Milliyetçilik; dünü sevmek, anlamak ve ibret almakla, bugünlerin refâhı ve yarınların menfaati için çalışmakla yapılacak aksiyoner bir fikirdir. Tabiî bugünlerin yalnız refâhı için çalışmak, kavramı daraltıyor. Bu sebeple bunun biraz daha içini açmak ve bugünler için, yâni bugün yaşayanlar için ne yapmamız gerektiğini anlamamız gerekiyor.
Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışından beri üzerinde durduğu kolon, halka doğru ilkesidir. Bu ilkenin tezâhürlerini Ziya Gökalp’in halka doğru ilkesinde, Atatürk’ün halkçılık ilkesinde ve 9 Işık Doktrini’nin halkçılık ve toplumculuk başlıklarında görüyoruz. Bunları bir bütünün halkaları olarak düşünmek gerekiyor. Yâni, devamlı bir tekâmül hâlinde, birbirinden ders alarak gelişmiştir. Tabiî Atatürk’ün bu ilkesi doğrudan Ziya Gökalp’ten gelmiş fakat üzerine eklemeler yapılmıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki bu ilke ilk kez Ziya Gökalp’in ortaya attığı bir şey değildir. Biz bunu Orhun Âbideleri’nde, Kutadgu Bilig’de, Ahmet Yesevî’de ve onun alperenlerinde, Osmanlı’nın devlet felsefesinde ve Türk târihinin nice sayfalarında görüyoruz.
Milliyetçiler neden bu ilke üzerinde bu kadar durmuş olabilir? Çünkü yarınları inşâ etmek için bugünlerle çalışmak gerekiyor. Dikkat edilmesi gereken husus bugünleri çalıştırmak için değil, bugünlerle çalışmaktır. Bir birliktelikten söz ediyoruz. Birliktelik olmazsa bunun adı milliyetçilik değil İtalyan faşizmi olur. Birliktelik olmazsa tüm devlet felsefesine rağmen halk için çalışmak yerine halkı kendi menfaati için çalıştıran Osmanlı bürokrasisine benzeriz. Birliktelik yoksa bugün düştüğümüz duruma düşeriz. O zaman milliyetçilik bir burjuva uydurmasından başka bir şey olmaz.
Türk halkıyla berâber inşâ edilememiş bir gelecek Türk milletine âit olmayacaktır. Bunu kuru bir slogandan çıkarıp icrâata dökmek gerekiyor. Bu sebeple önce insanı tanımak ve anlamak gerekiyor ki bu çok zor fakat bir o kadar da kolay bir iş. Zor, çünkü insan hem biyolojik olarak hem de rûhen var olan bir varlık. Onu bir bütün olarak değerlendirmek îcap ediyor. Kolay çünkü biz insanız. Kendimizi inceleyeceğiz. O halde insanı tanımak ve anlamak kendini tanıyan için çok kolay fakat hiç bu soruyu sormamış veya sorsa bile henüz cevâbı bulamamışlar için oldukça zor bir iş olacak. Zâten dünyâda kolay ne var ki? Ben burada zorlananlar tarafındayım. Henüz yolun başındayım. Bu yüzden birazdan okuyacaklarınızı bu gözle değerlendirmenizi ricâ ederim.
İnsanı tanımak, neden dünyâya geldiğimizi anlamakla başlar. Hepimizin bir yaratılış amacı olmalı ki bana kalırsa hiçbirimiz amaçsız gelmedik. Milliyetçi olmamız da bu gerçeğin farkında olmamızdandır. İşte halkçılık da buradan başlıyor. İnsanlara bu gerçeği fark ettirebilmek… “Sen neden yaratıldın? Yaratıldıysan bir amacın olması gerekmez mi? O zaman titre ve kendine dön! Ayağa kalk!”
Bu soruları soran insan başkaları tarafından sömürülmemek için ilk adımı atar. Sömürülmenin silâh zoruyla olduğu kısımdan bahsetmiyorum. Yıllarca kendi rızâsıyla çalışan fakat emeğinin karşılığını bir türlü alamayan, yâni sömürüldüğünün farkında olmayan Türk milletinden bahsediyorum. Bu soruyu ona hatırlatmak da Türk milliyetçilerine düşüyor. Türk milletinin geleceğini çalanlar, onun bu soruyu sormasına izin vermedi, vermeyecektir. Bu yüzden bu görev bizlere, yâni Türk milliyetçilerine düşüyor. Neden yaratıldığını anlamakla sömürülmemek arasındaki bağlantıyı daha sıkı kurmak gerekiyor.
Sömürü, bir insanın veya toplumun bir başka insan veya toplumu kendi menfaati için kullanmasıdır. Sömürülen toplumun maddî değerleri sömürücü için görünen hedef olsa da maddî hedeflere ulaşmak, sömürülenin mâneviyâtına saldırmakla başlar. Silâh zoruyla yapılmayan sömürme ya mecbur bırakılarak ya da fark ettirmeden yapılır. Yarınınızı temînat altına alamama korkunuz varsa, yâni yarınız belli değilse, kendiniz dışında ihtiyaçlarını karşılamanız gerekenler varsa mecbûren sömürülen olursunuz. Çünkü barınma, beslenme gibi ihtiyaçlarınızı karşılamak başkasının elindeyse ve sizin de bunu elinize alacak gücünüz yoksa boyun eğmekten başka çâreniz yoktur. Ücretsiz fazla mesâîye kalan insanımız, yeni bir iş bulamayacağı için ve hakkını arayabileceği bir devleti olmadığı için sömürüye karşı duramıyor. İnsan tek başına bunun karşısında duramayabilir. Bunun mücâdelesini aksiyoner Türk milliyetçileri olan Ülkücüler verecektir. Ülkücü, kendi yarınını düşünmeden bu sömürü ile mücâdele eden kişidir. Ülkücü, “Ben neden yaratıldım? Benim hayâta gelme amacım ne?” Sorularını soran ve bunları cevaplayan insandır. Bunları cevapladığında bu sömürünün karşısında hayâtı pahasına durur. Şahsının sömürülmesini değil, başkalarının sömürülmemesi ve sonuçta milletinin başkaları tarafından sömürülmemesini sağlar.
Fark ettirmeden yapılan sömürü ise sanılanın aksine mecbur bırakılarak sömürülmekten daha yaygındır. Tüketim toplumu, insanları farkında olmadan sömüren bir aygıtın ürünüdür. Çünkü insan neden yaratıldığını sormazsa, hayattaki amacını sormazsa yalnız bugünü veya kendi hayâtıyla sınırlı olan devreyi düşünmekten başka bir şey yapmaz, sürekli tüketir. Tüketmek de emek harcamadan olmuyor. İşte sömürü buradan başlıyor. Sâdece tüketmek için emek harcamak başkalarının senin üzerinden çıkar sağlamasına neden olur.
Kendimize şu soruyu soralım. Ben neden çalışıyorum? Neyi başarmak istiyorum? İleride alacağım ev, araba, yazlık için mi çalışıyorum? Maddî ihtiyaçlarımızı karşılamak için zâten çalışacağız. Peki, bunları karşıladıktan sonra ne yapacağız? Tüketim toplumu bunu sormaz. Tüketim toplumunun bir parçası olan insan daha fazla kazanmak ve daha fazla tüketmek için çalışacaktır. Bu da er geç onu çalıştıran kişilerin menfaatine olacaktır. Aksini iddia edebilir misiniz? Tüketim toplumunda insanlar ihtiyaçları olsun olmasın çıkan her yeni ürünü tüketmek ister. Buna tüketim çılgınlığı deniyor. Günümüz kapitalist ekonominin çarklarının dönmesini sağlayan yegâne unsur budur. Tüketim toplumuna doğrudan bu ürünü tüketmelisin de denmiyor. Sürekli bir hayat tavsiye ediliyor. Nasıl bir hayat? Zenginlikten kaynaklanan bir îtibar ve bunun göstergesi olan lüks araç, kıyafetler, cep telefonları, olmazsa olmaz saatler… Sen aşırı zengin bir insan olmasan da bunlara sahip olarak insanların sana karşı bakış açılarını değiştirebilirsin.
Reklamlara bir bakın. Göreceğiniz şey bir ürünü tanıtmaktan çok bir hayâtı tanıtmaktan ibâret bir dizi propagandadan başka bir şey değil. Dondurma reklamlarının hangisinde dondurmanın tadının güzel olduğuyla ilgili bir anlatım var? Otomobil reklamlarında îtibarınızı arttırmayacak bir otomobile yer var mı? Evlerimizin olmazsa olmazlarından beyaz eşyâların reklamlarında istediğini tüketen mutlu âile tablolarından başka bir şey gördünüz mü? Üniversitelerde verilen ‘kişisel gelişim’ seminerlerinin içeriği neden çok kazanmanın yollarından ibâret? Öğrencilerden öncelikle ne isteniyor? Topluma faydalı, ahlâklı fertler olmaları mı yoksa başarıya ulaşmak için her yola girebilen fertler mi?
Böyle bir düzende artık yeni çıkan her ürünü tüketmeye odaklı, hayattaki amacı lüks içinde yaşamak olan, çevresine faydalı olmayan bencil insanlardan başkası yetişmemektedir. Sonuçta bu çarkın sâhiplerinden (adına ister kapitalist ister sömürgeci deyin) başkası kazanmıyor. Her arz kendi talebini de zâten böyle doğuruyor(!). Kazanılan her para tüketime gidiyor. Arz edilen her ürün zâten düzen içerisinde bir alıcı buluyor. Çıkan krizler ise çarkın sâhiplerini daha çok zengin etmekten başka bir sonuç vermiyor.
Tüketim toplumunun çarklarından kurtulup gâyesini gerçekleştirmek için mücâdele eden insan ise ‘neden yaratıldım’ sorusuna bir cevap bulmuş veya bulamasa da aramaya koyulabilmiş insandır. Peki, bu insan bu sorgulamayı nasıl yapacak? Nasıl bu soruyu kendisine sorup sömürüye karşı mücâdele edecek?
Bu sömürüye dur demenin tek yolu Türk milletinin kendi şahsiyetinden doğan bir ideoloji olan Türk milliyetçiliğidir. Çünkü Türk milliyetçiliği insanı maddî ve manevî varlığıyla bir bütün olarak görür. İnsanı bütün varlığı ile kucaklar ve ona hayattaki tek gâyenin tüketmek olmadığını, yaratılan her insanın bir gâyesi olduğunu bilir. Milletinin ve bütün insanlığın bu gâyeye koşması için mücâdele eder.
Buraya kadar geldikten sonra küçük bir parantez açmakta fayda görüyorum. Bu yazılanlardan milliyetçiliği bir din gibi anlattığım düşünülebilir. İslâm dini zâten bunları emrediyor. İnsanın sömürülmemesi gerektiğini, dünyâ nimetlerinin doyumsuzca ve bir amaca hizmet etmeden tüketilmesinin israftan başka bir şey olmadığını söylüyor. Türk milliyetçiliği, Türk milletinin kendi şahsiyetinden doğmuş bir fikir olduğu için İslâmiyet’in bu emirlerini biliyor ve yolunu yine buradan çiziyor. Yâni Türk milliyetçiliği kendini bir din yerine koymuyor bilakis dînimizin değerlerini, emir ve yasaklarını koyacağı uygulama planlarına bir çerçeve olarak çiziyor.
İşte halkçılık, eşitlik ve adâlet binâsını bu tabandan inşâ etmektedir. Buradan sonra artık sosyal adâlet, imkân ve fırsat eşitliği gibi konulara geçilebilir. Yazımı sonlandırmadan önce yeni yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için küçük bir açıklama daha yapmak istiyorum. Milliyetçiliğin görevi, İslâmiyet’in bize verdiği vazîfeler, insan olmanın yolları, sömürünün metotları burada yazdığım kadar sınırlı değildir. Her kavram içerisinde daha derin anlamlar içermektedir fakat burada kavramların bu boyutlarını ele almanın daha faydalı olacağını düşündüm.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.