Ağustos 2021’de yazdığım “Milletin Devamlılığını Sağlamada En Önemli Müessese: Âile” yazısının tek bir yazıda anlatılamayacak kadar mühim olduğunu, orada bahsettiğim birçok husûsun bir yazı konusu olduğunu düşünerek bu mühim husûsu tekrar kaleme almak istedim.

Âile mefhûmunun târihine bakacak olursak, onu bir yılla sınırlandırmanın pek mümkün olmadığını görürüz. Çünkü insan, târih boyunca fıtratı gereği yalnız yaşayabilen bir varlık olmamıştır. Toplumlara göre âile anlayışı ve yaşayışları farklılık gösterse dahi, âile kurumu târih boyunca hep var olmuştur. Peki, âile nedir?

Ziya Gökalp’e göre “İçtimâî müesseselerin en eskisi olan milletin dirlik ve birliğinin yegâne sağlayıcısı bir evlilik kurumudur.” Önal Sayın’a göre âile; biyolojik ilişki sonucu insan türünün devamını sağlayan, toplumsallaşma sürecinin ilk ortaya çıktığı, karşılıklı ilişkilerin belli kurallara bağlandığı, o güne dek toplumda oluşturulmuş maddî ve mânevî zenginlikleri kuşaktan kuşağa aktaran; biyolojik, psikolojik, iktisâdî, içtimâî, hukukî vb. yönleri bulunan toplumsal bir birimdir. Mustafa Erkal’a göre ise âile, nüfûsu yenileme, millî kültürü taşıma, çocukları sosyalleştirme, ekonomik, biyolojik ve psikolojik tatmin fonksiyonlarının yerine getirildiği bir müessesedir.

Bu tanımlardan hareketle âilenin, milletlerin oluşumundaki önemi kadar, milletlerin devamlılığını sağlamada da alternatifi olmayan bir müessese olduğu husûsu dikkat çekmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi âile târihin her döneminde var olsa dahi her milletin ona atfettiği değer ve bu bağlamda âilenin yaşayışı farklı olmuştur. Önce Türklerde târih boyunca âile hayâtı nasılmış ona bakalım.

Türklerde âile; anne, baba ve çocuktan oluşan küçük âile olarak şekillenmiştir. Bunun yanında akrabalık bağları da kuvvetlidir ve âile bağları “boy” denilen akraba birliklerini oluşturmaktadır. Âile, cemiyetin en küçük birimi olarak kabul edilir. Buna Orhun Yazıtları’ndan bir örnek verecek olursak; “Yukarıda Türk Tanrısı, Türk(ün) mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş, Türk milleti yok olmasın diye millet olsun diye babam İlteriş Kağanı, annem İlbilge Hâtunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak… Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye babam kağanı, annem hâtunu yükseltmiş olan Tanrı, il veren Tanrı, Türk milletinin adı sanı yok olmasın diye kendimi, o Tanrı, kağan (olarak) oturttu tabiî.” Anne ve babayı berâber ele alan bu ifâdeler, Türk milletinin “âile” temeli üzerine kurulduğunu göstermektedir.1 Türklere göre âile cemiyetin en küçük birimi olmasına rağmen âile düzeni devlet düzeniyle ilişkilendirilmiş “Gök kubbesi devletin, çadır ise âilenin” birer örtüsü kabul edilmiştir. Çünkü sağlam ve güçlü bir toplum ancak o toplumu meydana getiren âilelerin sağlıklı olması ile mümkün olabilirdi. Yâni Türkler için âile devletin en önemli kalesi konumundaydı.

Âile İçerisindeki İlişkiler

Türk âilesinde kadının ve erkeğin rolleri farklı olmuş, bu roller birbirinin tamamlayıcısı olmuştur. Yukarıda verdiğimiz örnekteki isimler bize, Türk âilesindeki annenin ve babanın rollerinin ne olduğunu anlatır niteliktedir. İlteriş; “İli, devleti belirli bir düzene oturtan, derleyip toplayan” İlbilge ise; “İlin bilgesi, âlimi, fikir danışılan kişi” mânâsındadır. Âile içerisinde baba otorite olmasına rağmen, diğer toplumlardaki gibi bu babaya mutlak bir otorite ve sınırsız bir üstünlük vermemiştir. “Dede Korkut âilesinde baba; emreden, esaretten kurtaran veya kurtarılan; iknâ eden veya edebilen, âile kararlarına da değer veren, bunlara uyan bir insandır. Anne yâhut hâtun, kahraman, kahraman olduğu kadar sevecen, fedakâr; oğulları ve kocalarını hem yöneten hem de onların haklı isteklerini yerine getiren bir fert olarak âile içinde yerini alır.”2

Kadın ve erkek ilişkileri; eşlerin birbirine bağlı, birbirine saygı ve sevgi duyduğu ve en önemlisin birbirleriyle uyum içerisinde olduğu bir birliktelik şeklinde gelişmiştir. Âile içerisinde kadın ve erkek ayrı bir cinsiyet olmaktan önce insan olarak kabul edilmiş, hak ve hukukta her zaman eşit sayılmıştır. Lâkin bu eşitlik, kadının ve erkeğin âile içindeki rolleri husûsunda yoktur. Kadın her şeyden önce bir anne, erkek ise her şeyden önce bir babadır ve ikisi de Türk âilesi için çok kutsaldır.

Türklere göre evlat sâhibi olmak da âile olmanın olmazsa olmazındandır. Çünkü çocuk, millî ve mânevî değerleri yarınlara taşıyacak bir köprü gibi görülmüştür. Yarının teminâtı olan çocuk, milletin devamlılığını sağlamada çok mühim olduğundan dolayı çocuğun eğitimi ve terbiyesine büyük önem atfedilmiştir. Çocuklar küçük yaşta at binme, kılıç kuşanma gibi meziyetleri öğrenirken millî ve mânevî değerleri de öğretilerek büyütülürlerdi. Anneler ve babalar, sağlıklı çocuk yetiştirmeyi mensup olduğu millete karşı en büyük sorumluluğu olarak görmüşlerdir.

Türkler âile hayâtının önemini diğer milletlere göre çok daha erken kavramış ve ona göre yaşamış bir millettir. Türk milletine târih boyunca güçlü devletler kurduran, dünyânın dört bir yanına dağılmalarına rağmen millî kültürlerini güçlü kılan âile hayâtının sağlam temellere oturmasıdır. Peki, Türklerde âile hayâtı böyle iken diğer toplumlarda âile hayâtı nasıldı?

Çinlilerde, Romalılarda, Araplarda ve diğer birçok toplumda âilede baba mutlak otorite olmuş, âile içerisinde çocukların velâyeti yalnızca babaya âit olmuştur. “Roma’da baba yeni doğan çocuğunu terk edebilir, atabilir, onu büyüdüğü zaman zincir altına koyabilir, satabilir, hatta öldürebilirdi.” Babanın otoritesi yanında, âile için doğan çocuğun cinsiyeti de mühimdi. “Hind telakkisine göre, bir erkek çocuk âile için saâdet, bir kız çocuk ise âdeta felâket idi.” “Araplar, doğan çocuk erkek olduğu takdirde şenlik yaparlar, iftihar ederlerdi. Kız olduğu zaman utanır, bahtsız yavruyu âile için felâket sayarlardı. Kız evlâdı hakkındaki bu telâkki, Araplar arasında yeni doğan kız çocuklarını diri diri gömmek gibi bir câniliğe yol açmıştı.”

Evlenirken, âile kurarken kadının rızâsı çoğu toplumda mühim bir husus olmamıştır. “Çin’de evlenme kadının satın alınması sûretiyle yapılırdı. Erkek, evleneceği kadına kıymetli hediyeler vermek sûretiyle onu satın alır ve kadın da buna karşılık çeyiz getirirdi.”3 Türklerde kadının at bindiği, kılıç kuşandığı, çocuğunun yetiştirilmesinde, terbiyesinde babayla eşit derecede söz sahibi olduğu, mülk edinebildiği yıllarda diğer toplumlarda kadın bir eşyâ konumundaydı. Türkler çocuğu mukaddes bir emânet olarak görüp gözünden sakınırken, diğer birçok toplumda çocuğun cinsiyeti babasına yaşama hakkıyla alâkalı istediği tasarrufu verebiliyordu. Veyâhut şimdi medeniyetlerin beşiği gözüyle bakılan Batı’da yakın târihe kadar annesi babası ayrılmış, âilesi fakir ya da yetim çocukların devlet tarafından satılıp, köle olarak çalıştırılması meşrû görülüyordu.

Nasıl hakları elinden alınmış bir kadının annelik vasfını gerektiği gibi yerine getirip sağlıklı nesiller yetiştirmesi beklenemez ise bir mal olarak görülen çocuğun da sağlıklı şekilde yetişmesi beklenemez. Diğer toplumlar âileyi cinsiyet mefhumu üzerinden bir düzene oturtamamış, kadın ve erkek birbirinin tamamlayıcısı değil, dâima çatışan ve birbirinin zıttı olarak telakkî edilmiştir.

Sonuç olarak, milletlerin insana yüklediği anlam ve değer, âile hayâtının oluşumuna da etkili olmuş, her millet kendi zihniyetini âile yapısına da yansıtmış ve yaşamıştır.

Devâmı gelecek…

KAYNAKÇA

(1) Eker-Öğüt, Gülin. Yazılı Kaynaklarda Türk Ailesi. Erdem 37.Sayı,131-158.

(2) Kırbaşoğlu-Kılıç, Latife. Dede Korkut Hikâyeleri’nde Aile, Kadın ve Kişilik Eğitimi. Türk Yurdu Dergisi. Kasım 2011. Yıl 100. Sayı 291

(3) Donuk, Abdülkadir. Çeşitli Topluluklarda ve Eski Türkler’de Âile. Tarih Dergisi. Haziran 2011. Sayı. 33. Sayfa: 147-168.

Güner, Umut. Geçmişten Günümüze Türk Âilesi ve Âile Medeniyeti. Diyanet Dergisi. 11 Kasım 2019.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.