Türklüğün mukadderatından fâni hayâtına paylar biçen büyük dâvâ adamı ebediyete intikal ettiğinde, nice vefâlının vicdânındaki ukdeden daha âciz kalan dağların haykırışı bile cihânı titretti. Bu ukde ise “Ah mine’l aşk” mısrâlarında sûret bulmuş âşıkların sebebi oldu. Aşkın bağında gezen âşıkların en büyük gâlibiyetleri kazandıkları meydanlar, bir nefesçik söylenen deyişlerde mâşuğun kabrine yurt oldu.

“Öz yurdumda çınarlar göçüyor birer birer

Bunca gama, kedere hangi dağ göğüs gerer?”

Öz yurdum… Türk’ün ateşle dolu sînesinden bir kor misâli fışkıran cevherin nice çınarların köküne can suyu olduğu mukaddes topraklar… Dostun demir süngüleriyle gövdesi delik deşik edilmiş, Türk’ün coğrafyayı yurt kılma azmini; düşmana galebe çalan türküleri, yapraklarıyla tabiata nakşeden çınarlar… Doruğundaki Türk’le dağlaşan tepelerin göğe varmasına, Ferhat’ı Şirin’in aşkıyla yakan közün bağrını delmesine şehâdet eden dağlar… O dağlar ki dost kurşunuyla toprağa düşmüş ve yalnızca bir avuç vefâlının omuzlarında al bayrağa sarılmış tabutlarda taşınan yiğit adamların karşısında heybetinden utanır. Ülkücü Hareket’in hâfızasını kaybettiği bir döneme tanıklık etmek, bir gülü dahi Hakk’a kırgın eylerken Türkleşen her çağda at koşturan bir vicdâna Hakk’a âşık bir ülkücünün ahlâklı isyânını yeniden tasavvur etme kudretini zamanın ötesine aktarır. O hâlde ülkücüler, bir gülden daha hakîkî bir kuvveti temsil eder.

Sadi Beğ, Hakk’a âşık bir ülkücüydü. Türk milletinin sînesinden fışkıran korun ve büyük ülküleri omuzlama mesûliyetinin sûretiydi. Dostun demir süngüleriyle delik deşik olsa da ülkücü nesilleri yetiştirme azmini hiç kaybetmedi.

Ülkücü Hareket’in göğüs germe mecbûriyetinde kaldığı gam, Sadi Beğ’in kaybı değildir. Ülkücü hareketin göğüs germe mecbûriyetinde kaldığı gam, Sadi Beğ’in mürekkebinin çimentolaştırılmasıyla meydana gelmiş kuruluşların, mâziye hasretle dahi bakamayacak bir merhalede hâfıza kaybı yaşamasıdır. Başbuğ’un açtığı üçüncü ve millî bir yola ömrünü fedâ eden Sadi Beğ’i anlatmak borcunu îfâ gâyesiyle kaleme aldığımız bu yazı, cemiyetle bütünleşen şahsî bir yükümlülüğü yerine getirmenin hazzını bize yaşatırken gark olduğumuz gam, nefsimizden hâlâ arınamamış olmanın verdiği ıstırapla dimağımızı sızlatıyor. Ancak bir haykırışın, bu satırlarda okuyucuyla buluşmasına mâni olmak mümkün değildir: ÜLKÜCÜNÜN FİKRÎ MEŞAKKAT VE MEZİYETLERİNİ SADİ BEĞ’DE GÖREMEYENLERLE ŞAHSÎ KAVGAMIZ VARDIR.

Bizler; fedakârlığı, sevgisi ve azmiyle ülkücülerin yalnızca ağabeyi değil âdeta babası da olan Sadi Beğ’i kaybetmedik. Hiç kaybetmeyeceğiz. Sadi Beğ, Başbuğ’un “Yeni Ufuklara Doğru” çizdiği yolda mesûliyeti ve iştiyakıyla kaybı kaybettirecek, Yeni Ufuk dergisinin her sayısında ve her sayfasında yaşayacaktır.

Kaybı kaybettirmek, büyük ülküleri omuzlama gayretinden doğar. Vefâsızların âşıkların yoluna pusu kurması, Ülkücü Harekete büyük mefkûreleri omuzlatan şuûra dokuz kurşun atmasından farksızdır. Bu pusularda daha kaç kez yetim kalacağız? Bizler, dikenli yollarda ayağını kesip atmış bir neslin evlâtları olarak, milliyetçi hareketin sancağını dâima fikrî burçlarımızda dalgalandıracağız. Biz ateşlerin yakmadığı İbrahimlerden devraldığımız bu sancakla İsmail olmaya tâlibiz.

Sancılı zamanlarda azmi ve cehdiyle ülkücü teşkilâtlara âdeta bir baba fedakârlığıyla yaklaşan ancak mahkemelerde bir an bile İsmail olmaktan tereddüt etmeyen Sadi Beğ, şüphesiz ki âmentü ettiği bu dâvânın mürüvvetini, yetim bıraktığı ülküdaşlarının gelinliğinde görecektir.

“Giden her öncümüzle biraz daha yetimiz,

Sanırsın ruhumuzdan sıyrılıyor derimiz.”

Sadi Beğ ve ülkücü gençlerin münâsebeti âdeta ruh ile derinin münâsebeti gibidir. O, cansiperâne mücâdele eden Türk rûhunun, Türk idrâkinin ve Türk düşüncesinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir. O, Ülkücü Hareketi meydana getiren rûhu görünür kılan deridir. Onun acısı, ruhtan sıyrılan derinin acısından farksızdır. Ülkücüler, içinde barındırdıkları bu rûhu, hapsolduğu kabuktan kurtararak ve derilerini yenileme irâdesi göstererek eski mücâdele günlerinin azmini yaşatacaktır. Bu azmi yaşatma heyecanı, zulme ve sloganlaşmış hislere bir isyan, ihtilâl niteliğindedir.

Ülkücüler, bu ahlâklı isyânını ve makûs tâlihe baş eğmeme kuvvetini Horasan erenlerinden almıştır. Yesevi dergâhında yakılan çoban ateşini harlayan bir kudretin insana inikâs etmesi “Yeni Ufuklar”ı müjdeleyen kör karanlığı aydınlığın nûruna gebe bırakmıştır. Erdebil Tekkesinden yayılan nûrun, Hacı Bayram-ı Veli’de fikrî, vicdânî ve millî bir huzme olarak Türk düşüncesini yaşatması Somuncu Baba’nın ocağını yakan ateşi meydana getirmiştir. Asrın alpereni Sadi Beğ’in mücâdelesi de bu ateşi söndürmeme mücâdelesidir. Çünkü o şüphesiz:

“Somuncu Baba’daki hikmeti taşıyordu,

Horasan erlerinin nûrunda ışıyordu.”

Somuncu Baba’daki hikmeti, ömrünü vakfettiği dâvâsının her bir zerresine nakşetmiştir Sadi Beğ. O, bir sanatkâr rûhuyla temeline tuğlalar koyduğu Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemini, millî imdat çağrılarının yankılandığı bir dönemde, can ocağında pişmiş nice aşlarla beslemiştir.

“Harladığı ocakta binlerce yürek pişti,

Bu yürekler milletin imdadına yetişti.”

Onun mücâdelesi, Töre’de, Devlet’te, Bozkurt’ta, Ülkücü Hareket’in hür tefekkürünün membâı olan basın organlarında millî bir duruşu yaşatma mücâdelesiydi. Alperenlerin ateşini söndürmeme kavgasını, zihnin derinliklerinden çektiği kıvılcımlardan barut oluşturarak verdi. Onun barutu, tesir ettiği her ülkücüde âdeta yeni bir ufuk tâyin ediyordu. Türk basınının hürriyet mücâdelesinde, Türklüğün vâr olmak kavgasında İlhan Egemen Darendelioğlu’na sesleniyordu. Ve ülkücü nesillerin en kuvvetli silâhı olan kalemlerini doldurarak nice Türk düşmanını alaşağı ediyordu. Bu millî duruştan hiçbir zaman tâviz vermedi. Öyle ki ömrünü vakfettiği dâvâsı uğruna zindanlara düştüğünde dahi eğilmedi ve Türk şuûrunu müktesabatının her zerresine yansıttığını o muazzam savunmasında ortaya koydu.

“Ve Mamak’ta dimdikti eğemedi sorgular,

Töre’li ve Devlet’li olsun diye bozkurtlar.”

Ülkücü Hareket’in en sancılı dönemlerinde, fikrî mahrecimiz olan Türk töresini yaşatma gayretiyle Sadi Beğ’in çıkarttığı ve taşradan merkeze Ülkücü Hareket’in her bir neferini fikrî teyakkuzda tutan Töre dergisi, yayımcılıkta izlediği doktrinle Türk mecmua hayâtına yalnızca “Dokuz Işık” la görülecek bir iz bırakmıştır. Onun devleti, ülküdaşı İbrahim Metin’in omuzlarında yıllar sonrasına “Millî Devlet” olarak aktarılmıştır.

Sadi Beğ, Tandoğan Meydanı’nda omuz omuza yürüdüğü ve “ölümden ve işkenceden yılmayız!” pankartını kaldıran Gün Beğ’le, Başbuğ Türkeş’le ebedî bir istirahatgâha doğru yola çıkmıştır. Ülkücü Hareket’in lügatinden ölümü ve yılgınlığı silerek aksiyoner bir mücâdelenin bel kemiği hâline getirdiği mesûliyetle âbideleşmiş bir şahsiyet olmuştur. Onu anlamak, ülkücülüğü anlamaktır. Onu anlamak, Başbuğ’u anlamaktır. Onu anlamak, vazîfeye atılma emrini millî vicdanlardan alan kuvveti anlamaktır. Onu anlamak, on bin yıllık mesûliyeti üstlenmektir. Onu anlamak, vefâsızlığa ve zulme ahlâklı bir isyandır.

Sadi Beğ’e minnetle…

“Ey göçen ulu çınar selâm söyle Başbuğ’a,

Cennette seni bekler Gün Beğ’le Dündar Ağa,

Tuğu düşürmeyecek artta bıraktıkların,

Başı sağ olsun Türk’ün ve “Yeni Ufuk”ların.”

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.