Târih içinde yaşanan içtimai olaylar bir nehir gibi akarlar. Bu nehir akarken de kimisi kenarında oturur izler, kimi bu akıntıya kapılır gider kimi de kocaman bir kaya gibi bu akıntıya rağmen kendi yerinden bir milim bile kıpırdamaz. Akıntının içinde olup bitenlerin farkındadır ve hem o zamandakilere hem de gelecektekilere olanları göstermenin derdindedir. Yâni derdi akıntıda kendi varlığını korumak değil akıntının mahiyetini haykırmaktır. İşte Necdet Sevinç böyle bir kayaydı. Kendi zamanında yolsuzluk, masonluk, komünizm gibi birçok akıntıya rağmen o Türk milletinin menfaatlerini ve Türk milliyetçiliğini savunurken kendi varlığını düşünmedi ki bir eserinin adı olan “Yazarını Kurşunlatan Yazılar”a imza attı. Karşı tarafta kimin olduğunun bir önemi yoktu onun için Türk ve Türk düşmanları vardı. Karşı tarafın o kadar çok damarına basan yazılar yazdı ki en sonunda kalemle, fikirle baş edemedikleri Necdet Sevinç’i silahla susturmaya çalıştılar fakat o sedyede bile fikirlerini söylemekten yılmadı.
7 Eylül 1972’de yazdığı “Masonlar ve Komünizm” isimli yazısında belgeleriyle ortaya koyduğu gerçekler ile bunun öncesinde yazdığı masonluk ile ilgili dizisi bâzılarının canına tak ettirmiş olacak ki Bizim Anadolu’daki ofisinde çalışırken bir suikastçının attığı beş atıştan ikisinin isâbeti sonucu hastaneye kaldırırken “Açık Tehdit” isimli yazısını sedyede dikte etmiştir. 15 Kasım târihine kadar yazılarına ara vermiş sonrasında kaldığı yerden devam etmiştir. Aslında Necdet Sevinç, Başbuğ Alparslan Türkeş’in “Bir fikre, bir ideolojiye, kendisinden daha üstün bir fikirle karşı çıkılır. Karşı fikir kaba kuvvetle ezilemez.” Sözünün canlı örneğidir. Türk milliyetçiliğine karşı olan hiçbir fikir hareketi, Türk milliyetçiliğinden daha üstün, daha sağlam ve daha sistemli olmadığı için Türk milliyetçiliğine üstün gelememiştir. Kaba kuvvetle de bu yüzden ezilememiştir. Târih bunu bizi nice savaşlarda, nice darbelerde, nice işkencelerde defalarca göstermiştir ve hâlen de göstermektedir.
Bâzı insanlar fıtrat gereği kaç yaşında olursa olsunlar heyecanından, sivri dilinden ve dik duruşundan taviz vermezler. Necdet Sevinç de daha lise son sınıfta öğrenciyken “Allah yoktur” diyen felsefe öğretmenine karşı susmamış, bir gazetede karşılık verdiği için okuldan uzaklaştırılmıştı. Düşünün ki o yıllarda Gaziantep’te bir öğrenci öğretmeninin lafının üzerine laf söyleyebiliyor ve bunu yayınlayabiliyor. Bu ancak cesur bir fikir adamlığının ilk izleridir. Daha sonrasında İstanbul’a gelerek Haber ve Durum gazetelerinde çalışıp 1969 yılından itibâren Bizim Anadolu, Hergün, Ortadoğu, Günaydın, Kurultay ve Yeniçağ gazetelerinde yazılarını yayınlamaya devam etti. Bizim Anadolu’da yazdığı yazılardan dolayı kurşunlanmakla kalmayıp hakkında 264 yıl hapis, 130 yıl sürgün cezası istendi. Hayâtının beş yılını da taş medresede geçirdi. Kendi deyimiyle Necdet Sevinç elbet bir gün ölecekti ama düşmanlarının istediği zamanda değil Allah’ın istediği zamanda. Yaradan’ın istediği vakit 22 Temmuz 2011’di ve Necdet Sevinç bize birçok yazı, ilke, hedef ve yöntem bırakarak bu dünyâdan göçtü.
Türk gazetecilik târihinde ve ülkücü hareketin geçmişinde eşine rastlanmamış bir heyecan ve sistemle üreten Necdet Sevinç sadece güncel meseleleri ele almamış, Türk milletinin alamet-i fırkalarına da eğilmiştir. “Türklerde Kadın ve Âile” adlı çalışmasında her ülkücünün bildiği ve bilmesi gerektiği gibi Türk toplumunda kadının diğer milletlerdeki gibi ikinci sınıf bir varlık olmadığını ortaya koymuştur. Ona göre “Türk mukayyelesinde kadın, mukaddes Türk çocuklarının annesi olacak gibi fevkalade üstün meziyetinden ve Türk ırkının yegâne güç kaynağı oluşundan ileri gelen imtiyazından dolayı zaman insan değil, karanlıkları aydınlatan bir ışık manzumesi erişilmesi, dokunulması, koklanması, kısaca beş duyu ile kavranması mümkün olmayan ilâhî bir nur huzmesi, iyiliği, yiğitliği, fedakârlığı ve vatanseverliği telkin eden bir melektir.” Türk milletinin toplum yapısını, fikir dünyasını bilmeden, Türk gibi düşünmeden ve yaşamadan ülkücü olunmayacağının farkında olduğu için Türklerde kadın ve aile olgusu gibi birçok muhtevanın ülkücüler tarafından iyi anlaşılması için yazmayı kendine görev bilmişti.
Necdet Sevinç’in mesleği gazetecilikti fakat o sadece bir gazeteci değildi. O ülkücülüğü anlamış, yazıları âdeta birer sanık hâline gelmiş bir gazeteciydi. Ülkücülüğün kaynaklarından beslenerek döneminde yaşanan siyâsî, ekonomik, sosyal olaylara ülkücü bakış açısıyla ışık tutmuştu. Millî devletin kurulmadan hiçbir meselenin çözülemeyeceğini defâlarca yazılarında söylemişti. Döneminde Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’e ve görev başında olan, millî şuurdan nasibini almamış ne kadar bakan varsa hepsine isim vere vere gerekeni söyleyerek ülkücülüğünün gereğini yapmış, dilsiz şeytan olmamıştı. Sâdece dönemindeki ihanetlerle kalmamış “İstiklâl Harbinde Etnik İhanet” isimli kitabında târihte karanlıkta kalmış nice meseleyi de ülkücü ve gözünü budaktan sakınmayan tavrı ile aydınlatmıştı. “Osmanlıdan Günümüze Misyoner Faaliyetleri, Ajan Okulları, Ordular-Masonlar-Komünistler” isimli kitaplarıyla da Türk düşmanlarının birbiri ile olan ilişkilerini, birbirlerini nasıl desteklediklerini ve birbirleri ile olan benzerliklerinin târihte ve günümüzde değişmediğini yılmadan aktarmıştı. Tabi ki anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az dedikleri hesap millî şuur yoksunu aydınlar, devlet adamları, yöneticiler Necdet Sevinç’i ve dolayısıyla ülkücüleri anlamamaya devam etmişlerdir.
Bir dönemi anlamak için illa o dönemde yaşamak gerekmez. O dönemde yaşadığı hâlde günümüzde olduğu gibi sadece televizyon izleyerek fikir sahibi olmaya çalışan, olayları sadece bir taraftan takip eden büyüklerimiz bizlere yakın dönemde yaşanan siyâsî olayları ancak kendi donanımları kadar aktarabilirler. Oysa Türk milliyetçileri olarak savunduğumuz ve hizmetçisi olduğumuz Türk milliyetçiliği fikrinin o dönemlerdeki savunucularını okumak, bizlere bilgi ve dolayısıyla güçlü bir özgüven verir. Bu özgüvenle o dönemi kendi gözleriyle gördüğünü düşünen büyüklerimize karşı söyleyecek iki çift sözümüz olur. Necdet Sevinç’in yazılarını okumamış bir kişi ister o zamanlarda yaşasın ister şimdi yaşıyor olsun 12 Mart öncesini ve sonrasını idrak edemez. Hem o dönemdeki olayların Türk milliyetçileri tarafından nasıl değerlendirildiğini görmek hem de bir Türk milliyetçisi dâvâsına nasıl sahip çıkar bunu öğrenmek için Necdet Sevinç’i tanımak zorundayız. Fizikî olarak tanıma şansını kaybettiğimize göre fikrî ve rûhî manada tanımanın tek yolu da yazılarını okumaktır. Güncel siyâsete kelimeleri ile darbeleri indirdikten sonra Türk milliyetçileri için verdiği öğütler her dönemin ülkücüleri için geçerliliği olan şeylerdir. Mesela “Bugünkü mücâdele, yarınki milletler boğuşmasına yüzde yüz tesir edecek bir sinir ve propaganda savaşı olduğu için, Türk milliyetçiliğine düşman akımların, Milliyetçi Türkiye’yi kurmaya and içen gençlik tarafından teker teker bilinmesi ve en yakın hedefe dikilerek üzerine ölüm kusturulması gerekir.”1 Burada günümüzde çoğu fikir akımının ve çoğu Türk milliyetçiliğini savunan kurumların eksik bıraktığı bir noktaya yıllar öncesinden parmak basmıştır. Düşman akımların teker teker bilinmesini istemiş. Bizler bu zamanın ülkücüleri olarak önce kendi fikrimizi her yönüyle bildikten sonra düşman fikir akımlarını da bilmek zorundayız. Bilmezsek üstün fikir olarak kalamayız. Bilirsek ve îman ettiğimiz şekilde yaşarsak üstünlüğümüzü korur ve hiçbir zaman ezilmeyiz. Necdet Sevinç, komünizmin organize ve kuvvetli olmadığını, masonların ciddiye alınacak tarafı olmadığı ve her türlü akımı alaya aldığını ifâde eder ve der ki inandığım şey beş bin yıldır her dakika, her yerde devâm eden mücâdelenin Türklerle ve Türk olmayanlar arasında olduğudur. Ecdadımızdan bize yadigâr kalan mücâdele, hâli hazırda olan ve yarın olacak olan mücâdele de budur. Adı ister Haçlı olsun ister komünizm olsun ister ümmetçilik olsun mücâdele Türk olan ile olamayan arasında sürüp gidecek. Bunun gibi söylemlerle bizlere ışık olmayı da ihmal etmemiş çelikten bir dâvâ adamını rahmetle anmak onu iyi anlamak zaruri yettir.
Bizden öncekiler silaha ve kaba kuvvete karşı güçlü dururken aynı zamanda ilim ve kalemle de Türk milliyetçiliğini savunmuşlardır. Bunu Başbuğumuz başta olmak üzere birçok yazar ve şairimizin yazılarından anlamaktayız. Bizler ise şu an bir şiddetle, işkenceyle ya da can tehdidi ile karşı karşıya değiliz fakat aramızdan Necdet Sevinç gibi kurt başlı bir altın kalem çıkaramıyoruz. Şu an tek silahımız ilim ve kalemken neden güncel olayları petrolden ekonomiye doğum kontrolünden sanayiye kadar yazan korkusuz yazarlarımız, gazetecilerimiz yok. Şimdiki hâlimiz çok mu güzel her şey dört dörtlük mü de kalemimiz sivrilip birilerine batmıyor? Yoksa kalemin sivrilmesi için bıçak kemiğe mi dayanmalı ya da kalemi sivriltirsem ucu bana da dokunur mu diye bir endişe içinde miyiz, tembel miyiz? Her ne sebeple olursa olsun geçmişteki ve gelecekteki ülkücülere karşı yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımızın farkında olmamız gerekiyor. Bu şuuru kazanabilmek için de geçmişimizdeki ülkücü şahsiyetleri mercek altına almalıyız. Şu fâni dünyâdan gelip geçtiğimize, inandığımız dâvânın hak olduğuna dair izler bırakmanın en iyi yollarından biri de kubbeye bir hoş veyahut nâhoş bir sedâ bırakmaktır. Tabii bu nâhoş sedâ Türk ve Türklük düşmanlarının bize bakışı olacaktır. Onlara nâhoş bir sedâ bizim için bir gurur sebebidir. Bu gururla arkasından “Ocağı Türk, Çeliği Türk, Suyu Türk”2 dedirten bir ülkücü şahsiyet olabiliriz. “Ocağı Türk, Çeliği Türk, Suyu Türk” Necdet Sevinç’i tanıyarak, tanıtarak ve onun gibi yaşayarak musalla taşında arkamızdan “Evet bu ülkücüydü.” dedirtebiliriz.
KAYNAKÇA
(1) Sevinç, Necdet. Yazarını Kurşunlatan Yazılar. Dede Korkut ve Kevser Yayınları. 1973, syf 86.
(2) Şiir: Elmas, Dursun. Ocağı Türk, Çeliği Türk, Suyu Türk. İstanbul. 03.01.2005.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.