İnsan, bâzı anlarda yaşadığı olumsuz durumların bir hezeyandan ibâret olduğunu ve bir buhran içerisinde geçen çağını, derinlemesine tasavvur edemez. Ancak böyle zamanlarda kişi, içten içe bir kurtarıcı bekler. Gelecek olduğuna mutlaka inandığı bu kahraman belki tek bir kişi, belki de o tek bir kişinin etrâfında dönen yıldızlardır. Bu kişi veya kişiler, aslında çoğu zaman insanın karşısına çıkar da onların kurtarıcı birer yıldız olduğunun farkında olamaz. İşte o yıldızlar ki insanın zihninde bir pusula görevi görür. Yalnız zihne yön vermekle kalmaz; gönle, şuura ve sonra tüm benliğe… Hâl böyle olunca kelimelere yön veren yıldızlar, insanın rûhuna ve oradan da bir milletin rûhuna akar da durur. Bir yıldız doğar ve yön vermek üzere görevlidir; buna inanır, bununla yaşar ve âit olduğu göğe yeniden yükselir. Böylelikle ışıması, yön vermesi hâfızalardan hiç silinmez. Yeryüzünü şereflendirdiğinde misâfir olduğunu bilir, kendinden kendine akan bir ömürde âb-ı hayâtı bir bakır tasla milletine sunar. Alelâde bir hayâtı yoktur. İnancı uğrunda yaşadığı hazzı tadamadığı için ömrü boyunca belki de kalabalığın ona yer yer acımasına karşılık o, kalabalığa daha fazla acımamak için gökten bir melek gibi iner. Bir “Töre” çatısı kurar; düne, bugüne ve yarınlara ses olabilmek için. Kurduğu çatının kapısına gönlü güzel veya ameli güzel olan tüm kalabalık dâvetlidir. Târihinden aldığı meşaleyi; bilir ki bir yıldız kaymadan diğerine teslim edecektir. İşte bu meşale sönmeden onu alıp binlerce meşale yakmaya ant içmiş bir büyük isimdir Emine Işınsu.
İnsanın evvela kendisini bulmada aslî vazîfeli olduğuna inanan, kendini bulan insanın da topluma hizmet anlayışını zihinlerde şekillendiren Işınsu, çıktığı bu kutlu yol için bizlere kendini tanıtmış ve şöyle demiştir: “Yüce Allah, beni bir Müslüman kul olma ile şereflendirirken şu dünyâdaki hayâtımda bana roman yazma vazîfesi verilmiştir. Böylece roman yazmayı, içtenlikle varoluş sebeplerinden biri olarak görüyorum.”
Aydın kimsenin, yaşadığı döneme yalnız ayna tutmakla kalmayıp bunun zâten bir aydının vazîfelerinden yalnızca biri olduğuna inanan Emine Işınsu, öteleri ve ötelerin de ötesini bulmayı ister. Bunu ise tüm benliğiyle yaşadığı çağda bir reçeteyi de berâberinde sunup gönüllere kazıyan “Sancı” adlı romanında vermiştir. Romanın içeriği baştanbaşa kendisi dâhil olmak üzere kutlu gönül erlerinin mücâdelesidir. Geçmiş, an ve gelecek zamâna hâkim bakış açısıyla yazdığı bu roman, iki ülkücü gencin komünistler tarafından yapılan baskı ve saldırılar sonucu şehâdete ermelerini anlatır. Kurulan o kutlu çatıdan çıkan bu gençler, Süleyman Özmen ve Ertuğrul Dursun Önkuzu’dur. Bir milleti sancıdan çıkarmaya ant içen gönül erlerinin hayâtında bin ülkücünün yaşadıkları yansıtılmıştır. Erenlerin ölmeyip yalnız suret değiştirdiğini, Dursun Önkuzu’nun ağzından yine dâvâ insanı olarak kitapta geçen Dündar Bey’e söylemesi yazının başında söylediğimiz meşaleyi andırır niteliktedir. Birlikte omuz omuza mücâdele edildiğine kanıt ise kahramanlar arasında kendisinin “Emine Abla”, eşinin “İskender Bey”, dönemin dâvâ insanlarından Dündar Taşer’in “Dündar Bey” ve Galip Erdem’in “Galip Bey” olarak verilmesidir. Acımasızca şehit edilen Süleyman Özmen ve Dursun Önkuzu’nun yaşıtları olan üniversite arkadaşlarından marksist komünist görüşlerle bir yandan bir yana savrulan insanlara karşı duruşları da gerçek bir mücâdelenin kanıtıdır. Öyle ki onlara ters bakmaz, oturup defalarca defalarca kurtarmak ister fakat ne yazık ki beyinlerine yenik düşenler onları acımasızca katleder. İki şehidimizin şehâdetlerinin arasındaki dokuz ayı ele alan, dönemin çilesini anlatan bu roman, binlerce yıldıza meşaleler yaktıracaktır. Sevgili Dilaver Cebeci’nin de dediği gibi: “Şimdi Sûr geldi. Şimdi ben geldim. Bin kere daha geleceğim. Bâzen soylu atlar üzerinde nâralarla bâzen beyinlerinize çakılıp kalacak şiirlerle…” işte Emine Işınsu da beyinlere çakılan romanlarıyla gelmişti.
Dediğimiz gibi öteleri aşma cehdini varoluşunda anlamlandıran Işınsu, yalnız yaşanılan coğrafyayı değil gönül birliğimizin, esir düşülse de tüm dünyâda bilinen varlığımızın yâni millettaşlarımızın çetin yaşamlarını da romanlarında konu edinmiştir. Birbirinden haberi pek az olan, bilenlerin bilmeyenlere söyleyemediği, haberdar edilmek istenmeyen hem içeriden hem de dışarıdan yapılan bir büyük zulmün tam göbeğinde olduğu çağda, kalemini kılıç cesâretiyle kuşanmıştır Işınsu. Şimdi de Batı Türklüğünün çektiği sancılara ses olmaya sıvamıştır kollarını. Çiçekler Büyür ile Bulgaristan Türklerinin, Azap Toprakları ile Batı Trakya Türklerinin Yunan baskısını, Tutsak ile de Kerkük Türklerinin yaşadığı zulümleri anlatmıştır. “Sen Türk olduğunu unutursun da onlar unutmaz.” diyen sayfalar zihinlerde bu romanlarda yankılanmıştır. Ak Topraklar’daki Ak Hoca neyse Dündar Taşer de öyleydi onun nezdinde. Bununla birlikte kurulan çatı, yalnız vatan sınırları içinde değil Turan illerini aşmaktaydı.
Yine “Siz Martıları Bilir Misiniz?” adlı öyküsüne baktığımızda bu öyküde Dündar Taşer ve Erol Güngör nezdinde bir millete olan derin sevgi kişinin kendisini de yer yer hiçe sayarak yalnız iyilik üzere şekillenmesi, mekânlar değişse de yüzyıllar aradan geçse de Türk’ün tek bir duruşunu sergilediğini bizlere göstermektedir. “Bir gümüş hançerle göğsünü oyup yüreğini çıkaran bir adamı yaşamıştım eskiden. Sonra… Onu unuttum. İyi yapmışım. Gümüş hançer abartılı bir gösterişti göğsüm için. Ona kör bir bıçak gerek sapı eskimiş. Nesine yetmez…” işte burada romanlarında olduğu dâvâ insanını dünyâ tasavvurundan bahseder. Onların yüreklerinden süzülen anlayışın tohumlarını nesillere ulaştırıp sular ve binlerce çiçek açar zihinlerde. Tüm bu ötelerin ötelerini aşıp geçmişten aldığı feyzi elbette ki ilk öğretmeni olan, ona ilham veren annesi değerli edebiyatçılarımızdan Halide Nusret Zorlutuna olmuştur. Özellikle annesinin tasavvufa olan ilgisi ve evde yüksek sesle şiirler okuması zihni şekillenmesini de berâberinde oluşturmuştur. Bunun yanında âb-ı hayat suyunu çağına yeniden getirmek isteyen, bunun taşıyıcılığında kendisini vazîfeli gören Işınsu, geçmişte bu suyun taşıması uğruna insana dost olan “Sanurdum kendim ayrıyam dost gayrıdur ben gayrıyam/ Beni bu hayâle salan bu sıfat-ı insanımış.” diyen Yunus Emre’yi “Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” romanı ile kendi benliğini, belki de döne döne kendini arayan insanı yeniden işlemiştir. İşlemiştir ki yoluna ışık olan yıldızların kim olduğunu, kimin olması gerektiğini insandan da öte bir anlayışın damarlarını yüreğimizde yaprak yaprak yeşertmiştir. İnsan-ı kâmil olma yolunda yetişmesi gereken bir neslin dâvetini yapmıştır çağında. Bunun içindir ki yeniden Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre’yi çatısından tüm Türk milletine ün etmiştir. Gerek eserlerinin bütününde gerekse de yaşantısında büyük bir sevgiyi içinde taşıyan Işınsu, yetiştirdiği öğrencilerine de bu sevgiyi aşılamıştır ve her nesnenin özünü belirleyen sevgi konusunda Yunus Emre anlayışıyla yoğurmuştur okurlarını. “İşitin ey yarenler/Kıymetli nesnedir aşk/Değmelere bitinmez/Hürmetli nesnedir aşk/ Hem cefadır hem safa/Hamza’yı attı Kaf’a/ Aşk iledir Mustafa/ Devletli nesnedir aşk.” düsturundan gelir sevgi anlayışı. Bunun içindir ki Dost Diye Diye adlı eserinde şu sözleri geçirmektedir: “Sakın sevgisiz gülme, yalan gülersin… Yalan söylersin, yalan duyarsın. Bir yalan dünyâda yalan yaşarsın. Demirin üstündeki pas gibi büyür de büyür gönlünde kin ve nefret, balın acır. Şükrün kurur. Tükenirsin.” Buna ilâve olarak da kitapta yaptığı vurgusu bunların yalnızca bilinmekle bir yere varılmayacağı üzerinedir. Yazımızın başında da dediğimiz gibi her bir eser milletin selâmeti için bir reçete görevi görür. Bu eserindeki reçete ise sevmeyi bilmek ve uygulamanın berâberce gelmesidir. Yâni tüm mesele yalnız sevmek değil yalnız bunu bilmek değil şuurlu sevebilmek hâdisedir. Buradan da tasavvuf anlayışında verdiği fikri desteklemiş olur ki târif ettiği bu sevgi, Yaradan’ın da bizlerden istediği sevgi anlayışıdır.
Gelelim her meyve veren ağacın taşlandığı bir çağa… O meyveler ki her tohumu bir gönülde yeşerdi. Okuyan, anlayan, anlamlandıran bir gönle mutlaka dokundu. Gerçek dâvâ insanları bu mücâdelede mutlaka ama mutlaka taşlamaya uğramıştır. Atlı Karınca adlı eseri TRT’de yayınlanacakken birkaç yayın sonra “aydınlarla alay ediliyor” gerekçesiyle ertelendi ve sonunda kapatıldı. Bunun dışında Bir Yürek Satıldı adlı eserine düzenlenecek gece iptal edilmişti. Sanat anlayışımızın değişmesi, yalnızca küfürden, hakaretten komedi çıkarılan, insanlara dünyâ tasavvurunun verileceği, zihinlerde yeni ufuklar açılacağı yerde ikili ilişkilerle sınırlandırılmış ve insanların yalnızca nefsine yönelik propagandaların esiri olmuş bir medya ve üzülerek belirtiyoruz ki buna uşaklık etmekte âdeta yarışan bir kadro önceden olduğu gibi şimdi de tüm şiddetiyle vardır.
Bir de bu konuya yönelik olarak edebiyat dünyâsında varılan ayrılıklar meseleleri ayırt etme noktasındaki eleştirmenlerin azlığı bize süratle edebiyatımızın yetkinliğinin uçuruma doğru yuvarlandığını göstermektedir. Bir Ömer Seyfettin edâsıyla yola çıkan Emine Işınsu’nun eserleri üzere okuduğum makalelerde yanlış tespitler yine yanlış bilen, meseleyi anlamlandıramayan ve sadece şekil üzere değerlendiren birtakım edebiyatçıların görüşlerini burada vermekte fayda buluyorum. Ayrıca bu görüşlerin yanlışlığının ispatını da bir edebiyatçı olarak kendimde vazîfe görüyorum. Karıştırılan kavram ya da bilinçli yapılan bu yorumlar Cumhuriyet sonrası roman anlayışında yazarların ağırlıklı işlediği konular veya teknikler üzere gruplara ayrılmasını iyi analiz etmektir. Bunların analizini iyi yapamayan yazarlar, toplumcu gerçekçi yâni Marksizm ideolojisini ön plana çıkaran grup, Emine Işınsu’yu yalnızca birtakım teknik benzerliklerden feminist kadın yazarlarının arasına katmaya çalışmışlardır. Emine Işınsu’nun yaşıtları yazarlar 19 Aylık Eğitim ve Kültür Dergisi Mayıs 2022 Sayı 94 özellikle kadın yazarlar milletin bu buhranlı dönemden kurtulma reçetesini elbette ki farklı işliyorlardı. Çünkü bir bakıma ideolojileri bunu gerektiriyordu. Postmodernist kadın sanatçılar bu buhrandan sıyrılmayı kişinin yalnızlaşması üzerine bir çözüm bulurken toplumcu gerçekçiler Marksizm’i çözüm olarak sunmuştur. Yalnız Emine Işınsu, çözümü milletinin özüne inmekle bulmuştur. Hiçbir vakit vakıadan kopuk olmamıştır. Hâlihazırda bunalıma giren kadınlarımıza, genç kızlarımıza “Kendine gel!” çağrısını eserleriyle vermiştir. Çünkü bir Türk kadını onun eserlerinde olması gerektiği gibidir. Örnek verecek olursak Azap Toprakların’da karşımıza çıkan Nazlı ve Fatma, Çiçekler Büyür ’de İlay, Sancı’da kendisi olmak üzere; millî edebiyattaki ruhla Türk kadınının mert, gözü kara, sağlam duruşunu yansıtmıştır. Günümüz kesimlerinden kendisini feminist çizgiye yaklaştıran eleştiri tâifesi şunu iyi bilmelidir ki: Türk, asırlar evveldir vatanını seven devletini baba bellemiştir. Vatanı ana bilen bir milletin rûhunda yal – nızca kendini düşünen, basit birkaç karşı – laştırmalarla adâleti savunduğunu sanan, mazlumu zâlimden ayıramayan, bu toprak – lara bir evlat bırakmanın saçma olduğunu düşünen, dînin boyna vurulan bir zincir ol – duğunu o zincirin de kırılması gerektiğini savunan, bununla kalmayıp öz değerlerine sâhip Türk kadınını da buna çekmeye çalı – şan; tüm özel vasıfları bir kenara bırakırsak bir Türk kadınının aynı anda iyi bir anne, işinde güçlü olan bir kadın, seven sevilen sevildikçe de çiçek açan, çiçek açtıkça da yalnız kendi çocuğuna değil milletin tüm çocuğunu aynı duyarlılıkla sâhiplenebilen bir anlayışı kendilerinde çok gören tüm an – layışı reddedip bizlere gerek romanların – daki kahramanlarıyla gerek kendi yaşan – tısından örneklerle örnek bir Türk kadını olan Emine Işınsu, iyi bir anne iyi bir eş iyi bir edebiyatçı ve her şeyden çok bunlarla birlikte iyi bir “Vatan”dır.
Rûhu şad, mekânı cennet olsun.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.