Güneş batmak üzereydi. Yeşil yaprakları, güneşin ışığıyla sanki bir cümbüşü anımsatarak parlayan, rüzgârın estiği yönde bir yanıp bir kararan, ceviz ağacının gölgesi altında küçük bir çocuk oturuyordu. Kısa kara saçları ve kömür karası gözleriyle tek başınaydı.
Bu küçük çocuk uzaklara dalmış gibi görünüyordu. Nemli toprağın üzerinde çakıl taşları vardı. Gözleri bu çakıl taşlarına istemsizce takılmıştı. Oldukça düzensiz görünen bu çakıl taşlarının bâzıları birbirine çok benziyordu. Aynı renk ve neredeyse aynı şekle sâhip olanların her birini üşenmeden bir tarafta biriktiriyordu. Böylece onları düzene sokuyor, aynı olanların birlikte oluşu ona daha güzel geliyordu. Kendince böyle bir oyun bulmuştu. Uzun zamandır arkadaşı yoktu. Bu küçük adam, canı sıkılmasın diye kendine bu tür oyunlar bularak sıkıcı da olsa zamanını bir şekilde geçiriyordu. Yaşadıkları bu köyde eskiden bir sürü arkadaşı vardı. Berâber saklambaç, körebe veya çelik çomak oynarlardı. O günleri çok özlüyordu fakat bir hâdiseden ötürü hepsi teker teker başka yerlere gittiler. Bir tek onlar köylerini, ekip biçtikleri bu çorak toprakları bırakmayarak orada kalmışlardı. O, bulduğu bu oyuna kendini kaptırmışken akşam oluvermişti. Karşıdaki tepelerin arasında kaybolan güneşin battığını, ezan sesini işitince anladı. Akşam yemeğini yemek üzere her gün olduğu gibi annesi ona seslenecek, o da merdivenleri koşa koşa çıkarak evde kurulmuş yer sofrasının başındaki dedesinin kucağına oturacaktı. Yine öyle olmuştu. Nefes nefese merdivenleri çıktıktan sonra dedesinin kollarına atıvermişti kendini.
Annesi elindeki tepsiyle mutfaktan çıkmış, onun çamur olmuş ellerini görünce oğluna doğru bir bakış atarak “Bak şuna bak hele! Yine elini yüzünü yumadan sofraya oturmuş. Ben sana kaç kerem dedim guzum. Kirli ellerinen sofraya oturma deye. Kalk bakam.” diye söylenmişti.
Çocuk üfleyerek ayağa kalktı ve ellerini yıkamaya gitti. Dedesi onun bu hâlini görünce gelinine dönüp “Garışman benim torunuma bakam. O şimdi hemencecik yur gelir ellerini. Akıllıdır benim yeğidim. Kimseye benzemez.” demişti.
Gâzi Ağa derlerdi bu yaşlı adama. O, civar köyler dâhil bu yörenin en yaşlı adamıydı. Görmüş geçirmiş, yıllarca cepheden cepheye koşmuş, topal kalan bacağına inat savaştan dönmemişti. Cihan Harbi’nden sonra memleketin kurtuluşu için Kuvâ-yı Millîye’ye katılmıştı, topal ayağına bakmadan. Gâzi Ağa’nın iki kardeşi de cepheden dönememiş, şehit düşmüşlerdi. Dışarıdan bakılınca yeri göğü inletecek bu adam, torunu karşısına geçince yumuşayıveriyordu. Elinden düşürmediği bastonuyla câmiden dönerken onu karşılayan torununa şefkatle sarılıyordu. Köstekli saatiyle bir köşede asabiyetle oturur görünürken kimse onun yanına yaklaşmaya cesâret edemezdi fakat torunu gelir, sırtına çıkar ve elleriyle dedesinin gözlerini kapatarak “Ben kimim?” diye sorar, kıkırdardı. Dedesi de mahsustan başka başka isimler söyledikten sonra torununun adını söyler, onu yere indirirdi. Çocuk, ondan zaman zaman cephede yaşadıklarını anlatmasını isterdi, o da her defasında sıkılmadan anlatırdı. Zâten ikisinin birbirlerinden başka dostları kalmamıştı. Bu iki arkadaş sık sık muhabbet ederlerdi, çocuk savaş anılarını can kulağıyla ve hayranlıkla dinlerdi. O gece de öyle olmuştu. Yemeği yedikten sonra sofra kaldırılmış, Gâzi Ağa’nın acı kahvesi getirilmişti. Bu sırada torunu pencere pervazı önünde oturmuş vaziyette kara kara düşünüyordu. Dedesi ona seslenivermişti: “Ne o yeğidim! Ne kukumav guşu gibi düşünüp durusun?”
Torunu silkinip kendine gelmiş, “Hiiççç… Gâzi dede.” diye cevap vermişti. Dedesi torununun canının bir şeye sıkılmış olduğunu anlamıştı.
“Ne o ülen deyyus küstük mü yoksam? Sen gel bakam yanıma.”
Çocuk içini çekerek zoraki de olsa kalkıp dedesinin yanına çökmüştü. Dedesi tekrar söze başlamıştı: “Yeğit adam öyle suratını asıp oturmaz çakır efem. Bir kancıklık görse, sırtından hançerinen vurulsa da âh çekmez. Hele yukarıda Mevlâ’yı bildi mi ne gam ne gasâvet çekmez yeğit adam dediğin. Neyin var anlat hele aslanım!” deyince çocuk derdini anlatmaya başladı:
“Heç arkadaşım yok dede. Herkes gittiğinden beri kimse benimle oyun oynamıyor. Karşı tarafta çıkan savaştan dolayı bizim köye geldi bu yabancılar. Dışarıya oyun oynamak için çıkıyorlar. Dilleri farklı, tipleri farklı… Ne dedikleri ne yaptıkları anlaşılıyor. Hem beni de aralarına almıyorlar. Onlar yüzünden Türkler gitti buralardan.” demiş ve dedesinin gövdesine sığınarak hıçkırıklara boğuluvermişti. Gâzi Ağa çocuğun bu mutsuz haline hak veriyor ve onun gözlerinden akan boncuk tanesi yaşlara dayanamıyordu. Lâkin onun da elinden bir şey gelmiyordu. Onların köyü ülkenin en uç sınırındaydı. Eskiden burası bir Türk köyü idi. Herkes Türkçe konuşur, Türk gibi giyinir ve Türk gibi yaşardı. Bir gün karşı ülkede çetin bir savaş çıkmıştı. Oradaki milyonlarca insan kimi gerçekten çâresizlikten kimi ise kuvvetli bir bağ duymadığından ülkesini terk ederek akın akın Türk yurduna göç etti. İlk başlarda kimse bu duruma tepki göstermemişti. Neden göstersindi ki? Yardıma muhtaç olan herkese yardım elini uzatmak, Türk milletinin herhangi bir menfaat beklemeden asırlardır kendine yüklediği bir vazîfeydi. Düşene bir tekme vurmak kimsenin aklına dahi gelmezdi. Gel zaman git zaman misâfirlik uzamıştı. Ne onlar kendi topraklarına geri dönebilmek için çaba gösteriyorlardı ne de onların güvenle kendi yurtlarında yaşamaları için uygun şartlar sağlanabiliyordu. Hudut boyunca kurulu Türk şehirlerinde Türkler azınlık olarak kalmak üzereydi. Hatay, Kilis, Gaziantep, Şanlıurfa… İşte Gâzi Ağa’nın köyünde onlardan başka Türk âilesi kalmamıştı neredeyse. Fakat Gâzi Ağa’nın kendi topraklarını terk etme niyeti yoktu. O burada son nefesini verecekti.
Torununun gözyaşlarını silmiş ve yanağına bir öpücük kondurmuştu. Hüzünlü görünüyordu. Köstekli saatine baktıktan sonra saati torununun eline tutuşturmuştu. Şiddetli birkaç öksürükten sonra konuşmaya başlamıştı:
“Bak yeğidim. Bu topraklar öyle kolay gazanılmadı. Memlekette bir seyre çıkılsa, ev ev, gapı gapı dolaşılsa her evden bir memleket destânı çıkar. Bu memleket yedi düvel tarafından dört bir yanından kuşatılınca kimse ağlamadı. Gözyaşını için için döktü de yine de kavgadan geri durmadı. Süngüynen, tüfenginen yeri geldi mi kazma küreğinen, azgın düşmanı def etti yurdundan. Bunu nasıl yapabildi biliyon mu? İnancınan, îmânınınan, birliğinen, aziminen… Gerekirse canını vererek… Bak şu topal ayağıma! Ben de senin gibi, tazı gibi koşarıdım evveli. Şimdi aksak aksak yürür oldum. Sen bir de beni ilk yaralandığım zaman göreceğidin. Çanakkale’de taâruza geçen düşman birliğini durdurmak için göreve çıktıydık. Başımızda Binbaşı Eşref… Sivas’tan bir delioğlan varıdı, adı Ahmet. Sırma gibi bir yeğit… Cüssesini gören korkarıdı ondan. Gevurun gemilerinden ateşlenen top ona isâbet ettiydi. Bizim Ahmet paramparça olduydu. Ben bir iki gün baygın halde yatmışım. Az daha yakına gelse beni de götürüyordu nâmussuzlar. Kendime geldiğim vakit bir çadırda yatar bulduydum kendimi. Doğrul, dedim kendi kendime emme ne çâre… Ayağımda o güne kadar hiç hissetmediğim bir acı varıdı. İşte o an dünyâ başıma yıkılıyor sandıydım. Neye mi? Ayağımdan değil yeğidim, ayağımdan değil. Yanı başımda iki eli birden kopuk, yüzü tanınmayacak halde gencecik oğlanlar yatıyordu. İniltiler, gözyaşları ve adamın midesini bulandıran kan kokusu etrâfa sinivermişti… İnsan kendi hâlini unutuyor da onların bu perîşan hâline için için ağlıyor. Kiminin adı Ahmet, kiminin Süleyman, kimininse Mahmut… Emme hepimizin bir tek adı varıdı orada Mehmet! Barut kokusu, kan kokusu fark etmez, ikisi de dengidi orada. Yüzü parçalanmış, gahpe kurşunlar vücutlarını delik deşik etmiş aslanların her biri mâsum mâsum etrâfı seyrediyorudu. Fakat hiçbirinde ne ümitsizlik ne de korku yoktu. Hepisi iyileşiversem de yeniden savaşa dönsem deye Allah’a yakarıyorudu. Ben ise onlara göre şanslıyıdım. Bir gece başımıza Eşref Binbaşı geldiydi. Beni görünce hâlimi hatırımı sorduydu. Ben de kendime değil de yanımdaki yeğitlerin hâline üzüldüğümü söylediydim. Benim bu hâlimi gören Binbaşı Eşref bir hikâye anlattıydı bize:
‘Çok eski zamanlarda Tuğrul kuşu adında bir kuş varmış. Bu kuşun koskocaman gövdesi, kıpkızıl tüyleri ve her gün yeniden doğmak gibi bir yeteneği varmış. Tuğrul, Bilgi Ağacı’nın uzun ve görkemli gövdesinde yaşarmış. Arada sırada yeryüzüne iner, yüreğinde kötülük olmayan yiğitlerin karşısına geçip dileklerini sorar ve bunları gerçekleştirirmiş. O, yiğitleri kanatları arasına alır, korur ve kollarmış. Günlerden bir gün Oğuz Kağan ilk eşini bir ağacın yanı başında, üzerinde Tuğrul kuşuyla dururken bulmuş. Tuğrul kuşu bu evlilikten doğan çocukları dünyâya hâkim kılmış. Attila Han, Avrupa’yı dize getirirken börkünde Tuğrul kuşunun resmi varmış. O da Tuğrul kuşunu görmüş. Başka başka zamanlarda yaşamış Oğuz boylarının sancaklarında onun resmi varmış. Nerede ümitsiz bir Türk yiğidi görse hemen yardımına koşarmış.’ diye anlattıktan sonra gözlerimizin içine bakarak ‘İşte evlâtlarım sizlerin sâyesinde vatanın kaderi değişecektir. Yeise düşmek, Tuğrul kuşunu görememek demektir. Oysa biz inanıyoruz ki vatanımızı işgal altından kurtaracağız. Allah yâr ve yardımcımız olsun!’ dediydi.
“Ben o gece Binbaşı Eşref’in bu sözlerinden çok etkilendiydim. Gece rüyâmda Tuğrul kuşunu gördüm. Kıpkızıl renkleri ile kanlı canlı garşımda duruyodu. Ondan memleketin gurtuluşunu ve topal ayağımınan da olsa mehmetçiğe yardım edebilmeyi dilediydim. Binbaşı Eşref’in hikâyesi gerçeğidi. O da bu dileğime garşılık verdi. İşte Eşref’im, benim güzel torunum. Sen de ne zaman çâresiz kalırsan Tuğrul guşunu düşün. Kim bilir, belki benim gerçeğim senin gerçeğin olur?”
Eşref, hikâyenin sonunda dedesinin dizleri üzerinde uyuyakalmıştı. Dedesi, onu topal ayağına rağmen alıp yatağına yatırmıştı ve Eşref, o gece rüyâsında Tuğrul kuşunu görmüştü. Eşref’in Tuğrul kuşundan üç dileği vardı: Köyünün eskisi gibi herkesin Türkçe konuşarak oyunlar oynadığı bir Türk köyü olması, Türk yurdunun üstüne bir daha düşman elinin değmemesi ve kendi memleketlerinden göç etmek zorunda bırakılan insanların kendi yurtlarına dönerek güvenle yaşayabilmesi.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.