Size âilemden bahsetmek istiyorum. Benim büyük, kocaman bir âilem var. Kocaman dediysem mübâlağa etmiyorum. Hakîkaten kocaman. Bizim için önemli olan günlerde sevincimizi, hüznümüzü paylaşırız. Geçen yıllarda biz evimizin tapusunu yeniledik. Onlar da yeniden tapularını aldılar. Tapu almak nedir bilir misiniz? Orası sizindir, kimse size karışamaz, siz orada özgürce yaşayabilirsiniz, demektir. Bu yüzden bugünler bizim için önemlidir.

Aslında birbirimizden çok uzak değiliz. Evimizin bütün cephelerinden akrabâlarımızı görürüz. Hatta benim odam Kerkük’e, ablamın odası Urumçi’ye, küçük kardeşimin odası Batı Üsküp’e, abimin odası da Bahçesaray’a karşıdır.

Doğudaki akrabâlarımızın Rus adında komşuları var. Birbirlerini hiç sevmezler. Rus bizimkilere hiç rahat vermedi. Neredeyse evlerinden edecekti. Daha çok olmadı, çekişmeleri yeni bitti. Tapuları ondan yenidir. Yoksa çok eskiden beridir orada yaşarlar. Gerçi bu Rus bizimle de çok uğraşmış. Anlatayım:

Şimdi ki evimizin olduğu yerde eski bir evimiz varmış. Önceki evimiz çok güzelmiş. Bundan daha büyükmüş. Evin temelini atan usta çok kıymetli bir ustaymış. Evin yerini de özellikle seçmiş diyorlar. Ustanın adı Ahmed’miş. O buralara gelmemiş ama yetiştirdiği çıraklarını göndermiş. Çırak dediysem, öyle basit alelâde bir çırak anlamayın. İyi eğitimli, işin ehli, çoğu ustadan daha usta… Onlar yavaş yavaş evin temelini atmaya başlamışlar. Büyük büyük dedelerimiz bu eve gelip yerleşmişler. Osman derler, bir koca çınar burayı sahiplenmiş. O çıraklardan biri olan Edebalı’nın kızıyla evlenmiş, bu evde nesilleri sürmüş gitmiş. Onların soyundan gelenler bu eve sığmaz olmuşlar. Her gelen bir oda daha inşâ etmiş, bir bahçe daha katmış. Öyle bir ev hâline gelmiş ki etrafında daha ihtişamlı, ona denk sayılabilecek bir yapı yokmuş. Duvarları kale gibi sağlam, pencereleri geniş, kapısı çokmuş. Çatısı da o kadar sağlammış ki dışarıda ne kadar yağmur, fırtına olsa içerisi asla etkilenmezmiş. Etraftaki evsizler, yurtsuzlar böyle zamanlarda dışarıda kalmamak için bizim evimize sığınırlarmış. Bir Fâtih dedem varmış ki o ne büyük insandır. Fitne çıkaran Konstantin adında bir komşumuzu mahalleden kovmuş. Çünkü hem -fitne dedik ya- bize rahat vermiyormuş hem de çocuklarına kötü muâmele ediyormuş. Bizimkiler de böyle işe tahammül edemezler. Konstantin’in çocuklarını evine almış, onlara sâhip çıkmış, koruyup kollamış.

Fâtih dedemin çocukları, torunları, kimler kimler yaşamış bu evde. Hâliyle zamanla evde bâzı tahrîbatlar olmuş. Evin camları kırılmaya, çatısından su sızmaya başlamış. O zaman bu sıkıntıyı fark eden yine bir Osman dedem çareler arıyormuş ama ev halkı ona mâni olmuş. Genç olduğundan mıdır, toy mu gördüler onu, bilemem artık. Sonra Mahmut dedem bu sorunları çözmeye yeltenmiş ama meseleyi yanlış anlamış olacak, gitmiş bizim çatıya uygun olmayan kiremitler almış. Ardından da gitmiş bizim o camları kırık geniş pencerelerimizin üzerine perde çekersek soğuğu önleriz diye düşünmüş. Dedim ya, meseleyi yanlış anlamış besbelli. Durum böyle olunca ev halkı da tâbiri câizse arkasından atıp tutmaya başlamış. Aradan yıllar geçmiş. Abdülaziz derler, heheyyt! Pehlivan dedem. Ne büyük, ne akıllı adammış. Evin ne sorunu varsa hepsini teker teker tespit edip çözüm yolları üretmiş. Ne yazık ki Abdülaziz dedemi, daha evin sıkıntılarını gideremeden alaşağı etmişler.

Aradan çok geçmemiş. Bu evsiz kalan, fırtınada, tipide dışarıda kalmasın diye evimize aldığımız Sırp, Bulgar, Arnavut tutturmuş “biz evimizi ayıracağız” diye. Yâhu ne zarar gördünüz bizimkilerden? Camı kırık odalarda bizimkiler kalırken size en güzel odaları verdik ki rahat edesiniz diye. Bilirsiniz Sarı Saltuk’tan berisini, ne sağlam ev yaparız. Hayır, mesele çatıysa hallolurdu. Hadi onu geçtim, siz evinizi ayıracaksınız diye bizim çocukları niye rahatsız ettiniz? Gürültünün patırtının içinde, camları kırık odalarda ne bir rahat uyku ne bir sıcak yatak… Perîşan olmuş gariplerim.

Çok geçmemiş, bunda Rus’un parmağı olduğu anlaşılmış. O zamanki dedelerim ne yaptılarsa anlaşamamışlar bu Rus’la. Bizim armut ağaçlarımızın olduğu bir bahçemiz varmış. Güzelim armut ağaçlarını hep talan etmişler. Bizimkiler bu duruma sessiz kalmamış tabi. Çok kavga etmişler çok. Bu kavgalardan sonra evimiz iyice eskimiş, artık duvarları da çatlamaya başlamış. Rus’u biz de sevmeyiz o yüzden.

Bir tek Rus’la da bitse… Yine o yıllarda, bir sabah bahçemize İngilizin, Fransızın eniği, Ermeni’nin çakalı dadanmış. Her yeri bozup darmadağın etmişler. Dikili bir dal bırakmamışlar. Manzara korkunçmuş. Evdeki büyükler evi öylece bırakıp gitmişler. Çocuklarını da bir başlarına bırakmışlar. Çatısı çökmüş, duvarları çatlamış, bahçeleri talan olmuş bu evde bu çocuklar kaderine terkedilmiş. Bu vaziyet uzun sürmemiş çünkü çocukların içinden öyle zekî, öyle cesur birisi çıkmış ki diğer çocukları da etrafında toplamayı başarmış. Dedelerinden kalan bu kutsal yeri eniğe, çakala bırakmaya hiç niyeti yokmuş. Burada yeniden rahat ve huzur içinde eski günlerindeki gibi bir arada yaşayabilmek için elinden geleni yapacakmış. Kim mi bu çocuk? Mustafa dedem! Çok yaşa Mustafa dedem! Tek tek kovmuş bütün eniği çakalı. Harâbeye dönen evi de yıkıp aynı temel üzerine yeni bir ev inşâ etmişler. Çünkü önceki evimizin temeli o kadar sağlam atılmış ki bunu bilen Mustafa dedem, yeni evi bu temel üzerine inşâ etmiş. Bu temeli atanlara bin rahmet olsun! Ee biz biliriz bu işi. Sağlam ev yaparız. Yeni evin reisi Mustafa dedem olmuş. Her işe sıfırdan başlamışlar. Duvarını, penceresini, çatısını, ömrü vefâ ettiğince bitirmeye çalışmış ama Mustafa dedem vefat ettikten sonra hiçbir şey onun istediği gibi olmamış. Sonraki reisler bir türlü evin geri kalan kısımlarını bitir(e)memişler.

Şimdi soracaksınız, “Çıkmadı mı şöyle akıllı, yiğit bir adam?” Çıkmaz olur mu? Çıktı elbet: Alparslan dedem, bir koca çınar daha büyüdü yetişti bu evde. Bütün ömrünü çocukları evsiz yurtsuz kalmasın, huzur içinde yaşasınlar diye harcadı. Sâdece bizim evimizin içiyle değil, başkalarının evinde yaşayan akrabâlarımızın sıkıntılarıyla da ilgilendi. Alparslan dedem evimizin eksiklerini sâdece tespit etmekle kalmayıp, bu evin temellerini atanlara atfen bize uygun bir ev olsun istedi. Yâni dışarıdan bakıldığında bizim evimiz olduğu anlaşılsın istedi. İşte o zaman etraftaki evlerden daha kadim, dayanıklı bir ev olduğumuzu göstermiş olurduk. Bu çok önemli bir noktaydı: bizi diğerlerinden farklı kılan özelliklerimiz. Mâdem bu ev ayakta kalsın diye atalarımız, dedelerimiz onca mücâdele vermişti, biz de bu mîrasa sahip çıkmalıydık. Alparslan dedem de işte aynen bunu gerçekleştirmek istiyordu. Ne yazık ki o da diğer dedelerim gibi evi olması gerektiği hâle getiremeden göçtü gitti bu dünyâdan. Hem biz hem de bütün akrabâlarımız öksüz kaldık, başsız kaldık ama pes etmedik. Evlatları onun yolundan gitmeye devam ediyor, edecek de.

Biz bu kocaman âilemizi bir arada tutmalıyız. Evsiz kalan, Arap’ın, Çin’in, Yunan’ın, Rus’un evinde yaşamını sürdürmek zorunda kalan, çâresiz akrabâlarımıza yardım etmemiz gerekiyor. Siz âilenizden birisi dara düşse, sizden yardım istese ona yardım etmez misiniz? Ben ederim ama ne yazık ki annemlere bu konuyu her açtığımda, zor durumda olan akrabâlarımıza destek olmamız gerektiğini söylediğimde beni geçiştiriyorlar. Tıpkı Osman dedemi, Abdülaziz dedemi dinlemedikleri gibi şimdi de beni dinlemiyorlar. Tamam, bizim evimizde de her şey dört dörtlük değil -meselâ hâlâ çatıyı onaramadık- ama en azından ziyâretlerine gidip dertlerini dinleyelim.“Biz sizin yanınızdayız” diyelim. Kendilerini yalnız hissetmesinler.

Geçenlerde Erşat Salihi bizi dâvet etmiş. Konuşacakları var belli ki. Annemler ise hâlâ dâvete icâbet etmediler. Abdurrahim Heyit “Hani Gökbörü!” diye feryad ediyormuş. Ablam bile feryadını duymuş. Zâlim Çin acımıyor. Ulu ozan “Hani Gökbörü!” diye haykırdıkça sanki annemler kulaklarını tıkıyorlar. Tek gâyesi insan gibi yaşamak için haklarını arayan Sadık Ahmet’in de dertlerine ortak olamadık. Umarım bize kırgın gitmedi. Hele Kırımoğlu… Ah Kırımoğlu! Alparslan dedem pek severdi onu. Muhabbetleri pek iyiydi. Elbet hakkı olanı alacaktır.

Beni gerçekten ciddiye mi aldılar yoksa “bakın işte ilgileniyoruz” demeye getirip sözde bir buluşma mı oldu bilemiyorum ama geçenlerde annemlerle diğer âile büyükleri bir araya geldiler. Birtakım mevzûları dile getirmişler. Kardeşlerim ve ben çok tatmin olmadık ama nasıl olsa biz büyüyoruz. Âilede söz sahibi olduğumuz vakit, hem kendi evimizde hem de evi olmayan akrabâlarımız için yapılması gerekenleri biliyoruz. Biz bu âileyi toparlayacak olan çocuklarız. Biz bir arada, özgürce ve huzur içinde yaşamayı hak eden büyük bir âileyiz.

“Ant etkenmen milletimin yarasını sarmağa

Nasıl olsun eki qardaş birbirini körmesin?

Onlar içün ökünmesem, muğaymasam, yaşasam

Közlerimden aqqan yaşlar derya deniz qan bolsun .”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.