Daha evvel görülmemiş kuvvetteki bu nur, gözlerini açmasına imkân vermiyordu. Göz kapaklarını aralamayı her deneyişinde o incecik çizgilerden içeri hücum eden ziyâ demetleri kılıç gibi saplanıyordu göz bebeklerine. Bu defa sıkıca yumduğu gözlerine ellerini de perde etme ihtiyâcı hissediyordu. Istıraplar içinde kıvranırken bu nûrun kaynağını gönül gözüyle görmeye başlıyordu. Bir yıldız… Belki Târık belki Zühre… İsminin bir ehemmiyeti yok. Sıcaklığını yüzünde hissedince dâvetine karşı koyamıyor, elini uzatıp tutmak, ona ebedîyen sâhip olmak istiyordu. Heyhat o kadar yakın değil. Gözlerinin kapalı olmasına aldırmadan ellerinin her seferinde boşluğu avuçlamasını umursamadan yavaş yavaş başlayan adımlarını gittikçe hızlandırıyordu. Kan ter içinde kalmasına aldırmadan koşuyor koşuyordu. Tüm varlığını o nûra katmak, onda erimek, onunla bütünleşmek için tüm kuvvetini harcıyordu.

Varamayışın yakıcı sancısı bedeninden bir ter dalgası olarak boşanırken uykusundan sıçrayarak uyanıyordu. Uzun beyaz sakalları terden sırılsıklam olmuş bir hâlde dehşetle dünyâya döndüğü bu ânı kaçıncı yaşayışı olduğunu bilmiyordu. Gözü yaşlı bir kadının elinde daha da yumuşak ve merhametli hâle gelen ipek mendil alnını bahar serinliği gibi okşuyor, dudaklarına değen pamukludan süzülen sular çatlamış dudaklarını bir nebze olsun ferahlatıyordu. Birisi kulağına eğilip her harfi ayrı ayrı vurgular gibi sâkin ve tevekkül dolu bir sesle fısıldıyordu: “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü.” Düşünemiyor, nerede olduğunu bilmiyor, etrafındaki yüzleri görmüyor ama biliyordu, tekrar etmeli. Allah’ın birliğine ve Muhammed’in elçiliğine şehâdet etmeli. Arkadan makamlı bir ses çalınıyordu kulağına. Bütün bunlar olup biterken sürekli sûretle duyduğu, beyninin, kalbinin, vücûdunun her yerinde devri dâim ettiğini hissettiği o ses, Yâsin sûresini okuyordu. Yaradan vardı ve birdi, canı veren de alan da O idi. O ancak emâneti taşımıştı. Son nefesini vermek üzere olduğu şu anda son bir dileği vardı ol deyip olduran tanrıdan. O kutlu şehrin fethini hayâtında hiçbir şeyi arzulamadığı kadar çok istiyordu.

Kelime-i şehâdet getirirken bir başka âlemden kendisine dâvet gelmiş de ona icâbet etmekte acele edermiş gibi süratle bitkinliğe teslim olup vücûdunun tüm kaslarını serbest bıraktı. Bu kez ne o gözlerini kör eden nur vardı ne o erişememe ıstırabı. Ilık bir rüzgâr tenini sıyırıp geçerken bir ulu tepeden cenk meydanını izliyordu. Ulu bir tepe… Belki Tanrı Dağı belki Olimpos. İsmi mühim değil. Meydanı dolduran askerler at kişnemeleri, kılıç şakırtıları ve nallardan çıkan kıvılcımlar arasında var güçleriyle vuruşuyor; kelleler, kollar, bacaklar ve envai çeşit uzuv havada uçuyor, bir askerin kesilen şah damarından fışkıran kan, yer çekimine yenik düşüp nihâyet toprağı kızıla boyuyordu. Yeşil şehir onu kuşatan tunç bilekli askerlere kavuşmak ister gibi kendisini onlara teslim etmemek için çarpışan ordunun ayağının altından bilerek kayıyordu sanki. Sanki yarılıp o ağır zırhlı savaşçıları bir bir yutuyordu. Osman Bey’in adım adım yaptırdığı hisarlardan iki taraflı, alperenler, gâziler dillerinde tekbirlerle yalın kılıç şehri yurt tutmak için saldırıyordu. Alacakaranlık yerini berrak aydınlığa bırakırken şehir, peçesini indiren güzel bir kadın gibi tüm ziynetleriyle yeni ve ebedî sâhiplerini karşılıyordu. Bu manzarayı gören Osman Bey derin bir nefes verdi. Bu nefesle berâber tüm yüklerinden kurtulan bir bulut gibi ayakları yerden kesilmeye göğe doğru havalanmaya başladı. O semâya yükselirken Bursa’dan bir mûsikî yükselmeye başladı. Sanki o semâda tabaka tabaka seyahat ederken aşağıdaki şehirde zaman da inanılmayacak bir hızda akıyordu. Her başsız şehidin düştüğü yerde bir çınar boy veriyor, her bir gâzinin kanıyla sulanan yere bir şadırvan inşâ ediliyordu. Ney ve tamburun esrarlı ezgisine su şırıltıları ayrı bir ahenk katıyor, şehir kubbe kubbe büyüyordu. Minâreler gökkubbeye direk çatmak ister gibi yükseliyor; medreseler, külliyeler, imârethâneler, hanlar, hamamlar çoğalıyordu.

Katar katar kervanlar doğudan batıya, batıdan doğuya gidip geliyor; bu şehre giren her şeyin rengi ve dokusu sanki birdenbire sihirli bir değnek mârifetiyle değiştiriliyordu. Hint’ten, Yemen’den, Basra’dan gelen her şey burada tam anlamıyla Türk’ün ve İslâm’ın rengine boyanıyor, kokusuna bürünüyordu. Sanki her şey aslını Türk çinilerindeki aksinde buluyordu. Osman Bey, Bursa’nın rûhunu kendi rûhunda duyuyor, onun aldığı hazla mest oluyor, şehrin fâtihlerine sunduğu teşekkürü hissederek nesliyle gururlanıyordu. Yeryüzünde böyle ebedî bir saâdet sürerken Osman Bey hissettiği sıcaklık ve bu kez rûhuyla gördüğü nurla nereye varmakta olduğunu fark etti. Devir tamamdı, kör zulmetleri yaran yıldızın bağrına girme, varlığını ona katma, onun varlığında yok olma vakti gelmişti. O artık ismi belirsiz bir yıldızın kalbinde parlak bir ışık huzmesiydi.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.