*Az sonra okuyacağınız deneme, bir yazı dizisi hüviyeti taşımaktadır; seri, müteâkip sayılarda da aynı başlıkla devam ederek siz değerli okurla buluşacaktır efendim.
Türk milletinin kanla ve irfanla vatan yaptığı topraklarda yok olmama kavgasını, târihte Millî Mücâdele kavramıyla okuruz. Kıymetli Yeni Ufuk okurları da hatırlayacaktır ki bu mücâdelenin muhârebe safhalarını, 2019’un ağustos, eylül ve ekim aylarında seri olarak basılan yazılarımızda aktarmaya çalışmıştık. Gâzi Mustafa Kemal Paşa’ya göre Millî Mücâdele’nin asıl mâhiyetini kazanması için savaşı geride bıraktıktan sonra yapılacaklar, her zaman daha bir önem teşkil etmiştir. Dolayısıyla harbin nihâyetinde ivedilikle başlatılan Türk milletini lâyık olduğu değere kavuşturma hamlelerine, tabiî olarak bizde de bir dikkat kesilme ihtiyacı uyandı. Batılının “Bir Avuç Türk” dediği Millî Mücâdele adamlarının, “Etrak-ı Bi İdrak” diye kenara ayrılan Türk milletinin saygınlığını kazanması için ortaya koydukları irâdeden bahsedeceğiz aslında. Bunu da köhneleşmiş zihinlerin idâre ettiği işlevsiz müesseseler yerine tatbik edilecek çağdaş uygulamaların ve kararların var oluş sürecine bakarak yapacağız. Bakalım Türk’ün irfânı İngiliz’in aklına nasıl galebe çalmış…
Mudanya Mütârekesi imzâlandıktan sonra İngilizler, bir yandan Türkiye politikalarının yenilgiye uğradığını kabul ediyor; öbür taraftan da barış görüşmeleri için ikilik yaratmayı tasarlıyorlardı. Görüşmelere hem İstanbul hem de Ankara yönetimleri dâvet edilecekti. Bu ikili durumu avantaja çevirmek, Türklerin mîras olarak devraldığı sorunlar yumağını, etki ve tahrik unsurlarını kullanarak kargaşaya dönüştürmek ve devletin yoksulluğunu koz olarak kullanmak düşüncelerinin özetiydi. Vaziyetin en başından başlamak gerekirse saltanatı kaldırmak yapılacak ilk işti. Hatta bu konuya oldukça temkinli yaklaşan Karabekir Paşa bile Gâzi Paşa ile yaptığı son görüşmede, saltanatı kaldırmanın kaçınılmaz olduğundan bahsediyordu. Gerçekten de saltanatın kaldırılması yolundan geri dönülemezdi zîra İstanbul Hükûmetinden Sadrazam Tevfik Paşa’nın Ankara’ya telgrafı, meseleyi açıklıyordu. Gâzi Paşa’ya göre söylenmek istenen, “Memlekette düşman kalmadı; pâdişah yerinde, hükûmet onun yanında, bundan sonra millete düşen bu makamların vereceği emirlere itâat etmektir.” şeklinde hülâsa edilebilirdi. İşbu telgrafa göre milleti zafere götüren meclis kapanacak, millî hükûmet dağılacak, halk yeni baştan pâdişahın kulu olacaktı. Bu ne kadar da hadsiz bir cüretkârlıktı. Türkiye’nin barış görüşmelerine çağırılması yakındı. O yüzden bu meseleyi bir an önce çözüme kavuşturmak, Türkiye’nin tek temsil makâmının Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğunu bir kez daha göstermek elzemdi.
Barış görüşmeleri arifesinde Türkiye’yi orada hangi devlet adamının temsil edeceği konusu, saltanatın kaldırılması sürecinin yanı sıra bir diğer önemli gündemdi. İhtimaller Rauf (Orbay) Bey, Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey, Fethi (Okyar) Bey üzerineydi. Rauf Paşa’yı, Mondros’ta iyi bir sınav verememesi ve Gâzi Paşa’nın görüşmelerde çok metin, azimli, kararlı ve çalışkan birini istemesi de diğer isimleri eliyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesi İsmet (İnönü) Paşa idi. TBMM’de yapılan seçimlere yüz yetmiş dört mebus katıldı; yirmi çekimsere karşı yüz elli dört oyla İsmet Paşa Dışişleri Bakanı seçildi. Lozan’a gidecek kişi böylelikle netleşmişti. On yıldır savaş meydanlarında olan İsmet Paşa, birliklere gönderilen bir telgrafla orduya vedâ ederek çizmelerini çıkaracak ve iskarpin giyecekti. İskarpin demişken de Gâzi Paşa, giyim kuşam konusunda hiçbir masraftan kaçınmamasını istiyordu İsmet Paşa’dan; Türk diplomatı hiçbir yabancıdan geri kalmamalıydı.
İstanbul Hükümetinden Sadrazam Tevfik Paşa, Ankara’ya çektiği yeni telgrafında Lozan Konferansı’na kendilerinin de katılımının şart olduğunu bildiriyordu. Türk milleti haysiyetini müdâfaa için dövüşürken akılları ve vicdanları kirâda olan bu adamların hazıra konma talepleri Gâzi Paşa’nın canını iyice sıkmıştı. Paşa, bu mektupları meclise sunarak saltanatı kaldırmak noktasında çoğunluğu heyecana getirmeyi düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa, mecliste yaptığı konuşmada “Şu hâlde yapılacak şey, arz ettiğim târihî hakîkatlerin ışığı altında saltanatı hilâfetten ayırmak ve saltanata resmen son vermek. Bunun için de bu konudaki teklifleri birleştirip yüksek heyetinizin oyuna sunup kesinleştirmek ve bunu îlân etmektir. Böylece bütün düşmanlarımızın aleyhimizde aldıkları tedbirleri engelleyelim.” diyordu. Muhâlefetin düşüncesi saltanatın kaldırılmasıyla alâkalı teklifleri ortak komisyona (Teşkîlâtı Esâsiye – Şer’iye – Adliye Komisyoları) havâle edip saltanatın lağvına engel olmaktı. Ziya Hurşit’in verdiği yirmi imzâlı önerge îcabı konu ortak komisyonda görüşülecekti. Ortak komisyon sabahın ilk ışıklarına kadar tartışmış ama bir türlü sonuç alamamıştı çünkü millet hâkimiyetine alerjik reaksiyonu olan mebuslar daha elzem olan saltanat konusunu değil hilâfeti tartışmaya açmışlardı. Bu insanların târihle, ilimle, hakîkatle ilgisi yoktu. Hilâfetin saltanatsız olamayacağını söyleyerek laf cambazlığıyla saltanatı kurtarma hevesindeydiler. Bu bocalayan duruma müdâhale etmek üzere komisyona bizzat gelen Gâzi Paşa, “Efendiler! İçinde bulunduğumuz şartlara rağmen safsata ile mugâlata ile nazariyatla vakit geçirdiğimizi görüyorum. Hâkimiyet ve saltanat hiç kimseye ilim îcabıdır diye müzâkere ile münâkaşa ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle, zorla alınır. Türk milleti de hâkimiyet ve saltanatı isyan ederek bilfiil kendi eline almıştır. Bu olmuş bitmiş bir durumdur. Artık söz konusu olan millete hâkimiyetini, saltanatı bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele bu zâten olmuş bitmiş durumu ifâde etmekten ibârettir. Bu herhâlde ve mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi böyle görürlerse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakîkat ifâde olunacaktır. Fakat ihtimal bâzı kafalar kesilecektir.” diyerek mevzûya el koymuştur. Sonuç îtibâriyle saltanat hilâfetten ayrılarak kaldırıldı ve hilâfetin Osmanlı Hânedanı’na âit olduğu belirtilerek halîfenin de TBMM tarafından seçileceği kabul edildi.
İsmet Paşa, meclisin, ordunun ve milletin arkasında olduğu bilinsin diye Lozan’a büyük bir törenle uğurlanmıştı. Türk diplomasi heyeti önce trenle Ankara’dan İstanbul’a varmış ve İsmet Paşa da burada üniformalarını çıkarmıştı. Nihâyet Lozan Konferansı’nın açılacağı gün de gelmişti fakat ülkesindeki seçimi bahâne eden İngilizler hazır bulunmuyordu tabiî bunun yanında Fransız ve İtalyan delegeleri de yoktu piyasada. Üstelik konferansı bir hafta ertelediklerini, Türk tarafına bildirmemek terbiyesizliğini de yapmışlardı. İngilizler, Anadolu’da kaybettiklerini Lozan’da geri almak için diğer delegelerle ortak bir cephe oluşturarak Türk heyetinin karşısında baskın olmak istiyordu ve bunun adına zaman kazanıyordu. Gelişmeler üzerine İsmet Paşa bir basın toplantısı düzenledi ve orada “İngiltere, Fransa ve İtalya’nın dâveti üzerine barış görüşmelerine katılmak için bildirdikleri târihte Lozan’a geldik. Biz buradayız fakat dâvet eden ülkelerin temsilcileri ortada yok. Türkiye büyük savaştan sonra da barış yapılmasını bekliyordu ama barış yerine bütün sınırlarından aynı anda hücûma uğradı. İstiklâl ve hürriyetimizi yeniden elde edebilmek için verdiğimiz bu mücâdele bize çok pahalıya mâl olmuştur. Büyük şehirlerimiz bugün kül hâlinde, bir milyondan daha fazla sivil Türk şu anda evsiz ve ekmeksiz. Son taarruza kadar asla savaşı başlatan taraf olmadığımızı hatırlatmak isterim. Sonucunu biliyorsunuz. Bütünüyle ölmeyi göze almış iki yüz bin kişilik bir orduyu kim durdurabilirdi? Çanakkale ve İstanbul önünde sırf barışa giden yolu açmak için durduk; barış yapmak için de buraya koştuk ama bizi barışa dâvet edenlerin şu anda nerede olduklarını ve ne yaptıklarını bilmiyorum. Tecrübeli diplomatlar bu gecikmenin nelere mâl olabileceğini takdir edeceklerdir sanıyorum.” şeklinde konuşarak aslında tarafları nâzikçe protesto etmiş oldu.
Ankara’da tâze gündem yeni halîfenin henüz seçilmemiş olmasıydı. Saltanatçı vekiller, seçilecek yeni halîfenin Ankara’ya getirilerek törenle îlân edilmesini hatta görev ve yetkilerinin de belirlenmesini istiyordu. Bu elbette “mâdem saltanat gitti bâri halîfeyi güçlendirelim” demekten başka bir şey değildi. Bu zihin yapısı, milleti sürü olarak görüyordu ve her zaman bir unvânın kudreti (şâyet içi boşaltılmış bile olsa) milleti gütsün istiyordu. Üstelik bu teklifleri müttefik temsilcilerinin hâlen daha Lozan’a gelmediği ve bu yüzden savaşın her an yeniden başlama ihtimâlinin bulunduğu bir iklimde dile getiriyorlardı. Konuyla alâkalı mecliste konuşan Mustafa Kemal Paşa: “Bu meclis Türkiye’nin meclisidir. Türk milletinin meclisidir. Bu meclisin sıfatı, yetkisi Türkiye ve Türk milleti ile sınırlıdır. Binaenaleyh bu meclisin reisi yalnız Türkiye’yi, Türk milletini temsil eder. Halîfelik ise İslâm âlemine şâmil bir makamdır. Meclis, hilâfeti destekler ama varlığını onun eline teslim etmez, edemez; etmeyecektir de. Türk milleti hâkimiyetine kayıtsız şartsız sâhip olmuştur. Hâkimiyet hiçbir renkte, hiçbir şekilde, hiçbir mânâda ortaklık kabul etmez. Unvânı ne olursa olsun; isterse halîfe olsun, hiç kimse milletin iktidarına ortak olamaz. Meselelere bu açıdan bakmak zorundayız. Çünkü artık başka yol mevcut değildir.” diyerek hakîkatleri bir kez daha hatırlatmıştır. Netîce olarak Osmanlı Hânedanı’ndan Sultan Abdülaziz Han’ın ortanca oğlu olan Abdülmecid Efendi TBMM tarafından halîfe olarak seçildi.
Nihâyet barış konferansı da açılıyordu. Açılış konuşmasını İsviçre Cumhurbaşkanı yaptıktan sonra dâvet sâhipleri adına İngiliz delege Lord Curzon konuşacak ve ilk günün programı bitecekti. İsmet Paşa, gerekli temaslarda bulunulup kendisinin Curzon’dan sonra konuşacağı şekilde programın revize edilmesini istedi. Türk heyeti kimsenin üstünlüğünü ve farklılığını zinhar kabul etmiyordu. Nitekim İsmet Paşa, açılış törenindeki konuşmasında, Türklerin asla tâviz vermeyeceğini ve bu hususta çok kararlı olduklarını belirtiyordu. Türk heyetinin bu haklı tutumu, karşı taraf için genellikle beklenmedik ve şaşırtıcı oluyordu. Karşı taraf diyoruz çünkü Türk delegelerinin karşısında tek bir devletin temsilcileri değil, birden fazla devletin ortak hareket eden delegeleri yer alıyordu ve bunlar Türk hâriciyesini sürekli sabote etmeye çalışıyordu. Dolayısıyla devam eden toplantılarda, hemen her konuda şiddetli tartışmalar ve çekişmeler yaşanıyordu. Barış mı yoksa savaş konferansı mı diye garipseyenlerin bile olduğu oturumların aslında kaba özeti, Türklere en temel haklarını bile vermemek için her türlü yolun denenip direnç gösterilmesiydi. Baskı kurdukları konuların başında kapitülasyonlar geliyordu. Fransız delege, gerekirse yeni bir usûl getirelim hatta kapitülasyon ismi Türklerin millî haysiyetini zedeliyorsa buna farklı bir şekil verelim diyor ve adlî kapitülasyonlar olmadan Osmanlı İmparatorluğu’nda oturulamaz diye ekliyordu. İmparatorluğun yıkılıp yeni ve millî bir devletin kurulduğundan dahi habersiz olan temsilciye ve tüm katılımcılara, “Kesin olarak hürriyetini ve istiklâlini isteyen Türkiye, kapitülasyonlar yerine hiçbir şekil, hiçbir kayıt, hiçbir imtiyaz kabul edemez; etmeyecektir.” diyerek cevap veriyor, ayağa kalkıp öyle konuşuyordu İsmet Paşa. Mâmâfih görünen tablo şuydu ki; Musul, kapitülasyonlar, mâlî konular, Trakya sınırı ve Yunan tazmînatı meselelerinde bir türlü sonuç sağlanamıyor; taraflar nâzik bir üslûp içerisinde birbirini yiyip duruyorlardı. Türklerin düşüncesi tam bağımsızlıklarına gölge düşürecek hiçbir konuda tâviz vermemekti elbette. İngilizler ise daha açık bir el oynamaya karar vermişler ve masaya öyle gelmişlerdi. Bir ara İsmet Paşa ile yalnız kalan Lord Curzon: “Açıkça şunları söylemek istiyorum; hiçbir konuda bizi memnun etmiyorsunuz, hiçbir dediğimizi kabul etmediniz, biz de ne reddederseniz cebimize koyuyoruz; yarın gerektiğinde, para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz; birer birer…” dedi. İsmet Paşa’nın cevâbı ise: “Ne demek istediğinizi anlayabiliyorum; karşınıza bir daha gelirsem bu dediklerinizi yaparsınız, bir daha gelirsem ama…” şeklinde oldu. İsmet Paşa’nın bunları söylerken bıyığının altına sakladığı tebessüm Curzon’u biraz kızdırdı. İçeri geçildiğinde Lord Curzon’un gerginliği sürüyordu; Türk tarafını Milletler Cemiyeti’nin ülkelere edeceği olası müdâhaleler üstünden tekrar sıkıştırmayı denese de muvaffak olamadı, “baylar ölene kadar burada mı bekleyeceğiz?” deyip masayı terk etti. İsmet Paşa ile bir kez daha yalnız görüşmek istiyordu, görüştü de. Dört saatlik münâkaşanın ardından varılan nokta görüşme öncesinden farklı değildi. Lord Curzon, çıkışta kendisini bekleyen heyete dönüp “Saatlerce dil döktüm, uyardım, nasîhat ettim hatta tehdit ettim ama hiçbir faydası olmadı. Küçük, fakir Türkiye’sini bizim devletlerimizle eş tutuyor. Her sözüme şu bayat ve basit kelimelerle cevap verdi: İstikâl, millî hâkimiyet… peh! Ve projemizi kesin olarak reddetti. Beyler! Bu iş artık bitmiştir… Yarın Londra’ya dönüyoruz.” diyerek öfkesini belli ediyordu. Bu arada proje dediği ise Türkler için adlî, mâlî ve iktisâdî anlamda çok ağır maddeler ihtivâ eden bir barış taslağıydı; tabiî ki de kabul olunamazdı. Netîcede konferans yarıda kesilmişti. İsmet Paşa, basına verdiği demeçte “Lozan’a ilk önce biz gelmiştik; buradan en son ayrılan da biz olacağız. Durumu şöyle özetleyebilirim: İktisâdî esâreti kabul etmemizi istediler; milletlerin mukadderâtı oyuncak değildir, tabiî reddettik. Bunun üzerine bir açıklama yapmadan Lozan’dan ayrıldılar.” demiş ve delegeler heyetiyle Türkiye’ye dönmüştü.
Mustafa Kemal Paşa, barış görüşmelerinin kesildiği sırada birlikleri denetlemek için çıktığı Batı Anadolu gezisinden dönüyordu. Fevzi (Mareşal Çakmak) Paşa, “İzmir ve İzmit körfezlerini bu akşam mayınlayarak kapatıyoruz. Ordu, İstanbul ve Çanakkale’ye yürümeye hazır Paşam!” diyerek bilgilendiriyordu; Gâzi Paşa, hükûmetin emrini beklemelerini söyledi. Ankara trenine Eskişehir’de katılan İsmet Paşa, “İngiltere, Musul işini Milletler Cemiyeti’ne havâle etti. Boğazlar rejimi hâlledildi sayılır. Anlaşmazlık daha çok iktisâdî ve mâlî konularda. Sırf bunlar yüzünden savaş çıkaracaklarını sanmam. Hiçbiri dünya kamuoyundan destek görmez.” biçiminde özetlemişti yarıda kalan konferansı. Gâzi Paşa, “Biz hazırlıkları yapalım; savaşı başlatırlarsa ne yapacağımızı biliyoruz.” dedi ve Fevzi Paşa’ya dönerek ekledi: “Âkıbetine katlanırlar.”
*Devâmı gelecek sayıda…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.