*Geçmiş sayının devâmı…

Yeni anayasa üç fire ile kabul edildi. Bunlardan ikisi cumhurbaşkanına verilmesi öngörülen meclisi feshetme ve kânunları veto etme yetkisiydi, diğeri ise kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; bu üç madde meclis tarafından kabul görmedi. Bu esnâda tarım işleriyle uğraşan Gâzi Paşa’nın o iki yetkiyi istemesindeki gerekçe, gelecekte partilerin çoğalmasıyla oluşabilecek hükûmetsizlik durumları ve buna bağlı olarak baş gösterecek gericilik faâliyetlerinin önlenmesi içindi. Mustafa Kemal Paşa millî hâkimiyet propagandasını yıllarca öyle sağlam yapmıştı ki işte bu iki madde, sırf esas gâyeye gölge düşürür diye reddedilmişti. Diğer husûsa, yâni kadınların seçme ve seçilme hakkı meselesine daha çok üzülse de kabul ediyordu ki hem koskoca anayasayı hem de evvelden beri gelen telakkîyi bir anda değiştirmek kolay değildi. Ümitli ve kararlıydı; tıpkı çorak denilen ama bakımsız olan arâzide kuracağı çiftlik gibi Türk milletini de mâmur edecekti, ne pahasına olursa olsun. Gâzi Paşa, “Dünyâda her şey için medeniyet için hayat için başarı için en hakîkî mürşit, ilimdir; fendir. İlim ve fen dışında mürşit aramak gaflettir, cehâlettir, sapkınlıktır. Bundan sonra kadınlarımız da her türlü ilim ve fen alanında eğitim görecek; erkeklerle birlikte yürüyeceklerdir. Bize ve bizden sonrakilere düşen görev, bu yolda tereddütsüz ilerlemektir.” diyordu katıldığı bir yurt gezisinde; Türk kadınını hak ettiği yüksekliğe ve yüceliğe çıkarmak için milletin nabzını hem yokluyor hem de müspet yöne çekiyordu. Kafasında birçok mesele vardı ve bunlardan birini Celal (Bayar) Bey’e açıyordu; talep edilen her kredide dış devletlerin imtiyaz istemesinden ve ülkedeki yabancı bankaların ağır şartlarından ötürü millî bir banka kurulup kurulamayacağını danışmıştı. Hint Müslümanlarının yolladığı paradan artan iki yüz elli bin lirayı sermâye olarak kullanmayı düşünüyordu; Celal Bey, bunun mümkün olduğunu ve bu işle ilgileneceğini belirtti.

Ankara’da yeni meclis binâsına geçilmişti. Yeni dönemin açılış konuşmasını dinlemek için Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa da locadaki yerini aldı. Çünkü o, son kânunlara göre vekilliği değil askerliği seçmişti. Tam tersini yapan Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşaların ise bir muhâlefet partisi kurması muhtemeldi. Onlara Rauf Bey ile Dr. Adnan (Adıvar) Bey de katılacaktı. Sonuçta Terakkîperver Cumhûriyet Fırkası kuruldu. Programlarında mâsum görünümlü bir madde vardı; partinin dînî düşünce ve inançlara saygılı olduğunu belirtiyorlardı. Zâten kurulan ve kurulacak olan her partinin bir özelliği olmalıydı bu maddede söylenen, ayrıca belirtmenin gereği var mıydı yoksa taassubu mu hareketlendirmek istiyorlardı kısmı muğlaktı. Bu arada İsmet Paşa’nın dizanteri hastalığı nüksetmiş; tedâvisinin uzun süreceğini öne sürerek başbakanlıktan istîfâ etmişti. Gâzi Paşa’nın aklında yine aynı isim vardı; Fethi Bey bu kez teklif dile gelmeden anladı ve görevi kabul etti.

Yeni bir partinin kurulmasını demokrasiye geçişin ilk adımı olabileceği açısından memnûniyetle karşılayan Mustafa Kemal Paşa, bu durumdan giderek rahatsız olmaya başlamıştı. Zîra ne kadar saltanatçı, hilâfetçi ve köktendinci isim varsa hepsi bu partinin alt kademelerine üşüşmüştü; yönetimin dinsiz olduğu propagandasını yayıyorlardı her yerde. Geçmişte III. Selim’i tahttan indirenlerin de tezleri böyleydi. Bu devrede Doğu’da kışkırtılıp duran konular da gitgide tehlikeli bir boyut kazanıyordu. Bu işler hep böyleydi; isimleri Kabakçı Mustafa yerine Şeyh Sait olarak okusanız da bâzı şeyler temelde hiç değişmiyordu. Oysa cehâletin, din istismârının nelere mâl olduğu, sonuncusu millî harpte olmak üzere birçok kez deneyimlenmişti. Vaktiyle yalnız işgalcilerle değil; İngiliz uçaklarıyla atılan fetvâlarla, hilâfet ordularıyla, Sait Mollalarla, Dâmat Feritlerle, Kör Ali Hocalarla ve bunların telkinlerine inanıp kapılan câhil isyancılarla da boğuşulmuştu. İşte bu potansiyel tehditler, yine yeniden faâliyete geçsin diye hem dâhilî hem de hâricî gayretlerle fırsat kollanıyordu. İsyan patlak vermişti; Doğu’dan devamlı bir karakol baskını haberi veya buna benzer devlet düzenine silâh çeken olayların ihbârı geliyordu. Tam da Musul meselesinin Milletler Cemiyetinde görüşüldüğü dönemdi. Daha açık bir tâbirle, bir suda iki balık kavga ediyorsa oradan beş dakika önce uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir; sözünce bir zamandı. İsmet Paşa yeniden başbakan seçilmiş; Doğu’da sıkıyönetim ve kısmî seferberlik îlân edilmişti. Bakanlar kurulu, isyanı bastırmak için bizzat Türk ordusunu görevlendirdi. Henüz iki yaşını bile doldurmamış Cumhuriyet’i, Takrîr-i Sükûn Kânunu uyarınca Türk askeri müdâfaa edecekti. Bu kânun, hükûmete olağanüstü yetkiler veriyor diye oldukça sert tartışmaların sonunda kabul edilmişti mecliste. Zâten İsmet Paşa’nın ilk istîfâsının arkasındaki asıl neden de buydu; kânun o dönem geçmeyince daha ılımlı olan Fethi Bey, başbakanlığa seçilmişti. Artık esas olan ılımlılık değil, sert tedbirler ve yaptırımlardı. Yapılan planlı askerî harekâtla isyancılar dağıtılıp elebaşları yakalandı. Suçu sâbit görülenler, kurulması daha önce kararlaştırılan bölge İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılandı. Duruşmada mahkeme başkanı Süreyya (Örgeevren) Bey’le Şeyh Sait’in diyalogları ibret vesîkasıydı âdeta.

– Niçin ayaklandınız Sait Efendi?

– Dînî hükümler tatbik edilmez oldu Süreyya Bey!

– Buna nasıl hükmettin, herkes ibâdetinde serbest değil mi?

– Serbest.

– Câmiler açık değil mi?

– Açık.

– Beş vakit ezan okunmuyor mu?

– Okunuyor.

– Namaz kılmak, Kur’ân okumak yasak mı?

– Hayır.

– Öyleyse?

– Ne bileyim; hilâfet kaldırıldı, medreseler kapatıldı, gazetelerde de türlü türlü yazılar çıkıyordu; ahlâk bozulmuş, kadınlar açılmış… Yeni partiden bir milletvekilinin mecliste yaptığı konuşmayı da okuduk; o da öyle söylüyordu, bunlara üzülüyorduk Süreyya Bey!

– Bacanağına göre bir Türk’ü öldürmek, yetmiş gavuru öldürmekten daha üstündür demişsin; bunun dinle ilgisi ne? Yunanlılar Müslümanların ocaklarını söndürürken niye yardıma koşmadın da şimdi silâha sarılıyorsun

– O zaman perîşandık, muhâcirdik.

– Şeyh Şerif’e yazdığın mektupta bak ne diyorsun: “Kimsenin hayat ve malını düşünme! Biz mahvolduktan sonra başkalarının hayâtı ve malı bize ne faydadır… Nefis, başkalarından önce gelir.” Bu ne demek Şeyh Efendi? Bu işin yürümeyeceği besbelliyken boş yere binlerce insanın kanına girilir mi?

–Halktan ümitliydim, yardım etmediler, Ankara’nın bu kadar çabuk asker yollayacağını da tahmin etmemiştim. Pişmanım; devletten merhamet ve af istiyorum Süreyya Bey!

Tüm süreçleriyle oldukça sarsıcı etkileri olan isyan; bütün tekke ve zâviyelerin kapatılması, dîni alet ederek bağımsız bir devlet kurmak maksadıyla Şeyh Sait’in başlattığı silahlı ihtilâl girişimine katılanların îdamı ve Terakkîperver Cumhûriyet Fırkası’nın faâliyetlerine son vermesi kararlarını berâberinde getirdi. Mustafa Kemal Paşa, şapka hususunda halkın nabzını yoklamak için Kastamonu’ya gitmişti. Bu belki hassas bir konuydu ama bugünkü telakkîde olduğu gibi basit ya da gerek var mıydı kabîlinden bir durum değildi. Çünkü her inkılâbın özünde olduğu gibi Türk modernleşmesinin de sâlimen sürecek yolunda, milletin zihniyle eşgüdümlü dönülecek köşeler vardı ve bu başlık meselesi, bu anlamda sâdece bir sembolü ifâde ediyordu. Daha açık bir anlatımla Cumhuriyet’in ilerleyişi altında tüm bu olan bitenlerin ve devâmında gerçekleşeceklerin milletçe tasdikine, en önemlisi de idrâkine bakılacaktı. Gâzi Paşa Kastamonu halkına yaptığı konuşmada, “Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, müritler, dervişler, yobazlar memleketi olamaz. En doğru, en hakîkî tarîkat, medeniyet tarîkatıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk milleti medenîdir. Târihte medenîdir; hakîkatte medenîdir. Türkiye Cumhuriyeti halkı; fikriyle, anlayışıyla, dış görünüşüyle, yaşayış tarzıyla medenî olduğunu ispat etmek ve göstermek zorundadır.” diyordu. Gâzi Paşa, yalnızca milletin erkek kütlesini oluşturanlara, görünüşüyle ne millî ne de genel bir kıyâfet olan elbiseler yerine bir giyim türü veya o giyimin bir unsuru olarak şapkayı tanıtmıyordu. Aynı zamanda Türk kadınlarına da sesleniyordu ve onların yüzlerini ve gözlerini sıkı sıkıya kapatmalarını erkeklerin bencilliğine bağlıyordu. Kadınların da erkekler kadar temiz, nâmuslu, anlayışlı ve düşünceli olduklarını ifâde eden Gâzi Paşa, bırakınız; cihânı kadınlarımız da kendi gözleriyle görsün diyordu. Çünkü onun zihnindeki başka bir şeydi; milleti, kadın-erkek tüm fertleriyle millî ve medenî anlamda ileri götürmek istiyordu. Giyim meselesine bugünden bakıldığında, onun eski Türk kıyâfetini araştırıp ihyâ etmek yerine neden böyle bir yola girdiği de düşünülebilir. Lâkin Gâzi Paşa, bir târihî eseri aslına uygun restore ettirmiyordu; o, kanlı canlı büyük bir milletin önünü açmakla meşguldü ve vakit de pek sınırlıydı.

Meclis’in dönem tâtilinin sona erip yedinci yıl çalışmalarına başlamasıyla, ülke meselelerinin ele alınması ve yön tayini bu kez dış politika ile ilgiliydi. Bu devrede, Mussolini, Akdeniz’den “bizim deniz” diye bahseden bir konuşma yapmıştı. Mustafa Kemal Paşa’ya göre bu gülünç adam, ülkesine ve insanlığa çok acı çektirecekti. Öte yandan Milletler Cemiyeti, soruşturma kurulunun belirlediği sınırı kabul ederek Musul’u Irak’a bırakmıştı. Gâzi Paşa, “Bu haksız kararı kabul etmez, orduyu yürütür, Musul’a gireriz; bu zor bir şey değil. Ama bu sefer Musul’un güneyinde İngilizlere karşı bir savaş cephesi açmış ve Milletler Cemiyetini de karşımıza almış oluruz. Bu arada İngiltere, bizi iki ateş arasında bırakmak için Mussolini’yi körükleyebilir. Ege ve Güney Anadolu’da başımıza yeni bir mesele açması da uzak bir ihtimal değil. Bu konuda da tedbirli bulunmalıyız.” diyordu. İçeride ise Türk Kanunu Medenisi kabul edilmiş; Türk kadınının haysiyeti için en önemli talep etme haklarından biri daha yürürlüğe girmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın kafasındakilere bakınca bu bile yeterli bir merhale değildi. Bütün önemli merkezlerde; çağdaş kütüphâneler, botanik ve hayvanat bahçeleri, konservatuvarlar, müzeler, sergi salonları, sanat atölyeleri, ilmî konferanslar, temsiller, halk için gece dersleri, din adamları için pratik kurslar, halkı aydınlatacak ücretsiz yayınlar, seminerler, çeşitli okullar, fidanlıklar, sağlık merkezleri ve hayır kurumları düşünüyordu. Kimilerine göre tüm bunlar hayaldi. Ama ona göre değildi. Eski saltanat taraftarlarından olan Ziya Hurşit’in 31 Aylık Eğitim ve Kültür Dergisi Haziran 2022 Sayı 95 de içinde bulunduğu bir kadro, Gâzi Paşa’ya uzun zamandır bir sûikast hazırlığı içerisindeydi. Bunun için de Gâzi Paşa’nın yurt gezilerini tâkip ediyorlardı. Daha evvel Ankara’da ve Bursa’da, tasarladıkları hâlde eyleme geçmemişlerdi; şimdi tam da Mussoli’nin diktası uğruna yaptığı açıklamalar sonrasında havası puslanan İzmir’de denemek istiyorlardı. Kadroda bulunanlardan Sarı Efe Edip Bey, İstanbul’a geçmiş ve yine planın başrollerinden Giritli Şevki, bu seyahatten şüphelenerek bir ihbar mektubu kaleme almış ve İzmir Vâlisine iletmişti. Böylelikle sabotaj ayyuka çıktı. Soruşturma ve yargılama için tam yetki alan ekip, Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa’ya kadar tutuklama talep ediyordu. Bu duruma İsmet Paşa îtiraz etse bile heyet, gerekirse onun dahi tutuklanabileceğini konuşuyordu. Nihâyetinde suçu sabit görülenler, suça teşvik, yardım ve yataklık edenler için hükümler verilmiş ve paşalar da berâat etmişti. Bu hâdise üzerine Mustafa Kemal Paşa, Şeyh Sait İsyanından sonra bu olayı, ikinci bir rejime kast etme hamlesi olarak görüyordu; her ne kadar kendi hayâtı üzerine bir plan bile olsa çabanın asıl maksadının bu olduğunu düşünüyordu. Herkesin de her şeyi bütün açıklığıyla bilmesi elzemdi ona göre. Gâzi Paşa, “Biz ihtilâl dönemini çoktan kapattık, inkılâpları dahi kanunla yapıyoruz ama karşımızdakiler hâlâ ihtilâl metotlarıyla çalışıyor. İlk günden bugüne kadar neler olup bitiğini, bugünlere neler pahasına ve nasıl geldiğimizi, belgelere dayanarak açıklamaya, millete hesap vermeye karar verdim.” sözleriyle açıklıyordu aklındakini. İşte bu sözler, Büyük Nutuk’un habercisiydi.

Son seçimlere göre bütün illerde Cumhûriyet Halk Fırkası kazanmıştı fakat çok sayıda bağımsız aday olmasına rağmen bu gâlibiyet, Gâzi Paşa’ya göre tek partinin kazanmasının normal olduğu bir nitelikteydi. Târihten devralınan o kadar çok siyâsî ve toplumsal hastalık vardı ki çok partili hayat gibi demokratik fırsatlarda birden depreşiveriyordu ve önceki tecrübeleri acı hâle getiren de buydu. Yine de Mustafa Kemal Paşa, köklü bir tedbirle bunun önünü açmakta kararlıydı. Siyâsetin ve devlet yönetiminin dinle muhkem hâle geleceğini savunan görüşlerin tezâhürü neticesinde olagelenler var diye Türk demokrasisini bu gelişmeden mahrum bırakmak istemiyordu. Bu sebeple anayasada yapılacak değişiklik çalışmalarında, devletin temel bir ilkesi olarak laiklik düzenlemesi de yer alıyordu. Hakîkî ve samîmî dindarların, dinin yüceliğini ve temizliğini öngören bu kararı memnunlukla karşılayacaklarından da şüphe duyulmuyordu. Kaldı ki bu bir oldubitti değildi; adım adım gelinmişti bu aşamaya. Gâzi Paşa, atılacak bu son adım da dâhil birkaç eksik daha giderildiğinde, artık güvenle çok partili hayata geçilebileceğine kanaat ediyordu. Onun beynini meşgul eden tek mesele bu değildi elbette, alfabe değişikliği için kurulan komisyonda karşı fikirlerin de yer almasını istiyordu; yanlış bir işe imza atmaktan çekiniyordu. Komisyon kısa zamanda iyi bir mesâfe almıştı. Mustafa Kemal Paşa, nihâî denilebilecek çalışmayı incelediğinde, muhâtaplarına “Latin harflerinden yararlanarak bize mahsus, çok kolay bir alfabe hazırlamışsınız; son hâlin serbestçe tartışılabileceği birkaç toplantı daha düzenleyelim.” dedi. O, herkesin fikrini duymak istiyordu; özellikle de halkın fikrini. İlim, Türk dilinin fonetiğine ve Türk insanının gırtlak yapısına uymadığını; hakikat ise yüzyıllardır medenî hiçbir değer üretemeyen Arap kültüründen uzaklaşmak gerektiğini söylüyordu. İşte bu esasla bizzat Gâzi Paşa inmişti sahaya elinde tebeşirle; kara tahta önünde, Türk milletinin huzurunda. Onun öncülük ettiği seferberlik bittiğinde nüfusun 4’te 1’i okuryazardı artık. Beş yıl gerekir denilen dönüşüm üç ayda tamamlanmış ve 1 Kasım 1928’de yeni Türk harfleri TBMM tarafından kabul edilmişti. Zâten geçen beş yıl, yüzyıla sığmayacak cinstendi. Hukuk alanındaki gelişmeler, kadınların içtimâî esaretten kurtuluşu, dinin siyasetten uzaklaştırılarak vatandaşın hem mâbedinde hem de kendi îtikat ve vicdanında baş başa kalmasının sağlanması ve temiz inancının bu dünyânın karışık işlerinden kurtarılması sâdece bu beş yılda meydana gelmişti. Cumhûriyet’in ilk on yılı geride kalmadan evvelki gelinen noktanın kalan meseleleri arasında, Türk istiklâl hareketinde olduğu kadar Türk inkılâp hareketinde de tüm varıyla mesul davranma bilincini ve fedâkârlığını ortaya koyan Türk kadınına en büyük mükâfat olan seçme-seçilme hakkını tanımak vardı. Lâkin bunun için yeniliklerin biraz daha oturması gerekecekti; nitekim fesi kafasından söküp yüreğine geçirenlerin eliyle yalnızca rejim veya yeniliklerin değil devletin ve milletin de çökertilme tehlikesi yer yer peydâ oluveriyordu. Fethi Bey’in Serbest Cumhûriyet Fırkası’nı kurmasıyla yaşanan ve Menemen hâdiseleriyle palazlanan gelişmeler bunun en kaba örnekleriydi. Elbette bunlar da aşılacak; aşılacak ve tekçe içeride değil, dışarının siyâsetinde de müspet hamleler olacaktı. Milletler Cemiyeti’ne giriş, Boğazların üzerinde Lozan’dan kalan kısmî tahakküm, Hatay’ın fiilî duruma aykırı olarak Türk hudutlarının dışında oluşu gibi birçok mevzû bu hamlelerin konusuydu aslında. Zaman akıyor ve asırda bir kere ancak rastlanabilecek yıldızı ufak ufak kaydırıyordu. Değerli okurlar, serimizin üçüncü ve son kısmı olan bu yazının vedâ bahsi yaklaşırken şunun da altını çizmeyi elzem görüyorum; bizim bu yazıda yapmak istediğimiz bir devri ve o devrin adamlarını mütâlaaya kat’iyen kapatmak değildir. Bilakis, târih kitaplarında bir cümle ile okunanların perde arkasını aralamak istedik ki hükmü yine siz veresiniz. Hâlihazırda fikrimiz de zikrimiz de Gâzi Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Türk kültürüne, medeniyet tasavvuruna dayalı millî devlet teşebbüsünün eksiklerini tamamlamak ve bozulan yerlerini onarmak üzerinedir; bunu arzularken tartışmayacak veya tartıştırmayacak olmak gibi bir lüksümüz de zâten yoktur. Vâkıâ; birçok konuşmasında: “Sâhibimiz olan Türk milleti…” kelâmından hissedileceği, icrâ ettiği ya da yarım bırakmak zorunda kaldığı işlerde net şekilde görüleceği gibi Onun kalp yollarından beyin kıvrımlarına kadar ne denli bir Türk olduğunu, Millî Mücâdele’nin ikinci safhasına tanıklık imkânı sunarak göstermeye çalıştık. Bestenigâr makamından ettiğimiz bu sözü büyük Türk’ün şu cümleleriyle bitiriyorum: “Ben, milletin vicdânında ve istikbâlinde ihtisas ettiğim büyük tekâmül istîdadını, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, peyderpey bütün heyet-i içtimâîyemize tatbik ettirmek mecbûriyetinde idim.”

Tanrı Türk’ü korusun.

*Son!

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.