta Selanik konusundaki temennilerinde okumak mümkündür. Çünkü Türk Dünyâsı büyüktür ve bu büyüklüğü, Atatürk’ün Sovyetler Birliği’nin gelecekte çökme olasılığına karşı mânen ve maddeten hazırlıklı olmamız gerektiğine dâir konuşmasından da hatırlamak gerekir. Türk Dünyâsı alan, nüfus, kültür olarak çok büyüktür ve bu bakımdan Türklüğün geleceği parlaktır, umut doludur.
Her ne kadar Türk Cumhuriyetleri arasındaki iş birliğini kolaylaştıran beşerî, kültürel, târihî ve sosyo-ekonomik pek çok sâik bulunsa da bağımsızlıklarının 30. yılına gelene kadar iş birliği düzeylerinin tatminkâr olduğu söylenemez. Yıllarca bu yönde bazı girişimler yapıldıysa da bunların sâdece söylem düzeyinde kalıp somutlaşmadığı âşikârdır. Hatta üzülerek söylüyorum ki Türkiye dışında Türklerin yaşadığı hakikati, uzun yıllar boyunca reddedildi. Dış Türklerin adını dile getirenler, yaşadığı sıkıntıları duyurmaya çalışanlar, romantiklik yapmakla tenkit edildi. Hatta haksız şekilde tevkif edildiler. Oysaki dış Türklerin sesini duyurmaya çalışan Türk milliyetçilerine karşı saf alanların çoğu da “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” ve “Atatürk’ün izindeyiz” gibi sloganlar atıyorlardı. Onları târif ederken ancak şöyle târif edebiliriz: “Anlayabildikleri veya anlamak istedikleri kadar Atatürkçü”.
Son olarak da ben bu yazıyı yazdığım günlerde, “Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi” sekizinci zirve toplantısında ismini değiştirdi ve “Türk Devletleri Teşkilatı” olarak adlandırıldı. Zirvenin ardından yüz yirmi bir maddelik bir bildiri yayınlandı. Her bölümde ciddî, beklenen, özlenen ve heyecan verici konulara el atılmış. Yeni ismi ve kararları inşallah hayırlara vesîle olur. Bundan sonra yapılması gereken ise devleti mevcut olan Türklerin, henüz devletleşememiş Türklerin hak ve hukuklarını her sâhada muhâfaza etmek üzere gayret göstermesidir. Başta kanayan yaramız olan Kırım ve Doğu Türkistan olmak üzere işgal altındaki Türk topraklarında yaşayan milyonlarca Türk’ün yaşadıkları problemler, “Türk Devletleri Teşkilatı”nın gündeminde yer almalıdır. Şunu unutmamalıyız ki Türk Dünyâsı, dün olduğundan çok daha güçlü bir konumdadır; yeter ki elimizdeki fırsatları ve imkânları en iyi şekilde değerlendirerek yarınlara dâir atacağımız adımların altyapısını sağlamlaştıralım.
“Türklerin yaşadıkları her yer, Mîsâk-ı Millî hudutları içindedir.” (Gâzi Mustafa Kemal Atatürk)
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.