Ekonominin, grup hâlinde yaşayan insanların (âilelerin, birliklerin, köy, şehir, millet ve blokların) tabiatla ilişkilerinden dolayı birbirleri ile ilişki kurmalarından doğduğunu ve bu ilişkilerin sosyal ve kültürel değerlerin kontrolü altında bulunduklarını açıklamıştık. Müşâhedeler göstermektedir ki çeşitli zaman ve mekânlarda farklı tezâhürler içinde bulunmasına rağmen ekonomik faâliyetler, dâima kendini çerçeveleyen ve kontrol eden sosyal ve kültürel değerlerle berâber bulunmaktadırlar.

Bu noktada karşımıza çetin bir problem çıkmaktadır. Ekonomik faâliyetler mi kendini kontrol eden değerleri biçimlendirmektedir? Yoksa bunun aksine sosyal ve kültürel değerler mi ekonomik faâliyetleri biçimlendirmektedir? İnsanlık âlemi, bu çetin soruya cevap ararken birbirine zıt iki ayrı ‘târih yorumu’ yâhut ‘felsefesi’ ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Her ikisi de Almanya’da geliştirilen bu târih felsefesinden biri, doğuş sırasına göre Hegel’in ortaya koyduğu ‘târihî idealizmi’ diğeri de K. Marks’ın savunduğu ‘târihî materyalizmi’ esas alan diyalektiklerdir. Gerçekte Hegel, diyalektiğini önce kurmuş, sonradan gelen Marks, bu diyalektiği ters çevirerek materyalistleştirmiştir.

W. Friedrich Hegel (1770-1831), idealisttir ve milliyetçi bir mütefekkirdir. Ona göre: ‘Târihin mantığında, kavimlerde tecessüm ederek göze görünmeden insan mukadderatının kumaşını dokuyan, gene fikirler (idealler)dir. Fikirler, filozofun zeki bakışı altında cereyan etsinler, cisimler şeklinde birbirlerini tâkip etsinler veya târihî milletlerde tecessüm etsinler, bunlar dâima aynıdırlar ve onların tevâli sırası değişmez. Akıl, hareket hâlinde bir mantık olan târihin, bizzat özüdür. Sathî görüşlü târihçiye göre doğan, gelişen ve mahvolan imparatorluklardır, savaşan kavimlerdir, birbirini yok eden ordulardır; fakat bu milletlerin ve orduların arkasında, onların temsil ettikleri prensipler vardır; siperlerin ve bataryaların arkasında, birbirleriyle savaşan fikirler vardır.’ (Bkz. Alfred Weber, Felsefe Târihi-(H.V. Eralp)-1949-s. 315-316).

Karl Marks (1818-1883) ise bu konudaki düşüncelerini şöylece hülâsa eder: ‘Uzun uzadıya uğraştıktan sonra eriştiğim ve bütün incelemelerime öncülük eden genel kanaatlerimi şu şekilde özetlemek mümkündür. İnsanlar, sosyal üretim işinde, zorunlu ve irâdelerinden bağımsız olan, birtakım münâsebetlere girişirler; bu üretim münâsebetleri, üretimin maddî güçlerinin gelişmesinde belirli bir safhayı karşılar. Bu üretim münâsebetlerinin toplamı da toplumun ekonomik yapısını teşkil eder. İşte sosyal şuurun belirli şekillerini karşılayan kanunî ve politik üstyapılar (din, ahlâk, hukuk, estetik, felsefî ve politik değer ve müesseseler), hep bu gerçek temel üzerine kurulmuştur. Maddî hayattaki üretim tarzı, politik ve manevî sosyal oluşumların genel karakterlerini belirtir. İnsanların şuuru geçim tarzını belirtmez, tersine geçim tarzı olanların şuurunu belirtir. (Bkz. Prof. N.S. Kösemihal-Sosyoloji Târihi -ilk baskı- s. 225).

Görüldüğü üzere, Hegel’e göre, târihteki bütün kıpırdanışları, beş duyumuza yansıyan ve cemiyet hayatında cereyan eden bütün maddî ve manevî tezahürleri doğuran ve hareket ettiren temel değer, ‘fikirler’ (idealler)dir. Cemiyet hayatında müşâhede ettiğimiz maddî kıpırdanışları ‘fikirler’ biçimlendirir. K. Marks, tamamen bu görüşün aksini savunmaktadır. Ona göre, fikirleri ve şuuru şekillendiren temel değer, maddî üretim ilişkileridir. Yâni iş gelip felsefe târihindeki bilgiyi tâyin eden insanın şuur ve zekâsı mıdır yoksa dışımızdaki objeler midir? Tarzında ortaya konan meşhur probleme dayanmış bulunmaktadır.

KAYNAKÇA

Arvasi, S, Ahmet. Türk İslâm Ülküsü 2. syf 23-24.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.