Sosyolojide her ne kadar eleştirilen bir kavram olsa da psikolojide çoğu ilim adamının kabul ettiği bir etki vardır: Pygmalion Etkisi. Bu kavram kısaca şunu ifâde eder: İnsanlara sorumlu, zeki ve efendiymiş gibi davranırsanız onlar da efendi, sorumlu ve zeki davranırlar. Kaba, sorumsuz ve aptalmış gibi davranırsanız, aynen öyle karşılık verirler. Türk milletinin binlerce yıl önce anladığı bu etkiyi diğer milletler maalesef çok geç anlamış, bu anlayışsızlığının bedelini de önce kendi insanlarına daha sonra sömürge hâline getirdikleri diğer milletlerin insanlarına ödetmişlerdir.
Türk’ün adının bulunduğu her türlü siyâsî ve sosyal teşkîlâtlanmada insan yaratılmışların en şereflisi olarak görülmüş ve onlara bu şekilde muâmele edilmiştir. Bu muâmele sâyesinde Türk’ün devletinin olmadığı yerde, insanlar inim inim inletilirken Türk devletlerinde insanın, insan şeref ve haysiyetine uygun olarak yaşaması mümkün kılınmıştır.
Yıllar sonra ilim adamları insan psikolojisini araştırmaya başlayıp târihte kurulmuş olan sosyal ve siyâsî teşkîlâtların gâyesinin ne olduğunu anlamaya çalışmışlardır. Bunlardan bir tanesi de Francis Fukuyama’dır. Francis Fukuyama, Siyâsî Teşkîlâtların Menşei adlı kitabında siyâsî teşkîlâtların menşeini bulabilmek için önce bu teşkîlâtları meydana getiren insanı anlamak gerektiğini ortaya koyar. İnsan fıtratı nedir, diye bir soru sorduktan sonra sıralamaya başlar:
1-İnsan bir toplum yaratığıdır. O her zaman sosyaldi. Târihin hiçbir döneminde cemiyet dışı bir insan var olmamıştır.
2-İlkel insanın sosyalliği iki mekanizmaya dayanır: Soy tercihi ve dayanışma.
Fukuyama, ilk maddede aslında insanın yaratıldığı ilk andan îtibaren sosyal bir çevrede bulunduğunu iddia eder. İnsanlar ayrı ayrı yaratılıp bir araya gelmemiş, tam tersine hepsi bir arada yaratılmıştır, der.
Fukuyama, ikinci maddede bahsedilen soy tercihi ve dayanışmayı şu şekilde tanımlanmıştır: Soy tercihi, insanların kendi sulbünden gelenleri tercih etmesi, onların diğerlerine karşı koruması, avantajlı hâle getirme çabasıdır. Dayanışma ise, olumlu anlamda bir dayanışma olduğu kadar al gülüm ver gülüm yoluyla karşılıklı menfaat, rüşvet ve yolsuzluğu da kapsıyor.
Fukuyama’nın insan fıtratını incelerken kullandığı bir diğer kavram da “Patrimonializm” kavramıdır. Patrimonializm kavramı yakın akraba ve menfaate dayalı gruplar oluşturup bunların babadan oğula sürmesine denir. Devlet kurulduktan sonra devlet imkânlarının patrimonial grupların eline geçmemesini sağlayan üç millet vardır: Çinliler, Araplar ve Türkler.
Çinliler bunu günümüzde KPSS olarak adlandırılan sistemi kendi zamanlarında uygulayarak başarmışlardır. Yani Çin liyâkat esâsına göre seçilmiş memurlar tarafından yönetilmiştir. Sınavda Konfüçyüs felsefesi hakkında sorular sorulmuş, başarılı olanlar devlet kadrolarında ikame ettirilmişlerdir.
Araplar için âile, her şey demektir. Kabîlecilik zihniyeti olarak da adlandırılan bu durum Arapların belki de medeniyet iddiasında bulunmalarının önündeki en büyük engeldir. Hz. Muhammed döneminde etkisi kırılan bu durum peygamber öldükten sonra da devam etmiş, Arap toprakları yine kabîle savaşlarına sahne olmuştur. Akrabalıklardan kurtulmanın yolu ise şöyle bulunmuştur: Arap olmayan esirler getirilecek ve bu esirler devletin ordusunu teşkil edecekler ki kabîle güçleri devleti alt etmesin. Arap fethi Türk topraklarına ulaştığında tam maksada uygun esirler bulunmuş oldu.
Türkler bu durumun en güzel örneğini Osmanlı İmparatorluğu’nda göstermişlerdir. Kapıkulu ve yeniçeri mekanizması Osmanlı’da Patrimonializm’ in önündeki en büyük engeldir. Müellifin “Tek Nesillik Aristokrasi” adını verdiği bu sistemde, devlet adamları medreseden yetiştikten sonra eğer lâyık ise makâma getirilirdi, paşa çocuğu olmalarına bakılmazdı. Ayrıca kapıkulu olan devlet adamı vefat ettiğinde malları geriye bıraktığı ailesinin geçimini sağlayacağı kısma dokunmadan müsâdere edilirdi.
Patrimonializm’i engelleyebilen üç milleti sayan Fukuyama’nın gözünden Katolik kilisesinin başı olan papalık kaçmış olmalıdır. Avrupa topraklarının önemli bir kısmına hâkim ve diğer siyâsî teşkîlâtların, krallıkların hepsinden daha zengin olan papalık, merkezî otoriteyi sağlamlaştırmak ve Patrimonializm’i engelleyebilmek adına bâzı tedbirler almıştır. Bunlardan ilki papazlarına getirdiği evlenme yasağıdır. Diğer hiçbir Hristiyan mezhebinde böyle bir uygulamanın bulunmayışının nedeni ise hiçbirinin Katolikler kadar zengin olamayışıdır.
İkinci tedbiri ise evlilik müessesini düzenlemek olmuştur. Fukuyama, insanların Roma’da kabîleler hâlinde teşkîlâtlandığını ve bu teşkîlâtların erkek çocuklarla devam eden soylara bağlı olduğunu belirtir. Kabîle üyeleri arasında erkek çocuk meydana getirebilmek önemli ve îtibârı yüksek bir iştir. Bu gâyeyi yerine getirebilmek amacıyla, amcakızı ile evlenmek, erkek çocuk olmuyorsa başka birisi ile evlenmek, erkek evlâtlık almak, câriyelik vs. Roma zamanında yaygın bir uygulamadır. Kilise bu uygulamayı yasaklayarak ikinci tedbirini almış olmaktadır. Kilisenin bu tedbîri alarak kabîle üyelerinin mal varlıklarının veyahut güçlerinin vârislere geçişini engelleyerek vârissiz insanların mal varlıklarını kiliseye bağışlamasını sağlamaktır. Bu sâyede kilise gücüne güç, zenginliğine zenginlik katmış olacaktır.
Batı Avrupa’da kadınların statüsünün Avrupa’nın diğer bölgelerine göre fazla olması, kilisenin bencilliğinin kazârâ yol açtığı bir durumdur. Kadınların mal sâhibi olması, mal varlıklarının üzerinde tasarruf sâhibi olmaları kilisenin lehine bir durumu meydana getirmiştir çünkü çocuksuz dullar ve evlenmemiş kadınlar kilise için büyük bir bağış kaynağıydılar.
Kilisenin aldığı bu önlemler Avrupa’da erkeğe dayanan sülâle yapısının tahribine ve kabîle hayâtının son bulmasına neden oldu. Kabîlenin sağladığı dayanışmanın ortadan kalkması insanları içerisinde kendisine mensûbiyet şuûru verebilecek yeni bir cemiyet birimi aramaya yöneltti. Avrupa’da Doğu’daki gibi bir Türk medeniyeti bulunmadığından sığınılacak bir çatı bulunmak zorundaydı. Fukuyama, bu çatıyı “Feodalite” olarak adlandırmaktadır.
İnsan fıtratından bihaber olan papalığın zenginliğini ve gücünü korumak adına aldığı tedbirler sonucu Avrupa’da insanlar fıtratlarında barındırdıkları dayanışma mekanizmasını yerine getirebilmek amacıyla sığındıkları çatıda inim inim inleyecekler ve Türklerin meydana getirdiği medeniyete hayranlıkla bakacaklardır.
Avrupa’da feodalitenin son bulup millî devletlerin kurulmaya başlandığı bir çağda Karl Marks çıkıp târihî materyalizm anlayışını ortaya koyacak ve feodalitenin zorunluluğundan bahsedecektir. Târihî materyalizm anlayışı ile ortaya koyduğu târihî evrelerden biri olan feodalizmi diğer evrelere geçişte bir merhale olarak gören Marks, târihinde feodalizmin “f”sini bile yaşamamış milletlere de “Asya Tipi Üretim Tarzı” adını vererek işin içinden kolayca çıkabileceğini sanmıştır. Kilisenin şuursuzca yapmış olduğu eylemlerin kazârâ meydana getirdiği feodalizm bize çok uzak bir kavramdır. Yazının üst kısımlarında da bahsedildiği gibi Türk milleti kurduğu bütün siyâsî ve sosyal teşkîlâtlarda insan fıtratına uygun bir biçimde hareket etmiş ve insanın insan gibi yaşayabileceği düzenler var etmiştir.
Türk milletinin kendisinin şerefine, sorumluluğuna ve zekâsına olan inancının yeniden aktif bir biçimde zihinlerde yer etmesi, insanın şerefini ayaklar altına alan medeniyetlere karşı insan onuruna yakışır bir medeniyet hamlesinin mûcizesi olacaktır. Târih bu yolda yürüyen ülkücüleri dâima hatırlayacak ve minnettar kalacaktır.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.