Onlar ki her adımında, her okuyuşunda ve her duyuşunda daima gelecek nesilleri yoğurmakta kendini görevli kılan, dile sahip çıkmanın millete sahip çıkmak olduğunu gittiği her diyarda haykıran, geceler boyu uyumayan, bir lambanın sönük ışığında dâima gönüllerde binlerce kandil yakmaya ant içercesine kalem tutan nice kutlu ilim insanlarımıza selam olsun… Yine gönlümüzde binlerce kandil yakan eserimizden biri: “Divânü Lügat-it Türk”
Kaşgarlı Mahmut, bilindiği üzere bu eserini başta dili korumak ve geliştirmek, en temelde ise Türk’ün tüm kültür unsurlarını dünyâya tanıtmayı temel alıp Türk’ün her bir kültür unsurundan bir medeniyet hamlesi çıkacağını kanıtlamak gâyesiyle yazmıştır. Şimdilerde veya daha evvelinde bir târih şuuru içerisinde bu eserimizi yorumlayan, üzerinde çalışan tüm eğitimcilerimize, aydınlarımıza teşekkürlerimi sunuyorum. Yalnız bir köprü gibi inşa etme süreci özellikle yazın hayatımızda -genele yaymamak suretiyleeksik olduğu gözümüze çarpmaktadır. Gâyemiz, her bir kavramı târih şuuruyla bütünleştirmektir fakat bunu da elimizden geldiği kadarıyla inceleyeceğiz çünkü biliyoruz ki eserin içerisinde bahsedilen kavramları yalnızca bilmek bizi aydınlatmayacak, taklitten de öteye götüremeyecektir. Bu sebepten geçmiş eserlerle köprünün bir diğer taşı olan bu eserimizi anlatmaya başlayalım. Eseri anlatmaya başlamadan önce müellifin hayatı ve dünya görüşünden bahsetmemiz gerekir. Çünkü yazarı tanımak onun zihin yapısını bilmek bizde daha fazla kandiller yakacaktır.
Bilindiği üzere Kaşgarlı Mahmut bu eserini, 1072 yılında yazmaya başlamış 1074-1077 yıllarında bitirmiş ve Bağdat’ta Abbasi halîfesine sunmuştur. Türk câmiası tarafından ancak 1914 yılında bulunup edebiyat ve târih dünyamıza kazandırılmıştır.
Kaşgarlı Mahmut, soy olarak İslâm dinini seçen ilk Türk kağanı Abdülkerim Satuk Buğra’ya dayanmaktadır. Soylu bir aileden gelen Mahmut’un âilesi, babası başta olmak üzere bir suikasta kurban gitmiştir. Karahanlı Hükümdarlığının varisi olan Kaşgarlı Mahmut, hâdiseden sağ çıkmayı başarmıştır. Bu olaylardan sonra ise kendisini, Türklerin yaşadığı toprakları diyar diyar gezmeye adamıştır. Türk’ün yaşadığı bütün coğrafyaları gezip kültür unsurlarından elde ettiği birikimi bir ayna misâli hem kendi çağında hem de günümüze yansıtmıştır. Bu özelliklerden kaynaklı Kaşgarlı Mahmut’u dönemin en önemli sosyoloğu ve dil bilimcisi olarak da târif etmemiz yerinde bir unvan olacaktır. Kezâ dil bilimci yönünün ne kadar zengin olduğunu sâdece Divan-ü Lügat-it Türk adlı eserinden değil, daha öncesinde yazdığı dil bilimciler tarafından da Divan-ü Lügat-it Türk adlı eserine zemin hazırladığı düşüncesinde gelişen bir eser olan “Kitab-ü Cevahiri’n- Mahu fi Lügat’it Türk”te de görmekteyiz. “Türk Dilleri Söz Dizimi Cevheri Kitabı” anlamına gelen bu esere ulaşabilmiş değiliz fakat dil bilgisi noktasında geniş bilgilerin yer aldığını Divan-ü Lügat-it Türk’te yaptığı açıklamalardan anlamış bulunuyoruz. Eserin özelliği açısından sözlük görevinde olması ayrı bir önem göze çarparken öte yandan bu sözlüğün Türk’ün kültür unsurlarını da neredeyse tamâmıyla yansıtması açısından çok kıymetlidir. Bu nedenle hem ilk sözlük olması hem de öğreticiliğinin devamlı sûretle kültür kodlarını vermesi hem Türk açısından hem de az çok Türkçeyi bilen veya bilmeyen Müslümanlar açısından öğreticiliği yüksek bir anlayışla kaleme alınması ve bunların her birinin ayrı ayrı bir sohbet konusu olması açısından da önemlidir. Yöre yöre kelimelerin ses denkliklerini ortaya koyması dilin genetik değerleriyle harmanlanıp yine günlük konuşma dilinden sapmadan doğal bir akışta okuyucuya verilmesi bize net bir gâye göstermektedir: “Kendisinden sonraki nesillere yol açma.” Bu gâyeyi taçlandıracak hamlesi kendi döneminde Mahmûdiye Medresesini kurup özellikle bu alanda öğrenciler yetiştirdiğine dair bilgileri kitabın küçük bir bölümünde bahsetmesinden anlayabiliriz. Kaşgarlı Mahmut, diyar diyar dolaştıktan sonra nihâyetinde doğduğu topraklara yani Kaşgar yakınlarındaki Opal köyüne yerleşip burada öğrencilerini yetiştirmeye başlamış, doksan yedi yaşında da vefat etmiştir. Sancağın tohumlarını bir millet için vazgeçilmez olan eğitim direğine asmış ve bu dünyâdan ebedî âleme göç etmiştir. Mezarı Opal köyündedir ve yöreden insanlar tarafından hemen her gün ziyaret edilmektedir.
Eserin içeriğine değinecek olursak; Divânü Lügat-it Türk öncelikle bu zamana kadar târih derslerinden de öğrendiğimiz çoğu bilgiyi ilk defa bizlere sunuyor olması açısından önemlidir. Bunlardan ilki Oğuz boylarının tanıtılması, bunun yanında ongunlarının belirlenmesi ve tamgalarına yer verilmesi hadisesidir. Divânü Lügat-it Türk, günümüz târihçilerine bu konu üzerinden en sağlam bilgiyi gözler önüne sermiş, aydınlarımıza âdeta ışık ve yol olmuştur. Eserde, 22 Oğuz Boyu incelenmiş ve ilk boy Kınık olarak verilmiştir, bunun yanında diğer tüm boyları da Kınık boyuna bağlı olarak göstermiştir. Bu bağlılık bir yandan dönem açısından Kınık boyunun güçlülüğünden ileri gelmektedir. Diğer boyların sıralamasını da şu şekilde yapmıştır: Kayıg, Boyundur,İvan,Yıva, Salgur, Afşar, Bestili, Bügdüz, Bayat,Yazgır, Eymür, Karabölük, Alkabölük, İğdir, Üregir, Tuturga (Dodurga), Ula Yundlug (Alayantlu), Tüger(Döğer), Beçenek, Çavuldur, Çepni olmak üzere sıralamıştır.
İkinci olarak yine târihî noktada Türk’ü aydınlatan bir bilgiye rastlıyoruz ki bu da eserde Türklerin zaman kavramını gösteren On iki Hayvanlı Türk takvimine yer veriyor olmasıdır. Kaşgarlı Mahmut, Türklerin on iki farklı hayvan adını vererek onunla yıllık bir tahmin oluşturduğunu, çocukların yaşlarını, savaşların târihleri, ölenlerin yıl dönümlerini, doğa olaylarını, bu şekilde târihlendirdiklerini belirtmiştir. Aynı zamanda bu takvimin ortaya çıkışı şu şekilde anlatılır: “Türk kağanlarından biri, kendi yönetiminden önce, eski dönemlerdeki bir savaş hakkında bilgi edinmek ister. Çevresindekiler bu savaşın târihi konusunda çelişkiye düşünce Kağan kurultay toplar ve halkına danışır:
‘Biz bu târihte yanılıyorsak, bizden sonrakiler de yanılacaklar. Yanılmamaları için göğün on iki burcuna ve on iki ay sayısına göre bir düzenleme yapalım; her yıla bir ad verelim. Böylece bu yılları sayarak zamanı belirleyelim. Bu düzenleme, hepimiz için bir belge olsun’ der.” Kağanların bu düşüncesini halk da onaylar. Bu konuya ek olarak tüm uygulamalarını doğadan, ilimden alan Türklerin On iki hayvanlı Türk takvimini de şu şekilde kitabında sıralamıştır:
sıçgan (sıçan yılı), ud(öküz yılı), bars (pars yılı), havingan(tavşan yılı), nag(timsah yılı) yandlatyılı (yılan yılı), koy(koyun yılı), biçin(maymun yılı), takagul (tavuk yılı), it (köpek yılı), tonuzl (domuz yılı) Bu sıralamada domuz yılından sonra başa dönülerek yeniden sıçan yılına geçilir ve târihlendirmeye devam edilir. Bu takvim, bildiğimiz üzere uzun yıllar Türkler tarafından kullanılmıştır. Bunun yanında Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ü Lügat’it Türk’ü yazmaya başlamasından yaklaşık üç yüz elli yıl önce, 725, 731, 732 yıllarında dikilmiş olan Orhun Yazıtları’nda târihsel olaylar yine bu on iki hayvanlı takvime göre verilmiştir. Bununla ilgili ise Orhun Kitâbelerinde şöyle yazılmıştır: “Bunca kazanıp kanım kağan it yılı onunc ay altı otuzka uça bardı lagzin yıl bişinç ay yiti otuzka yoğ ertürdüm…” (Bu kadar kazanıp babam Kağan, Köpek yılının onuncu ayının yirmi altıncı gününde vefat etti. Domuz yılının beşinci ayının yirmi yedisinde cenaze törenini tamamladım) Şeklinde Bilge Kağan Yazıtında yer almıştır.
Bunun yanında üçüncü bir bahis olarak târihe ışık tutacak özelliklerden de bahsetmiştir. Türkmenleri tarif ederken kelime mânâsını ilk defa eserinde Türkmenlerin, Oğuzlar olduğunu ve bunun da bir hikâyesinin olduğunu belirtmiştir. Hikâyeye göre rivayet odur ki Zülkarneyn, Semerkant’ı geçip Türk ülkesine yöneldiği zamanlarda Türklerin hâkanı ‘Şu’ adındaki genç biriydi. Bu sıralarda Balasagun yakınlarındaki Şu kalesinin yapımına da başlanılmıştı. Aynı zamanda kaleye yerleşen ordusundaki beyler için her gün üç yüz altmış davul çaldırırdı. Kaleye Zülkarneyn yaklaşınca beyler hâkana haber almış “Savaşalım mı? Ne buyurursunuz?” diye. Daha önceden gönderilen birliklerden kimsenin haberi olmadığı için halk kaçışmaya başlamış velhasıl Zülkarneyn dağda gördüğü bu insanlara “Türk manand” yani “Türk’e benzeyen” demiştir ve köken îtibariyle buradan geldiği kitapta açıklanmıştır. Kaşgarlı Mahmut’un bu verdiği bilgiler çok önemlidir ki çeşitli destanlarımızın bilinmesi noktasında da ışık tutmuştur.
Kaşgarlı Mahmut’un ilim dünyasına kazandırdığı önemli hususlardan biri de kitabının içinde bulunan haritasıdır. Kitabın ilk sayfalarında bulunan haritanın en önemli özelliği haritayı yuvarlak biçimde çizmesi ve bunu da dünyânın biçimi ile açıklıyor olmasıdır. Bu durumda bize on birinci yüzyılda dünyânın yuvarlak olduğunun Türkler tarafından biliniyor olduğunu gösterir. 1500’lü yıllarda dahi Avrupa’da dünyânın yuvarlak olduğu kabul edilmezken Türklerin ilim noktasında kendisini ne kadar geliştirdiği çıkarımını da rahatlıkla yapabiliriz. Bunun yanında ilk defa Japonya’yı bir dünya haritasında gösteren kişi de Kaşgarlı Mahmut’tur. Japonya’yı “Cabarka” adıyla anmıştır ve Japonya, Divan-ü Lügat’it Türk’ten 400 yıl sonra haritada kendi yerini gösterebilmiştir. Bir diğer önemli husus da yine bilime ışık tutacak nitelikte olan gök cisimlerine Türk’ün verdiği adlardır. Kitapta geçen ifâdeler şu şekildedir: Temür kaznuk (Kutup Yıldızı), Eren tüz (Terazi takımyıldızı, Jüpiter), Ülker (Ülker takımyıldızı, Süreyya), Yetigen (Yedikardeş yıldızı, Büyükayı), kök çıgrısı (gök kubbe), yulduz (yıldız), tolun ay (dolun ay), Kün tutundı (Güneş tutuldu) …
Kendi alanıyla ilgili bir diğer husus ise ilim dünyasında kullanılan Uygur alfabesini şematik açıdan yine Divan-ü Lügat-it Türk’te inceliyor olmasıdır. İki ayrı tabloda çekimleriyle birlikte Uygur alfabesini göstermiş ve bu alfabeyi “beca-i el- Türkiyye” olarak adlandırmıştır. Arapça ve Türkçenin net ayrımları üzerine devamlı suretle durmuştur. Her iki dilden de konuşulan söz dizimi zenginliklerine göre örnekler vermiş fakat yine tekrar edelim ki net çizgiler koymaya her zaman özen göstermiştir. Örnek verecek olursak Türk lehçelerinde ses karşılığı bulunmayan ﻫ عع ظ ط ض ص ﺙ ح gibi Arap harflerine değinmiştir. Keza buna karşılık Arapça söylemlerin Türkçe, Türkçe söylemlerin de nasıl Arapça yazılıp okunduğunu karşılaştırmalı ve öğretici tarzda kaleme almıştır. Ayrıca Kaşgarlı Mahmut’u dil kavramını derli toplu târif eden ilk dilbilimci olarak da tarif etmemizde bir beis yoktur diye düşünüyoruz çünkü henüz dilden düşmüş, kullanılmayan kelimelerin olduğunu ve bununla da yetinmeyip bu kelimelerin de tasnifini yaptığını eserinde görmekteyiz. Buradan da dilin canlı bir varlık olduğunu vurgulaması nedeniyle filoloji ilmi çerçevesinde genel olarak kabul edilen tanımın somut hâlini, henüz böyle bir ilim yaygın hâle gelmeden eserine yansıtmıştır. Dil kavramını geniş bir sosyoloji mantığıyla harmanlamasını aynı zamanda Türklerin gelenek göreneklerine sıklıkla kitabında yer vermesinden anlamaktayız. Cenâze törenlerinde verilen yemeklerden, çocukların oynadığı oyunların mantığından ve içeriğinden, kılık kıyafet düzenlemeleri ve temizlik anlayışından, hayvanlara verilen değerden, misafir ağırlamanın âdap ve usûlünden tutalım en ince ayrıntıda ütü kavramını bile Türklerin bulup geliştirdiği noktasında verdiği bilgiler tam olarak bize ilmi yollarla yapılan geniş çaplı bir araştırmanın sonucunu gözler önüne sermiştir.
Şimdi gelelim tüm bu zenginlikleri neden detaylı işlediğine. Türklerin ciddi mânâda asimile edilmesi propagandasına mâruz kalınan bir diyar ve âdeta kendi döneminde her daim metropol görevi gören bir Bağdat var. Ve tüm canlılığıyla ışıl ışıl parlayan bir Türk… Fakat dağılmış, farklı coğrafyalarda mesken tutmuş ve her gittiği coğrafyayı yeşertmiş, atalarından aldığı mefkûreyle birlikte İslâm tohumlarını saçmakta ve bu kutlu yolun daha başında. Yazımızın başında belirttiğim gibi gönüllerde binlerce kandil yakmaya ant içen yiğit kalemler sayesinde bu kitap, Türklerin asırlardır süregelen dil ve kültür birikimlerini Bağdat’ta Araplara karşı savunmak amacıyla yazılan bir iddianamenin de ötesinde kuşatıcı, savunmacı bir silah olmuştur. Eserini tamamen Türk milletine hediye eden Kaşgarlı Mahmut, eserin başında (mukaddime-giriş bölümü) şu ifadelere yer vermekle aslında yazılma amacını da özetlemiş oluyor: “Şimdi Muhammed oğlu Hüseyin oğlu Mahmut kulunuz (Mahmut bin Hüseyin bin Muhammed) dedi ki: Gördüm ki yüce Tanrı, Türk burçlarında doğdurdu devlet güneşini. Onların ülkeleri etrâfında döndürdü göklerin çemberini. Ve onlara ad verdi Türk diye, ülkelerin idaresini verdi mülk diye. Zamânın hâkanları yaptı onları. Ellerine verildi günümüzdeki insanların yuları. Onları görevlendirdi halk üzre, onları kuvvetlendirdi hak üzre. Aziz kıldı onlara yanaşanları ve idâreleri altında çalışanları. Onlar sâyesinde muratlarına erdiler ve ayak takımının şerrinden esen oldular. Aklı olan herkes, onlara katılmalı ve onların oklarından korunmalı. En iyi yol onların dillerini. Duyurabilmek için onlara ve meylettirebilmek için gönüllerini. Takımından ayrılıp Türklere sığındığı zaman bir düşman, güven verilip ona kurtarıldığı zaman korkularından, başkaları da sığınır onunla beraber ve üzerlerinden kalkmış olur tüm zarar…” görüldüğü gibi hiçbir yiğit kalemimiz yok ki Türk’ün adâlet anlayışına değinmeden kalemini kıpırdatsın. Ne kadar dil ve kültür anlayışından ilerliyor görünse de her dâim kitapta bir mesaj çok diri tutulmuştur: “Milli bir bütünleşme içerisinde yaşayan Türkler.” Aklı olan herkes onlara katılmalı. Neden? Bunu ise sayfalar yetmez anlatmaya lakin şöyle özetleyebiliriz ki yüksek ahlâka sahip olan bir millet târihte nerede bir zulüm varsa Allah’ın halîfesi inisiyatifinden yola çıkarak çözümleme yoluna gitmiş, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiştir. Bundan kaynaklı adâlet kılıcını haktan yana kullanmıştır ve ezelden beridir kuvveti hak üzre kullanıldığı zaman kuvvet olarak görmüştür. İşte bu anlayışın merkezi ise yine hak olanı tüm cihâna yayma ülküsünden ileri gelir.
Kaşgarlı Mahmut, bunun yanında Türk dilinin öğrenilmesi gerektiğini Peygamber efendimizin hadis-i şerifine bağlamıştır fakat burada bir parantez açmakta fayda olduğunu düşünüyorum bu durumu kendi kaleminden tâkip edecek olursak şöyledir: “… Buhara imamlarından ve Nişaburlu bir başka imamdan açıkça ve kesin olarak işittim ki, onlar Peygamber efendimize dayandırarak şöyle rivayet ettiler: Peygamberimiz kıyâmet gününün şartlarını, âhir zamanın fitnelerini, Oğuz Türklerinin çıkışını anlatırken dedi ki Türk dilini öğreniniz çünkü onların çok uzun süren saltanatları olacaktır. Eğer bu hadis doğru ise sorumluluğu ravilere (söyleyenlere) âittir, Türk dilini öğrenmek vâciptir. Eğer doğru değil ise aklın gereği budur.” Bu şekilde söylemesi târih ile de paralellik gösteriyor çünkü Türkler o zamanda gerçekten de dünya hâkimiyetine doğru ilerlemektedir. Doğu Roma 1071’de yenilmiştir bunun yanında halîfelikler de Türklerin himâyesindedir, doğal olarak Bağdat da.
Yazımızın sonuna gelmeden önce değinmek istediğim bir diğer konu ise Kaşgarlı Mahmut’un da belirttiği üzre Tanrının ülkeleri Türk’ün himâyesine mülk olarak vermesi Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresini de gözler önüne sermektedir ve bunun için de bu eser aynı zamanda Bağdat’tan dünyâya yapılan bir çağrıdır. Bu mefkûrenin aynı zamanda dilde birlikle olabileceğini bizlere sunmuş ve yol açmıştır. Bunun en güzel örneğini şu şekilde verebiliriz: Divan-ü Lügat-it Türk üzerine yapılan bir tartışmanın sonucu olarak Kahire’de yaşayan bir kişi Kıpçak olduğunu ve Kıpçak Türkçesini bildiği gibi Türkçe ile Türkmen Türkçesini de bildiğini iddia ediyormuş. Bu kişiyi sınamak amacıyla Divan-ü Lügat-it Türk’ü gösterip hangi dilden olduğunu sormuşlar. O da kitabın Türkmen Türkçesi olduğunu ileri sürmüş. Dönemin en bilgini kabul edilen Hatipzade Kıpçak Türkçesi ağırlıklı olduğunu söylese de eseri tekrardan okuduğunda vardığı hüküm: “Bu kitap Türkçedir” olmuştur. Ve kitap hakkındaki ifâdeleri şu şekilde olmuştur:
“Bu kitap çok yüksek, çok değerli, çok önemlidir. Ben Türkçe hakkında yazılmış birçok eser okuduğum, onları iyice özümsediğim hâlde, bugüne kadar bu kitap gibisini hiç görmedim. Bu kitap, bugüne kadar gördüğüm kitapların hepsinden daha derli toplu, hepsinden mükemmel, söz varlığı bakımından hepsinden zengin bir eserdir. Bu kitabın kadrini, kıymetini ancak Türk dilinde sivrilmiş, kendisini kanıtlamış insanlar bilir. Bunun için bu kitabı yazan kişiyi rahmetle, dua ile anmak görevimdir. Tanrı ona rahmet eylesin, kusuru varsa kusurlarını bağışlasın.”
Öyle de oldu… Çok okuyan çok inceleyen sahaflardan kendisini alamayan hemen hemen tüm lehçelerde okuma becerisini kazanmış bir gönül ehli Diyarbakırlı Ali Emiri Efendi tarafından bir sahaf dükkânında tek yazma nüshası ile buluştu ve aylarca üzerine yapılan çalışmalar sonucunda Türk milletine ait olduğu yere yeniden kazandırıldı. Yazımızın sonunu Kaşgarlı Mahmut’un eserin sonunda söyledikleriyle bitirelim:
“Hamdolsun âlemlerin Rabbi Allah’a… Hüseyin oğlu Mahmut der ki: Bu kitabı yazmaya başlarken Türk dilinin sözlerini toplama, kurallarını ve usullerini bildirme, ölçülerini açıklama, bölümlerini sıralama sözünü vermiştik. Bu sözümüzü yerine getirmiş, amacımıza ulaşmış oluyoruz. Gereksiz sözleri, fazlalıkları, kullanımdan düşmüş şekilleri kitabın dışında tuttum. Burada sona eren kitabımız sonsuza kadar varlığını sürdürsün. Hamd, ezelî ve ebedî olan Allah’a, salat ve selam Muhammed’e ve onun soyuna olsun…”
Kaynakça
Akalın, Şükrü Hâlûk. Divânü Lügat-it Türk. TDK yayınları.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.