Günümüzde genel kabul gören rejim demokratik cumhûriyet rejimidir. Fakat nedense her ülkede düzgün çalışamıyor. En iyi rejim o değil o hâlde. Öyle olsa her yere huzur ve refah getirmeliydi. Ancak bu yazının konusu en mantıklı rejimin ne olduğu değil; cumhûriyet rejiminin gerçekten demokratik olabilmesini sağlayan anahtardan, milliyetçilik ve halkçılıktan bahsedeceğim.

Önceki yazıda milliyetçiliğin insanların maddî ve mânevî anlamda hür olabilmesinin nasıl sağlanacağından bahsetmiştim. Çünkü hür olan insanlar hür karar verebilir. Hürriyet sâdece prangalardan kurtulmak, gönderde kendi bayrağını dalgalandırmak değildir. Hürriyet; insanların ekonomik, siyâsî ve kültürel olarak da hür tercihler verebilmesi ile mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesinde; Osmanlı Türkiye’sinin son dönemlerinde serf durumuna düşen Türk milletini, o serflikten kurtarıp her anlamda hür kılabilmek vardı. Aynı şekilde Başbuğ Alparslan Türkeş’in “Hedefimiz Türkiye’yi aç hürler, tok esirler ülkesi yapmamaktır” sözü de aynı felsefenin devâmıdır.

Yine önceki yazımda insanımıza ve ülkücülere düşen görevlerden bahsetmiştim. Artık hürriyet meselesinin devlet nazarında nasıl anlaşılması ve uygulanması gerektiğinden bahsedebiliriz. Yukarıda da ifâde ettiğim gibi demokrasinin çalışabilmesinin anahtarı milliyetçilik ve onun özel konularından olan halkçılıktır. Biraz bu konuyu açmak îcap ediyor. Türk milliyetçilerinin, üzerinde durduğu en önemli mesele millî egemenlik meselesi idi. Millî egemenlik, hükümetin meşrûiyet kaynağını milletten almasıdır. Türk milliyetçileri de milleti egemen kılabilmek için önce Türk halkına “Türklük gurur ve şuurunu” vermek için çaba sarf etti. İşte halkçılık, bu şuurun verildiği insanları devletin egemen gücü yapabilmek için vatandaşlık bilinci kazandırabilmektir. Peki, bu neden önemli? Biraz geniş bir çerçeve çizerek bu konuyu anlatmaya çalışacağım.

Eğer siz bir ülkeye getirdiğiniz veya getirmeyi düşündüğünüz demokrasinin çalışmasını istiyorsanız öncelikle ülkede yaşayan insanların vatandaş olduklarının bilincinde olması gerekir. Vatandaş olmak demek ülkede yaşayan insanların boy, kabîle, mezhep, din, sınıf bilinçlerini bir kenara bırakıp ben Türk vatandaşıyım demesidir. Çünkü demokrasi bir ülkenin yönetiminde söz sâhibi olanların vatandaşlar olmasını ister. Bu insanlar vatandaşlık dışında başka gruplara daha çok mensûbiyet duyarsa o zamân ülke yönetiminde söz sâhibi olan millet değil en güçlü veya kalabalık olan cemiyet birimi olur. Yâni insanlar; meselâ oy verirken, Türk devletinin kaderini değil kendi mensup olduğu grubun kaderini düşünür, hâkim olan grup da doğal olarak kendi insanını düşünür bütün vatandaşları değil. O sebeple demokrasi vatandaşlık bilincine sâhip toplumlarda çalışabilir. Ancak vatandaşlık sosyolojinin değil hukûkun konusudur. Vatandaşlık bilincinin olabilmesi için insanların; mensûbiyet şuurunu, en güçlü cemiyet birimine duyması şarttır. Bu da millettir. O hâlde insanlara millî bilinç, milliyet şuuru kazandırmak gerekmektedir. (Neden milletin en güçlü cemiyet birimi olduğu konusu başka bir konudur ve önceki yazılarda bundan bahsettiğim için tekrar tartışmanın konuyu bağlamından koparacağını düşünüyorum.) Peki, insanlara millet olma bilinci nasıl kazandırılır?

Bugün ülkemizdeki sorunlardan hangisini konuşursak konuşalım çözüm eğitim olacaktır. Ve evet, millet olmak da eğitimle olur. Millet yaratmaktan bahsetmiyorum, yeni nesillerin milliyet şuuru kazanmasından bahsediyorum. Cumhuriyetin kurulmasıyla berâber en çok uğraşılan mesele yeni nesillerin Türklük gurur ve şuuruyla yetiştirilmesi olmuştur. Dikkat ederseniz dönemin propaganda afişlerinde, Atatürk’ün söylemlerinde, millî bayramların kutlanmasında hep yeni nesillere ve tâbi yetişkinlere de Türklük gurur ve şuurunu aşılamak amacı vardır. “Ne mutlu Türküm diyene!” sözü, aşağıda gördüğünüz propaganda afişinde hep bunlar aşılanmaya çalışılır.

Sâdece Türklük gurur ve şuuru vermek yeterli değil. Bunun yanında somut olarak da insanlar Türk oldukları için temel bâzı haklara ulaşabilmelidir ve diğer vatandaşlarla eşit şekilde yaşayabilmelidir. Sırf Türk vatandaşı olduğu için seçme ve seçilme, eğitim, sağlık, sosyal hayâta katılmak gibi temel bâzı haklara kavuşması; milliyetçiliğin, halkçılık ilkesinin bir ürünüdür. Ve yalnız haklarda değil ödevlerde de eşit olunması ve bu ödevlerin her Türk vatandaşının sorumluluğu olması yine aynı konuyu kapsar. Vergi vermek, askere gitmek, belli seviyede eğitim almak, sosyal hayâta katılmak…

Eğitim hakkının aynı zamanda bir yükümlülük olması aslında önemli bir mesele. Çünkü asıl vatandaşlık bilinci ki daha da ötesinde Türklük gurur ve şuuru eğitimle kazanılır. Bunun yanında eğitimi tercih meselesi hâline getirmek, yâni isteyen okur isteyen okumaz demek milliyet şuûruna sâhip olamayan, Türk devletine güveni olmayan; tek güvendiği sülâlesi veya memleketinden insanlar olan nesiller yetişir. Tâbi burada bir parantez daha açmak lâzım. O da eğitim dili meselesi: Türkiye Cumhuriyeti millî devlet olduğu için anayasasında devletin dilinin Türkçe olduğunu belirtir. Bu, bu ülkede yaşayan insanların dilinin Türkçe olduğu kabul edildiği ve yeni nesillere öğretilecek, eğitim sırasında kullanılacak, diğer devlet kurumlarında da iletişimin dilinin Türkçe olduğu kabul edildiğinin açık beyânıdır. Bu sebeple farklı dillerde eğitim alacak çocuklar; ileride kendilerini bu millete âit hissetmeyecek, edebiyatta ve bilimde farklı bir dil (veya dil sandığı şeyi) kullanacak ki o da ne kadar kullanılabilirse. İşte bir millet bu şekilde bölünür!

Tekrar konumuza dönecek olursak yukarıda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinden birinin uygulanışından ve halkçılıktan bahsettik. Peki, bu iş bu yapılanlarla sınırlı mı? İşte bizleri ilgilendiren asıl mesele bu. Çünkü yukarıda anlatılanlar zâten 100 yıl önce yapılmış şeyler. Bize düşen; bu hürriyetleri korumak fakat insanların hür kalabilmesini, devletin gözünde eşit ve daha önemlisi adîl yaşayabilmelerini sağlamaktır. Bugün geldiğimiz noktada her insanımız kendi yurdunda mazlum durumunda olmaktan bir türlü kurtulamıyor. Her Türk vatandaşı üstüne düşen vergiyi fazlasıyla veriyor ancak yüksek sermâye sâhiplerinin vergileri siliniyor. Yollar, köprüler, tüneller yapılıyor ancak vatandaşlarımız bunlardan eşit şekilde faydalanamıyor. Sâhillerimizin, ormanlarımızın kullanımında vatandaşlarımız eşit haklara sâhip değil. Sermâyesi olmayan Türk milleti serbest piyasa ekonomisine sokularak âdeta sırtlanların önüne atılıyor. Bu küçük bir bıçakla on kaplanın önüne atılan Roma gladyatörlerine benzemiyor mu?

Bu adâletsizliklerin ve eşitsizliklerin giderilmesinin yolu Türk milliyetçiliğinin halkçılık ilkesinden geçiyor. Burada bilerek her seferinde Türk milliyetçiliğinin halkçılık ilkesinden bahsediyorum çünkü Batıda halkçılık kavramı (popülizm) genelde daha farklı kullanılmaktadır. Çoğulculuk veya çoğunlukçuluk, popülizmin bizdeki karşılığıdır. O da adından anlaşılacağı üzere çoğunluğun isteklerini yapmak. Bu anlayış genelde ülkedeki sermâye gruplarının isteğini yapan bâriz bir ideolojisi olduğu fark edilmeyen sıvı siyâsetçilerde vardır. Sermâye grupları medyayı kontrol ederek halkı bir fikre sokmaya çalışır. Bunu başardığında; halk, sermâye gruplarının istediği kanıya girer. Daha çok oy almak isteyen bu sıvı siyâsetçiler de halkın istediğini ya da çoğunlukla sermâye gruplarının isteğini yapar. Bizim halkçılığımızın önünde ise milliyetçilik vardır. Halk, milletin o gün yaşayan kısmına verilen isimdir. Türk milliyetçiliği; milletin menfaatleri, halkın arzularıyla ve genelde refâhıyla çeliştiğinde milletin menfaatini seçer.

Bizim önceliğimiz halka adîl bir sitem var edebilmek. Bu hayâta dezavantajlı başlayan insanları diğer insanlara yaklaştırmak. Dezavantajlı derken sâdece hastalıkları ve fizikî engelleri değil; maddî ve mânevî engelleri de işe dâhil ediyorum. Meselâ zorunlu eğitime ulaşamayan herkese eğitimi götürmek, yükseköğrenime katılacak gücü olmayanlara destek olmak gibi eksiklikleri gidermek sayılabilir. Bunun yanında devletin gözünde her vatandaş eşit haklara ve sorumluluklara sâhip hâle getirilmelidir. İhâlelere herkes katılabilmeli ve sonuçları herkes tarafından şeffaf bir şekilde bilinmeli, yükümlülüğü olan herkes askere gidebilmeli, sınavlara katılabilmeli, vs. liste uzatılabilir fakat konunun anlaşıldığını düşünerek kısa kesiyorum.

Aslında millî devletin sağlaması gereken bütün şartlar sağlanabildiğinde insanımız yeni ihtiyaçlara yeni çözümler üretebilecek, liyakat sâhibi olarak hak ettiği yerlere gelebilecektir. Konunun kültür boyutunu da göz ardı etmemek lâzım. Çünkü kültürel anlamda da yeni şeyler üretebilecek ortamı ve imkânı hem devletten hem de kendi oluşturduğu düzenden bulacaktır. Yeni şeyler üreterek daha ileride Türk medeniyetinin yapıtaşları da birer birer oluşturulacaktır. Müziği, mîmârîsi, resmi, yemeği, dansları ile… Sizlere kültür konusu ile halkçılık çok ilgisiz gelmiş olabilir ancak halka âdil bir düzen sunabilmenin yolu onu kültürel anlamda da yabancı kültürlerin önüne geçirecek adımlar atılmalıdır. Çünkü milletimizin bugünkü fertleri olan halkımız yarınlarına kültürel mîraslarını bırakacak bunları da kendisine sunulan imkânlar ile yapabilecektir.

İşte âdil bir konuma getirilen Türk milleti bu şekilde demokrasiyi doğru bir şekilde uygulayabilecektir. Sâdece seçim zamanları oy vererek yönetime katılmayacak; bir aktör olarak ekonomiye katılacak, ilim adamı olarak akademiye girecek, kültür yaratıcısı olarak yarınlara ulaşabilecektir. Kimsenin baskısı olmadan sivil toplum kuruluşlarını kurabilecek veya katılabilecek bu sâyede seçim zamanları dışında da kamuoyu oluşturabilecektir. Bunlar hep vatandaşlık bilincine sâhip ve milliyet şuurunu kazanmış, haklarını ve sorumluklarını bilen insanların yapabileceği şeylerdir. Yoksa dernekleşme büyük şehirlere gelen insanların memleketlerinden insanlarla, sülâlesini yaşatmak için para bulmak isteyenlerin yaptığı bir faâliyet olarak kalır. Kendilerine doğrudan dokunmayan sorunlara karşı sessiz kalır. Sonuçta aynı ülkenin vatandaşı olan insanların birbirleriyle ortak ülkü ve menfaatleri olmazsa Ağrı’da kurutulan bir dereye İzmirli bir kişinin ses çıkarması saçma bir davranış olacaktır. Veya insanımız doğrudan kendisine dokunduğunu hissetmediği yolsuzluklara ses çıkarmayacaktır. Bunlar milletimizin bölünmesinin ve parçalanmasının birer sonucudur. Çevremizde görüp şaşırdığımız bu durumlar işte Türk milliyetçiliğinin temel problemlerindendir.

Halkçılığın bir diğer ayağı; aydınlar ve halk ilişkisidir. Burada biraz daha devlet-halk ilişkisini ele aldık. Ancak Türk milletinin başka bir problemi halkını düşük gören ve ondan kopmuş, onu tanımayan aydınlara sâhip olmasıdır. Bu ayrı bir konu olduğu için bu yazının dışında kalacaktır.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.