İlk yazımızda bir toprak parçasının vatana nasıl dönüşebildiğini dilimiz döndüğünce açıklamaya çalıştık. Bugün “emânet” kavramını inceleyeceğiz ki hem vatan kavramını daha iyi idrak edelim hem de üçüncü yazımızın temelini atmış olalım.
Emânet, ‘’A-M-N’’ kökünden gelen amāna “güvenme, güvenilirlik’’, ‘’güvene dayalı olarak verilen şey” sözcüğünden alıntıdır. TDK’ye göre “Birine geçici olarak bırakılan ve teslim alınan kişice korunması gereken eşya, kimse vb.”, ‘’can, ruh’’ gibi anlamlara gelmektedir. İslâmiyet’e göre emânet kavramı fazlasıyla önemlidir ve önemi hasebiyle birçok kez karşımıza çıkmaktadır. Sevgili Peygamber Efendimiz’e göre: “Münâfığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyânet eder’’. İslâmiyet dinine göre emânete riâyet etmek o kadar önemlidir ki mümin olmanın şartlarından birisidir (Mü’minun, 8). Hatta ve hatta İslâmiyet’e göre hükümdarlık ateşten gömleği giymektir (Nisa, 58). Çünkü hükmedilenler Allah’ın birer emâneti olduğu gibi makam da bir emânettir. Alınan emânete, yani makama, lâyık olabilmenin yükü de hâliyle epey ağır olmalıdır. (Diye umuyoruz?)
Diğer bir âyette (Ahzab, 72), insanların yer ve dağların kabul edemeyeceği kadar ağır bir sorumluluğu yüklendiğinden bahsedilir. (Emânetin ne olduğuyla ilgili vahiy, akıl, irade, muhakeme gibi farklı rivâyetler bulunmaktadır.) Emânetin ne olduğundan çok nasıl riâyet edileceği önemlidir. Çünkü emânet bir sorumluluktur ve sorumluluk almak aklî bir tercihtir ve bilinçli olarak yapılır. Yani emânete ya sadâkat gösterilir ya da hıyânet edilir. Bilinçli alınan bir sorumluluk olması ve Allah tarafından insana kaldıramadığı bir yük yüklenmeyeceği için (Bakara, 286) emânete hıyânet etmek zulüm ve cehaletin eseri olmaktadır ki insan bu sorumluluğu, emâneti, yerine getirebilecek yetkinliktedir. İnsana tevdî edilen yükümlülük kâbiliyeti çok değerli bir emânettir. İyi muhafaza edildiği, hakkı verildiği takdirde insan, onun sayesinde eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en değerlisi ve şereflisi) olur; hakkını veremezse, sermâyeyi kötüye kullanırsa, şeytana uyarsa aşağıların aşağısına yuvarlanır. İşte bu yüzden emânet, insandan başka bir mahlûkun yüklenmeye cesâret edemeyeceği kadar büyüktür, önemlidir ve değerlidir.
Emânet, kısaca kişinin kullanıp sahibine iâde etmek üzere aldığı şeydir. Korunacak, ilgililerine teslim edilecek, ne maksatla verilmiş ise ona uygun olarak kullanılacaktır. Konumuz gereği bizi ilgilendiren emânet ise vatandır. Önceki yazımızda anlattığımız gibi bu toprakların Türk yurdu olması, yani vatan toprağı olması büyük emekler ve fedâkârlıklar gerektirmiştir. Vatan bize atalarımızın mîrası (Mîras da bir nevi emânettir ve mîrasyedilik emânete ihânettir.) torunlarımızın emânetidir. Târihin tozlu yapraklarına dönüp bakacak olursak Türk, emâneti her zaman tüm ciddiyetiyle benimsemiştir.
En bilinen örneklerinden birisi sanırım Mete Han’dır. Komşusu Tunguzlar, elçilerini gönderip önce çok değerli atını, sonra çok sevdiği eşini ister. Milletini savaşa sürüklemek istemeyen Mete kurultayın baskısına rağmen razı olur ve elçileri boş çevirmez. Fakat şımaran Tunguzlar, büyük bir hata yapar ve Mete’den emânet vatan toprağını isterler. İstenen toprak parçası verimsiz ve terk edilmiş olduğu için kurultay bu sefer razı geldiği halde Mete hiddetle karşı çıkarak: “At istediler kendi malımdı, verdim. Kadın kendi sorumluluğumdaydı, milletimin huzuru için verdim ancak istenilen toprak, vatan toprağıdır! Bu benim mülküm değildir. Çorak da olsa vatan toprağı verilemez!” diyerek ordusunu toplar ve beklenmedik bir baskınla Tunguzları yener.
Şâirin dediği gibi ‘’Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır!’’ Mete Han’a çorak toprak parçası uğruna canını ortaya koyduran neyse Alparslan’a Malazgirt Ovası’nda canını ortaya koydurtan îman aynıdır. Padişahlara kardeş katlini vâcip kıldıran düşünce aynı düşüncedir. Osman Paşa’ya devletten ümit kesildiği halde Plevne’yi 5 ay boyunca müdâfaa ettiren his aynıdır. Fahrettin Paşa’ya teslim olma emri geldiği halde çekirge yiyerek Medine’yi müdâfaa ettiren his aynıdır. Gazi Paşa’ya gözünü kırpmadan Çanakkale’de askerlerine ölmeyi emredebilen îman aynı îmandır. Gün Sazak ve ekibini canı pahasına gümrüklerde savaştıran his aynı histir. Özetle Türk, emânet kavramını idrak ettiği her zaman târihe düğüm atmayı becerebilmiştir.
Bu toprakları vatan yapan, emânete sahip çıkmak için toprağa akan kanlardır. Toprağı ter, gözyaşı ve emekle yoğurarak vatan yapan büyüklerimizin mîrası üstünde şuursuzca tepinmek ise büyük vebaldir. Önceki yazımızda değindiğimiz gibi bu coğrafya durgunluğu bile kabul etmez. Fakat iki yüz senedir yaşadığımız ahlâkî çözülmeler “Allahaısmarladık”, ‘’Şehremâneti’’ (Osmanlı Devleti’nde yerel yönetimlere verilen isim) gibi ince sözler türeten değerli milletimizi “emânet ata binen tez iner” “emânet eşeğin yuları gevşek olur’’ gibi atasözlerini benimsetecek hale getirmiştir.
Bu toplumun yetiştirdiği nesiller ise kaçınılmaz olarak artık vatanı uğruna mücadele etmek bir yana vatanı sahiplenmemekte bile bir beis görmez haldedir. Aslında yazı dizimizin düğümü burada yatmaktadır; cevabı net olan “Bu Vatan Kimin?” sorusunun sorgulanır hale gelmesi, bazı şahısların meydanı boş bulmasıyla vuku bulmuştur. Hem kültürel çözünmenin hem de millî eğitim siteminin düzeltilmesiyle doğal akışında işler rayına oturacak ve Türk milleti haykırarak “Bu vatan benim!” diyebilecektir. Devlet eliyle yapılabilecek bu işler için ne kadar vaktimiz kaldığını ancak Allah bilir.
Önceki yazımızda vatanı vatan yapan öz sahiplerine değinmiştik. Bugün vatan kavramıyla emânet kavramı arasındaki ilişkiyi kurmaya çalıştık. Emânete nasıl hakkıyla sahip çıkılacağını, neler yapılabileceğini ve biz Türk gençliğine neler düştüğünü bir sonraki yazımızda anlatacağız. Yazımızı Akif’in Ye’s şiiri ile bitirelim:
“Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar…
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var
Feryâd ile kurtulması me’mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
‘İş bitti… Sebâtın sonu yoktur!’ deme, yılma
Ey millet-i merhûme, sakın ye’se kapılma.”
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.