Her millet vasfına ulaşmış topluluk; kendi içerisinde milletini belirli bir güce eriştirmek, târihlerinin kendilerine vermiş olduğunu düşündükleri târihî misyonlarını yerine getirmek amacıyla o milletin değerlerini taşıyan milliyetçiler barındırır. Türkiye Cumhuriyeti özelinde bu vasıf ülkücülere hâizdi. Türk milliyetçiliği ideolojisine sahip olan bu hareket Türk milletinin bütün özelliklerini içerisinde barındırıyor, diğer milletlerden Türk milletine karşı gelebilecek tehlikelere de ilk başta onlar göğüs geriyordu. Ülkücü hareketin bu özelliği Türk milleti üzerinde hesaplar yapanları rahatsız etmekle kalmıyor bu hâinlerin oklarını da doğrudan ülkücülere yönelmesini sağlıyordu. Fikren Türk milliyetçiliği fikri ile mücâdele edemeyenler ülkücüleri zayıflatmak amacıyla çâreyi başka yerlerde arıyor, türlü iftirâlarla ülkücü hareketi toplum nezdinde küçük düşürmeye çalışıyorlardı. Toplum nezdinde îtibârı büyük olan ülkücü hareket zayıflamadan ve güç kaybetmeden, kendilerinin güçlü olamayacağını, Türk milleti üzerindeki hesaplarını gerçekleştiremeyeceklerini biliyorlardı. Bu sebeplerle ülkücü hareketi ortadan kaldırmak için ülkücülerin canına kıymakla kalmıyor olmadık iftirâlarla da ülkücü hareketi zayıf düşürmek istiyorlardı.
Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine gelen emperyalist devletlerin saldırılarına karşı bir kurtuluş mücâdelesi verilerek kurulmuştu. Binlerce şehit verilen bu savaşlar sonucu Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş ve Türk milleti yeniden devletine kavuşmuştu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da sömürgeci devletlerin ve milletlerin Türk milletine karşı düşmanlıkları devam etti. Buna bir de Türk devlet adamlarının basiretsizliği eklenince Türkiye Cumhuriyeti devleti yüzyıllarca hüküm sürmüş Osmanlının bakiyesi değil de alelâde kurulmuş bir devlet görünümü sergiliyordu. Bir yandan da bütün dünyâda görülen marksist hareketlenme Türkiye’de de etkisini göstermeye başlamış devlet kademelerinin bir bölümünü işgal etmişti. Türkiye batıdan medet umanlarla Rusya’dan medet umanların eline düşmüş can çekişiyordu. Bu gidişâta dur diyenler ise Ülkücüler olmuşlardı.
1968 yılında bütün dünyâda bir anda başlayan öğrenci olayları Türkiye’de de etkisini göstermeye başladı. Marksistler Türkiye’de düğmeye basmış kendilerince ateşli propaganda adını verdikleri eylemlere başlamışlardı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi dışardan Türk milletine karşı gelebilecek her türlü tehlikeye göğüs geren ülkücüler hemen marksistlerin bu saldırılarına karşılık verdiler. Bu karşılık bâzı câhillerin söylediği gibi marksist avına çıkmak şeklinde değil, çıkarılan dergilerle, gazetelerle, konferanslarla ve seminerlerle oldu. Fikren karşılık veremeyen marksistler bu sefer ülkücülere bir etiket yapıştırdı. “Bunlar faşist efendim bu yüzden bize karşı çıkıyorlar,” “kahrolsun faşistler” şeklinde slogan atmaya başlıyorlardı. Türk milliyetçileri Marksizm’e karşı oldukları kadar faşizme de karşıydılar, o halde neden bu adamlar ülkücülere faşist diyorlardı? Sovyet ihtilâlinin gerçekleşmesiyle komünistler bu sefer İtalya ve Almanya’dan bir devrim hareketi gözlemeye başladılar. Bekledikleri gibi bir sonuca ise ulaşamadılar zîra İtalya’da faşizm bir silindir gibi komünistlerin üzerinden geçti. Komünist bir ülkede komünizm karşıtı olmak suçtur fakat komünist olamayan bir ülkede birini antikomünist diye yaftalamak her halde gülünç ve mantıksız bir durumdur. Bunu kavrayan komünistler de komünizme karşı çıkanlara verilebilecek özellikle aydınlar arasında yer bulabilecek bir sıfat aramaya başladılar ve buldular “Faşist!”. Artık komünizme karşı çıkan her insana faşist her görüşe de faşizm demeye başladılar. Ülkücü hareket de antikomünist bir fikir olduğuna göre(!) Türk milliyetçiliği fikri faşizm, ülkücüler de faşist oluyordu.
Ülkücü harekete yöneltilen bir diğer suç da ülkede anarşi çıkarmak, halkı galeyâna getirmek suçu idi. Ülkücüler yaptıkları meşrû vatan savunması ile bâzı kesimlere göre ülkedeki düzeni bozuyor, halkı kindarlığa sürüklüyordu. Yapmaları gereken vatanlarını savunmaları değil tıpkı hükûmet ve devlet görevlileri gibi sessiz kalmaları komünistlerin rahatça vatanı ele geçirebilmeleri için onlara karşı çıkmamaları gerekirdi. O zaman anarşiye sebep olmazlardı, belki de ortada anarşi çıkarabilecekleri bir devlette kalmazdı. Ne gariptir ki bunu sâdece komünistler değil Siyasî İslâmcılardan tutun da devletin üst kesim yöneticileri de bu şekilde konuşuyorlardı. Bunu söyleyen hükûmet ise tıpkı yukarıda bahsettiğimiz gibi bir tavır takınıyordu. Ülkücülerin evleri bombalanıyor sokaklarda pusular kuruluyor, devrimcilik adı altında yürüyüşler yapılıyor, üniversiteler işgal ediliyor lâkin hükûmet aman efendim bunlar basit öğrenci olaylarıdır, yollar yürümekle aşınmaz, bunlar vatansever çocuklar diyerek komünistlere karşı bir tavır almak şöyle dursun yaptıkları terör faaliyetlerine karşı da herhangi bir güvenlik önlemi almıyorlardı. Üniversitelerde atış tâlimleri yapılıyor, silah eğitimi veriliyor hatta öyle ki bu vatanın gözbebeği olarak gördükleri komünistler polisle jandarmayla saatlerce çatışabiliyorlardı. Bunlar olurken sâdece ülkücü hareket bu terör faaliyetlerine karşı tavır alıyor, sâdece onlar ülkeye yöneltilmiş namlularda kimlerin parmakları olduğunu görüyorlardı. Yapılan bunca terör faaliyeti bâzı kesimlere masum geliyordu da ülkücülerin kendi canlarını kendi vatanlarını savunmaları nedense anarşi olarak görülüyordu. Komünistler bir kesime göre namaz kılmayan kardeş unvanını kazanıyor, ülkücü hareket ise kavmiyetçi kâfirler olarak nitelendiriliyordu. Teröristlik meşrû milliyetçilik ise gayrimeşrû görülüyordu. Lâkin ülkücülerin yaptıkları o vatan müdâfaası sonucu kendilerinin siyâset yapabildikleri, o dört elle sarıldıkları koltuklarında oturduklarını, geceleri onların sâyesinde rahatça uyuyabildiklerini de bilmiyorlar veya bildikleri halde söylemek işlerine gelmiyordu.
Ülkücü harekete yönlendirilen suçlar sâdece bunlar da değildi. O dönemde ülke içerisinde çıkan bâzı olayların suçları da doğrudan ülkücü hareketin üzerine yıkılmaya çalışılıyordu. Nerede bir bomba patlasa nerede bir olay olsa mesûliyeti, vatan hâinlerinin elinde bulunan basın yayın yoluyla ülkücü hareketin üzerine yıkılıyor, devlet de bu yayınları kaynak kabul ediyor delil kabul ediyor ülkücülerin üzerine yürüyordu. Ülkede “Maraş” olayları vukû buluyor, olayda ülkücülerin de zarar görmesine rağmen olayın kışkırtıcısı ve icrâatçısı ülkücüler oluyordu.
Olay ülkücülerin izlediği “Güneş Ne Zaman Doğacak” filminin gösterildiği sinema salonuna atılan bir bomba ile başlıyor. Aklın alması mümkün değil. Ülkücülerin başlattığı bir olayda atılan bir bomba ülkücülerin olduğu bir salona atılıyor! Yapılan ilk mahkemede ülkücülerin hepsi berâat ediyor, Kenan Evren ve cuntasının yaptığı darbeden sonra bu mahkemelerin yaptığı yargılama geçersiz sayılmış tekrardan yapılan mahkemelerde ülkücüler yine berâat etmiştir. Bulduğu her fırsatta ülkücülere darbe indirmeye çalışan Evren hükûmeti bile ülkücülerin bu olay ile herhangi bir bağlantısını bulamamışlardır.
Ülkücülere yöneltilen diğer bir suç da Türk milliyetçiliği fikrine yöneltilen bölücülük iddialarıdır. Türk milliyetçiliği, Türk milletini esas alan, merkezinde milleti tutan bir fikir olduğuna göre; Türk milletinden olmayanlara karşı bir düşmanlık hissine sahip olmalıdır şeklindeki iddia Türk milliyetçiliği fikrine yöneltilen yanlış bir yargıdır. Bunu söyleyenler Türk milliyetçiliği hakkında herhangi bir bilgiye sâhip olmamaları ile birlikte ülkemizde yaşayan sözde etnik kimlikleri de birer millet olarak kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. Türk milliyetçiliği fikri bölmeye yönelik bir fikir değil tam tersine birleştirmeye yönelik bir fikirdir. Ayrıca ülkemizde bulunan, Türk kültürünü yaşayan, gönlünde başka bir milletin sevgisini taşımayan, Türk milletine ve devletine hâinlik beslemeyen herkesi Türk kabul eden bir fikirdir. Bu sebeplerle Ülkücü hareketi bölücü bir fikrin temsilcileri olarak suçlayanlar ya câhilliklerinin farkında değiller ya da alenen hâindirler. Bu iddialar asılsız olduğu kadar gülünç ve komiktirler.
Buraya kadar olan kısımda ülkücülere yöneltilen suçları çok kısa olarak değerlendirmeye çalıştık. Bu konuların her biri hakkında mevcutta yazılmış olan kitaplar kadar kitap yazsak bile bizlere bu suçlamaları yapan hâinleri inandıramayacağımızı biliyoruz, zaten böyle de bir iddiamız yoktur. Biz sâdece henüz zihinleri kökü bu topraklarda olmayan, gâyesi ülkücüleri bölerek ve îtibarsızlaştırarak Türk milletini yok etmeye çalışan zararlı fikirler ile zehirlenmemiş olan arkadaşlarımızın bu iddiaları bilmelerini sağlamak ve bu iddiaların aslında birer safsatadan ibâret olduklarını anlatmaktır.
Ülkücü hareket tüm bu suçlamaların dışında Türk milletinin bekâsı amacıyla binlerce şehit vermiş, mahkemelerde îdam ile yargılanmış, mensuplarının bir bölümünü cellatların eline vermek acısını yaşamış, tüm bu olanlara rağmen yeniden bir kurtuluş mücâdelesini kazanmış şerefli, namuslu ve vakar bir harekettir. Bu hareket her ne kadar amaçladıklarının birçoğunu başaramamış olsa bile bugünkü temsilcileri olan bizlere şerefli bir mâzi bırakmakla birlikte daha bu fikre ilk adım attığımız târihlerden îtibaren alnımızın ak olmasını sağlamışlardır. Bugünkü temsilciler olan bizler ne ülkücü hareketin yaptıklarını ne de onlara yöneltilen bu suçlamaları unutmamalıyız. O gün onların yaptıkları ve onlara yapılanlar “Milliyetçi Türkiye’’ hedefine giderken bizlere ışık olacaktır.
Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin!
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.