Târih Temmuz’un 26’sı. Hikâyem uzun bir yolculukla başlıyor. Bu yolculuğun gâyesi muhayyilemdeki âbide şahsiyet ile tanışmak, onun geçtiği yollarda ayağımı sürüyüp daldığı uzak âleme bir pencere aralamak.
Ankara’dan çıktığımız bu yolculuğun varış noktası kadar güzel durakları da var. Yolumuzun üstünde önce Nevşehir’deki Hacı Bektâş’tan bir selâm alıp Aslanlı Çeşme’den avcumuzca su içiyor, oradan da Kayseri Pınarbaşı Türklük Anıtı’na uğruyor ve Hacı Bektâş’ın selâmını Alparslan Türkeş’e iletiyoruz. Gündüz gözü ile gezdiğimiz, gördüğümüz bu yerler rûhumuzu okşuyor ve bir parçamızı bu şehirlerde bırakıp yolumuza devam ediyoruz. Gün dağların arkasından usul usul vedâ edip radyoda en güzel şarkılar bizim yoldaşımız olurken Malatya’yı da akşam karanlığında arkamızda bırakıyoruz. Derken saatler süren yolcuğun sonu geliyor. Sonunda Elazığ’a varıyoruz. Elazığ’la sarılıp kavuşmamızı kutlamak için güneşin doğuşunu beklemek üzere günü burada sonlandırıp odalarımıza dağılıyoruz.
Elazığ’ın tâze sabahına uyanıyorum. Gözlerimi tanımadığım bir şehirde açmanın keyfini içimdeki kıpırtıda hissediyorum. Gezecek, görecek o kadar çok yer, tanışacak o kadar çok kişi var ki kısacık zamânımıza rağmen en azından bu üç yeri görmeden gitmeyi düşünemiyorum: Harput Kalesi, Keban Barajı ve benim için en önemlisi, geldiğim yolun sebebi Hazar Gölü. Uzun süren hoşsohbetli bir kahvaltıdan sonra şehri arşınlamaya Harput Kalesi’nden başlıyoruz. Şehrin yerlisi birkaç tanıdığımız eşliğinde eski kalenin içini turluyoruz. Yanından geçtiğim yapılara elimi sürüyorum. Taşlarına dokunuyorum. Bu bende eski bir alışkanlık olmuş. Bu dokunuş şimdiki zamânım ile o kalenin yaşayan târihi arasında bir köprü kuruyor ve yine bu dokunuş gözlerimi kapattığımda o zamanda yaşayan insanların seslerinin kulağımda çınlamasına sebep oluyor.
Hayranlık içerisinde gezdiğimiz kaleye vedâ etme vakti geliyor. Kalenin burcuna dikili heybetli bayrağın altında bize eşlik eden şehrin yerlileri ile tekrar buluşuyoruz. Memnûniyetimizi dile getirip yine görüşmek üzere sözleşiyoruz. Ardından yollara düşüyoruz. Yola tekrar revan olmuş, Harput Kalesi’ne vedâ ederken bir türkü tutturuyoruz.
‘Kar mı yağmış şu Harput’un başına,
Kurban olam toprağına taşına’
Yolların sonu Keban Barajı’na çıkıyor. Altımızda Fırat uzanıyor. Biz ona bakıyoruz. O öylece akıp gitmeye devam ediyor. Ne çok şiir yazılmış sana, ey Fırat! Ne çok türkü yakılmış…
Bu kısa seyr-ü sefâmızdan ayrılıp çok istediğim, görmeden bile âşık olduğum güzel yere doğru bir çocuk heyecanıyla yine yola koyuluyoruz. Hazar Gölü… Daha kavuşamadan hasret kaldım sana, ey güzel Hazar! Sonunda buluştuk seninle. Sonunda dalgaların tenime çarpacak, sonunda gözlerimin rengi ile mâviliğin buluşacak.
Sabahtan beri dîvâne gibi dolanıp durmak bizi yormuştu ve hayli acıkmıştık. Hazar Gölü’ne tepeden bakan bir yerde yemek yemeye karar verdik. Herkes karnını doyurmak ve biraz soluklanmak telâşına düşmüştü. Ben ise daha fazla bu hasrete dayanamayıp uzun merdivenlerden aşağıya doğru koşar adım indim. Bir çocuk heyecanıydı bu içimdeki. Bir hasretlik türküsü… Bir saâdet şarkısı…
O ilk adım… Dayanamıyor, ayakkabılarımdan kurtuluyorum ve senin serinliğinle buluşuyoruz. O çakıl taşları çizse de ayaklarımı ben yine senin yolunda yürüyorum. Neden benim için bu kadar değerlisin biliyor musun? Ben; seni, seninle hasret gideren bir şâirden dinledim. Ben sana bu şâirin dizelerinde vuruldum. Seni görmeden sevdim. Sana ağladım. Seninle duruldum. Seninle güldüm. Kim bilir belki sana değil bu âşıkâne sözlerim. O şâirin sana anlattıklarına bu hâlim. Yüreğinde yanan memleket hasretine, Türklük aşkına, ayniliğimize vurgunum.
Hazar Gölü’nün kıyısında uzaklara dalıyor gözüm. Suyun efsunkâr aksi titretiyor ve bir temmuz sabahında yüreğim üşüyor. Zihnimi meşgul eden dizeler bir bir dudaklarımdan dökülüyor.
‘Aç koynunu, uzaktan gelmişim, çok yaslıyım;
İli, yurdu çalınmış bir garip Kafkas’lıyım;
Zannetme ki yoksulum, Kürlü’yüm, Aras’lıyım;
Bakü’den ayrılalı yakın zamandır, Gölcük!’
Etrafta çocuk sesleri ve kuş cıvıldamaları duyuyorum. Tabiat hoşnut, herkes sevinçliyken tenimdeki bu ürpertinin sebebini dudaklarımdan dökülen dizelerde buluyorum. Bu yolu sanki daha önce yürümüş, kıyısında sesim yankı olmuştu. Bir şâir bu topraklarda izlerini bırakmış; derdini, hasretini suya anlatmıştı. Ben ise bu sabah ona hemdert olmuştum. O, şâir Elmas Yıldırım (Ildırım Almaszade). O, Kale’de doğup son nefesini Kale’de veren, Hazar’da dolanıp, Hazar’da hasretini dindiren bir garip Kafkaslı.
Karşımdan bir adam geliyor. Üzerinde takım elbisesi, başında kasketi. Düşüne düşüne bana doğru yaklaşıyor. Kafası önde, taşları ayağıyla sektire sektire gelirken yüzünü seçemiyorum. Yaklaştıkça bulanıklık kayboluyor ve karşıma Almaszade dikiliyor. Yüzünden binbir duygu okunuyor. Selâmlaşıyoruz. Benim heyecanım onun dinginliği ile duruluyor ve sohbete başlıyoruz.
-Belli. Çok uzaktan gelmişsin. Seni onca yola düşüren ne?
-Hayâtı tevâfuklarla dolu sizi tanıdıktan sonra belki tesâdüf belki tevâfuk ile benim de yolum Elazığ’a düştü. Hevesle geldim bu topraklara. Özellikle de Hazar’a.
-Neyi bulmak niyetindesin? Neyin arayışındasın?
-Yalnızca sizi tanımak istiyorum. Dizeleriniz, satırlarınız… Bunlar hangi aşk, hangi hasret ile yazıldı merak içindeyim.
-Aşkım, Azerbaycan; aşkım, Türk benim. Hasretim de yine bu sevdâma. Vatanından hasret kalmak nedir bilir misin? Üstelik kendi toprağında yabancı gibi hor görülmek ne büyük çile.
-Nerede başladı bu silsile? Çok şey okudum hakkınızda ama bir de sizden dinlemek isterim.
-Anladım ki çok meraklısın. Buraya heybende onlarca soru ile gelmişsin, deyip yüzüne bir tebessüm kondurdu. Ardından konuşmaya devam etti. Anlattıkça kızgınlığı artıyor ama kendi derdi ile dertlenen birini karşında görünce de bir o kadar şevke geliyordu.
-Ömrüm doğduğum topraklara hasretlik ile geçti. Hikâyem 1907 yılında başladı. Gözlerimi Azerbaycan’ın Gala köyünde açmışım. Daha çocuk denecek yaşta şiirlerimin ilk tohumları yeşerdi. Yıllar iyi kötü geçerken Şarkiyyat Fakültesinde Edebiyat bölümüne başladım. Bu zamanlarda birilerinin damarına bastığımı hissediyordum. Zâten bu sebeple de beni orada çok barındırmadılar ve fakülteden attılar ama ben mürekkebimi kâğıdıma akıtmaya kararlıydım. Birkaç soysuz beni bu sevdâdan döndürecek değildi ya?
Almaszade dudaklarından dökülen son sözlerle öfkeye kapıldı. Bu öfkeyle yumruklarını sıkıyordu. Aynı öfke ile konuşmaya devam etti.
-Onlar beni böylece susturmaya çalıştılar. Bense delicesine kafa tutmuştum, neşrime devam ediyordum. Onların yaptıkları ise daha hiçbir şeydi. Zâten gördüğüm hiçbir zulüm bende kalıcı tesir bırakacak nitelikte değildi. Haklı bir dâvâ için savaşmak, susmamak beni yaralamaz. Beni yaralayan yalnızca çektiğim vatan hasretiydi. Onlar en çok kalemimden rahatsız oldular. Neymiş efendim, ben istiklâlci gençler yetiştiriyormuşum. Millî edebiyâtı devam ettiriyormuşum. Türkçü hayrânıymışım. Ya ne olacaktı? Başıma bir uşanka geçirip onlardan mı taraf olacaktım? Ne sandılar? Başımın Sovyet çekici ile ezileceği dedikodularının beni yıldıracağını mı? Yok öyle yağma. Ben Türk doğdum. Bu kan, bu damarlarda aktıkça hangi güç beni yolumdan çevirebilir? Velhâsıl bunca şeyin ardından beni Dağıstan’a sürdüler. Oradan ver elini Kırım, ardından Aşkabat… Buralarda da beni ellerine geçirip kurşuna dizmek için can atıyorlardı. Aşkabat’ın tek güzelliği ise burada biricik eşim Ziver ile tanışmam oldu. Yine bu sürgün yıllarında ilk evlâdımız Azer’i kucağımıza aldık.
Bu sözlerin ardından sustu Almaszade. Eşi Ziver hanımdan bahsedince bir anda parlayan gözleri aynı hızla söndü. Azer’in aklına gelişi onu derin bir hüzne boğmuştu. Hâlâ bu sebeple acı çektiği belliydi.
-Azer üç aylıktı o zaman. Biz bir karar vermiştik. İran üzerinden ne yapıp edip Türkiye’ye varacaktık. Bu niyetle yola çıktık. Öyle yola çıktık deyince güllük gülistanlık bir yol sanma sakın. Bulduk bir kaçakçı kervanı. O küçücük yavrumuzla birlikte halılar içerisine sarıldık. Uzun uzun yollar gittik. Kim bilir kaç saat, kaç gün sürmüştü? Baktık böyle olmuyor yola yalnız devam etmeye karar verdik. Yollar uzun, aç biilaç düşmüşüz. Hadi ben neyse de yazık değil mi hanımla yavrumuza? Ziver aç kalınca sütü de kesildi. Böyle olunca oğlumuzun da karnı doyamıyordu. Biz dayanıyoruz bir şekilde. Bâzen içimizdeki inançtan kuvvet alıyoruz. Bâzen birbirimize yaslanıp dayanmaya çalışıyoruz. Ama Azer ne yapsın? Daha dili konuşmaz, ayakları koşmaz yaşta küçücük bir bebek. Ağladı durdu. O ağladıkça biz ağladık. İçimiz yandı, içimiz. Döndük durduk. Çok düşündük. Tâkatimiz kalmamıştı. Sonunda Azer’i bir kayanın gölgesine bırakıp yola devam etmeye karar vermiştik. Belki yoldan geçen kervanlardan biri onu alır. Yavrumuzun çilesi de böylece son bulurdu. Ama öyle kolay mı evlâttan vazgeçmek? Pişman olduk ve çok geçmeden geri döndük. Azer ağlıyordu. Onun ağlamasına dayanamıyor ve artık biz de ağlıyorduk. Hâlâ bunun yükünü ciğerimin köşesinde hissederim. Ne işkence ne sürgün… Hayâtımda yaşadığım en zor an, bu birkaç dakika oldu.
Şimdi anlamıştım az önce duraksamasının nedenini. Hâlâ daha gözlerinden yaşlar damlıyordu. Bir yandan da anlatıyordu.
-İran sınırına yaklaşmıştık. O ara yolumuzu şaşırdık ve maalesef burada yakalandık. Tam altmış gün alıkoydular bizi. Sovyet ajanı olduğumu iddia ediyorlar bu sebeple çeşitli işkencelerden geçiriyorlardı. Ben Sovyet ajanı olacağım ha? Gülünecek mesele. Duy da inanma. Onlar da sonunda anladılar suçsuz olduğumu. Salıverdiler bizi. Meşhed’e gönderdiler ama bizim burada kalmak gibi bir niyetimiz yoktu. Anavatana ulaşmalıydık. Ancak o zaman dillerimize ve bedenimize vurulan bu kelepçelerden kurtulabilirdik. Sonunda düşlerimize kavuşmuştuk. Van üzerinden Türkiye’ye giriş yaptık. Ardından Elazığ’a geldik. Türkiye öz evlâdım diye bizi bağrına bastı. İşte burada vekil öğretmenlikten tahrîbat kâtipliğine birçok görev yaptım.
-Ne zorlu yollardan geçmişsiniz. Vatanınız yetmemiş evlâdınızla sınanmışsınız. Üstelik gördüğünüz işkenceler de cabası. Sâhi, vatanını sevmenin bedeli bu kadar ağır mı olmalıydı?
-Ne beklersin ki onlardan. Dertleri yalnız toprakların mı? Elbette hayır. Bunların zoruna giden senin benim Türk olmamız. İstiyorlar ki dünyâda tek Türk kalmasın.
-Ne yaparlarsa yapsınlar yine de sökememişler bu aşkı içinizden.
-Nasıl söksünler? Bir mıh gibi işlemiş içime bir kere.
-Peki ya Hazar ile olan bağınız? Daha doğrusu Gölcük… İli yurdu çalınmış bir Kafkaslı gelmiş, burada hasretini dindirmiş.
-Bir baksana etrâfına. Şu güzelim mâviliğe. Çok severdim Hazar Denizi’ni. Geldim buraya bir hasretlik ile. Hazar Gölü’ne konuştum. İçimde ne varsa ona döktüm. Şimdi böyle konuştuğuma bakma benim. Umûmiyetle sessiz ve suskun biriydim. Yaşadıklarımın yükü geldi, kondu omzuma. Konuşamaz oldum. Bir Hazar bilir beni. Ona konuşup durdum. Acımı da sevdâmı da hep ona döktüm. O yüzden Hazar’ın yeri bende ayrıdır.
Etrâfıma bakıyorum. Hak veriyorum Almaszade’ye. Anlattıkça kabarır belki ama Hazar açık etmez sırrını. Ağlarsın da belli etmez yaşını.
Uzun uzun konuştuk Almaszade ile. Kâh ağladık kâh güldük. Ancak güneş yavaş yavaş dağların ardından süzülmeye başlamış, bize yalnız kızıllığını bırakmıştı. Vakit epeyce geç olmuştu, bizim hissemize de vedâ düşmüştü. Ayrılık vakti gelmişti. Almaszede’nin yüzünde bir tebessüm, bende bir hüzün… Öylece arkasını döndü. Geldiği yoldan giderken kaybolana kadar arkasından baktım.
Onun gidişi ile ne yapacağımı bilemedim. Oturdum kaldım çakıl taşlarının üzerine. Ufkun kızıllığını izlerken aklımda hâlâ o vardı. O öldükten sonra olanlar aklıma geliyordu, biraz seviniyor biraz üzülüyordum. Almaszade çok çile çekmiş. O altmış günlük İran esâretinde ne işkenceler gördü ise bunun netîcesinde bir böbrek hastalığına yakalanmış.
Ölümü de bu sebeple olmuş. Benim bu şehre gelişim gibi o da tevâfuklarla dolu bir hayat sürmüş. Azerbaycan’ın Hazar Denizi’nde koşup oynamış. Elazığ’ın Hazar Gölü’nde hasretlik gidermiş. Yine Azerbaycan’ın Gala köyünde doğmuş. Malatya’nın Kale’sinde gözlerini yummuş. Ölümünden yıllar sonra bile adının anılması yasaklıymış. Âile içinde bile olsa onun hakkında bir soru sorulduğunda herkes lâl kesilirmiş. Şâirin de dediği gibi yazdıklarına karşı düşmanları zehir saçarken dostları gizlenmiş. Dizelerinin, birinin yüreğindeki heyecanı ateşleyeceği bilinip ömrünü vakfettiği davâsının ölümünden sonra bile karşılık bulduğunu görmek birçoğunu korkutmuş. 1952’de vefat eden şâirin ancak 1990 yılında Azerbaycan’da ilk kitabı yayınlanabilmiş. Bağımsızlığını tekrar îlân ettikten sonra Azerbaycan, şâirine sâhip çıkmış. Ona sâhip çıkan bir diğer yer ise Elazığ olmuş. Hâtırasına Elazığ’da “Hazar Şiir Akşamları” düzenlenmiş. Yine burada Hazar Denizi’nden getirilen sular Hazar Gölü’ne boşaltılmış. Hasretini çektiği Hazar Denizi, Hazar Gölü ile buluşmuş. Bu iki yer artık kardeş olmuş.
Şâirin en çok ses getiren şiirleri ise Kara Destan ve Dönek Kardeş olmuştur. Kara Destan bir ağıttır. Esâret altındaki tüm Türkler için tutturulmuş bir türküdür.
‘Kimse bilmez Tanrıdağın yaşını
Düşman almış Altayların başını
Uçurmuşlar baştan devlet kuşunu
Satvetine yüz çevirmiş zaman hey
Koca Türk’ün düştüğü dert yaman hey’
Elmas Yıldırım’ın etkilediği önemli şahsiyetlerden biri de Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu olmuştur. Yıldırım’ın destan şâirinin üzerinde büyük tesiri olduğu âşikârdır. Hatta Yıldırım’ın ölümü ile Gençosmanoğlu büyük hüzne kapılmış, ardından Kara Destan (Almas Yıldırım’ın aziz rûhuna…) alt başlığıyla bir şiir yazmıştır. Gençosmanoğlu Yıldırım’ın arkasından şöyle seslenir.
‘Ne sorarsın Tanrıdağ’ın yaşını?
Târih bilir, şeref bilir, şan bilir!
Şehit ruhlar bürümüştür başını
Öç gününü dökülecek kan bilir!
Bugün yoksa devlet kuşu başında
Gölgesi var, senin mezar taşında
Can verirler mefkûre savaşında Ölür…
Fakat kalanlar yaman bilir.’
Dönek Kardeş şiiri ise 1944’te Türkiye’ye sığınan daha sonra Sovyet ordusuna teslim edilen yüz kırk altı Azerbaycan Türk’üne ithaf edilmiştir. Şâir bu şiirinde Boraltan Köprüsü olayında Türkiye’nin tavrını eleştirmiş ve sitem etmiştir. Şimdi bu şiiri hangi Türk evlâdı yüreğinde kor ateşler yanmadan okuyabilir?
‘Ben diyorum, Kayıhan’dır soyumuz,
Bir kaynaktan varlığımız, boyumuz,
Dilim dili, yolum yolu, emel bir,
Bir bayrakta, yıldız’ımız, ay’ımız.
Azerî, Türk, Türkmen; var mı ayrılık,
Nerden doğdu bu îmansız gayrılık?’
İşte bunca yolculuğun sebebi… İşte Hazar’a olan sevgimin ve hasretimin sebebi… Elmas Yıldırım…
Dâvâsı uğrunda çok sevdiği vatanından uzakta hasretlik çekmiş, çeşitli işkencelere mâruz kalmış, yoluna başını koymuş Elmas Yıldırım ve diğer âbide şahsiyetlerimizi her Türk genci bilmelidir. Adını yaşatmalı, şiirleri ve fikirleri dillerden dillere dolaşmalıdır. Bu sancak bugün bizlerdedir. Onu olduğundan daha yükseğe taşımak bizlerin boynunun borcudur. Ruhları şâd olsun.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.