“Benim hikmetlerimi âşıklara söyleyin
Gönlü nurla parlayan sâdıklara söyleyin
Benim bu hikmetlerim Rahman’ın ölçüsüdür.
Muhabbet erlerinin huzur ve sevgisidir.”
Bir çağı açıp bir çağı kapatan, yetiştirdiği Alperenler sâyesinde Türk-İslâm ülküsünü yayan, derin bir mutasavvıf gücüyle hemen her noktaya değinen, bu sebeple temel bir taş olan, kendi çağından gelecek çağlara hikmetleriyle seslenen, Hoca Ahmet Yesevi; her şeyden evvel ayak bastığı her toprakta hikmetleriyle arkasından gelecek olan nesillere birer işaret bırakmıştır. Bunu, canlı bir örnekle verecek olursak meselenin derin sıfatını zihnimizde hemhâl etmiş oluruz. Şöyle ki Mevlana, menkıbesinde: “Ben bu manevi yolculuğumda hangi menzile, konağa, mânevî durağa ulaştım ise orada önümde bir Türkmen kocasının ayak izlerini gördüm. O yolculuğu o zâtın benden evvel yapmış olduğunu ve benim gibilerin arkasından onu tâkip edebilmemiz için işaretler bıraktığını gördüm.” der. Anadolu’nun mayasını oluşturan birçok mutasavvıfın ayak izlerinde Hoca Ahmet Yesevi’nin çizdiği düstur vardır. Bugün Anadolu’da ve Balkanlar’da İslâmiyet varsa bunun temelinde Hoca Ahmet Yesevi ve Uluğ Türkistan’da yetiştirdiği öğrencilerinin payı çok büyüktür. Burada Türk-İslâm medeniyetinin temelini attığı için kendisinden Pîr-i Türkistan diye söz edilmiştir. Türklerin, İslâmlaşma noktasından Hoca Ahmet Yesevi’ye kadar olan dönemden yaklaşık 200-250 yıl geçmiştir. Bu aralıkta ise İmam-ı Maturidi ile Orta Asya’da İslâmiyet’in temel bilimleri kaynaşıp kökleşmiştir. Ancak eksik olan bir durum olarak bu ilmin anlayışı noktasında insanlara aktarımda birtakım sorunlar yaşanmaktadır. Hâl böyle olunca Türk Müslümanlaşması tam olarak tamamlanmamış olmaktadır. Bunu tamamlamakta Hoca Ahmet Yesevi büyük bir köprü vazifesi görmüştür. Orta Asya’daki Türk Müslümanlaşmasının sonu, Anadolu ve daha ilerideki Müslümanlaşmanın da başlangıcını oluşturması sebebiyle Hoca Ahmet Yesevi, İslâmiyet’i Türk’ün bünyesinde taçlandırırken ecdâdın dilini yani Türkçeyi tercih etmiştir. Bu yönüyle târihî şartların karmaşasının da tetiklendiği sıkıntılı bir dönemde İslâm’ın ve îmanın tamamlayıcısı olan aynı zamanda peygamber efendimizin de belirttiği üzere “Ben, ancak güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” düsturundan hareketle Hoca Ahmet Yesevi, güzel ahlâkı Türklere nakış nakış işlemiştir. Anlayıp anlamlandırma ve bunun da hayâta geçirilme noktasında kendisi ve yetiştirdiği alperenler topluma örnek birer timsal olmuşlardır.
İslâmiyet’i özellikle anlayıp anlamlandıramayan kişinin tasavvurunda birtakım sıkıntılar olacağını, taklidî bir din yaşantısının ve bunun beraberinde Arap asimilasyonuna uğramak tehditliyle karşı karşıya kalan Hoca Ahmet Yesevi, çözümü mensubu olduğu milletin kökünde aramış ve işe dille yâni Türkçeyle başlamıştır. İslâmiyet’in yalnızca Arapçayla anlaşılabileceğini iddia eden, Arap olmayanların İslâmiyet’in yeteri kadar anlaşılamayacağını tâbiri câizse “Arap dışındaki Müslümanlar dâima gerçek Müslüman olan Araplara uymalı” putunu çağında kırmıştır. Peygamberimizin ahlâkıyla ahlâklanmayanlar, Hoca Ahmet Yesevi’yi bu noktalarda çok tehdit etmişler ve ne yazık ki oğlunu katledip şehit etmişlerdir. İslâmiyet’i anlatırken âyetleri Türkçe hitap ettiği vakit devamlı suretle eleştiri almıştır. İlim adamları gelip Hoca Ahmet Yesevi ‘ye: “Nasıl Türkçe hikmet söylersin? İslâmiyet’i nasıl Türkçe anlatırsın!” diye çıkıştıklarında onlara yine hikmetle cevap vermiş ve şöyle demiştir:
“Seviyor bilginler sizin Türkçe dilini
Bilgelerden işitsen, açar gönül ilini
Âyet, hadis anlamı Türkçe olsa anlarlar.
Anlamına erenler, başını eğip uyarlar
Mislin Kul Hoca Ahmet, Yedi Atana Rahmet
Fars dilini bilir de sevip söyler Türkçeyi.”
Hoca Ahmet Yesevi, ilk eğitimlerini babası İbrahim Ata ve dedesi Musa Şeyh’ten almıştır. Babası vefat etmeden önce ablası Gevher Şehnaz’ı çağırarak der ki: “Kızım Gevher, kardeşin Ahmet, gelecekte ulu kişilerden olacak. Onu, önce Allah’a sonra sana emânet ediyorum.” der. Babası vefat edince Oğuzlara başkentlik yapmış, ipek yolu üzerinde bulunan “Yesi” kasabasına ablası eğitim alması için götürmüştür. Hurmasını Aslan Baba’dan alan Hoca Ahmet Yesevi, artık ilmî çalışmalara başlamıştır. Hurma menkıbesi ise şöyledir: Peygamber efendimiz bir gün sahabeleriyle bir yoldan dönerken onların acıktığını anlar. Cebrail ise hurma getirir. Bir tanesi yere düşer. Alacakları esnada Cebrail o yere düşen hurmanın gelecekteki Ahmet isminde olan bir gönül erine ait olduğunu söyler. Emâneti vermesi istenilen Peygamber sahabelerin arasına baktığında Türkistan’dan gelen Aslan Babayı görür ve emâneti ona teslim eder. Bu menkıbe gereği Peygamber’in yaşadığı dönemle Ahmet Yesevi arasında epey yıllar vardır. Menkıbeler, salt gerçeklikle ele alınmadığına göre, burada mesele, semboller üzerinden bir anlayışın temsili ve insanlar arasında meselelerin somuta indirgenerek zihinde diri hile gelmesinin sağlanmasıdır. Maksadı bu olmakla birlikte buradaki hurma, hâlihazırda “ilmin” sembolüdür. Burada anlatılmak istenen ilim bağıdır. İlmi, irfanla yoğurarak bir yüksek ahlâkı telakki eden Hoca Ahmet Yesevi, her şeyden evvel insan eğitiminin çok önemli olduğunun bilincindedir. Aslan Baba’yla ayrılışının ardından (menkıbeye göre) uzun bir arayış içine girmiştir. Bu arayış ise kimden nasıl bir eğitim alacağı üzerinedir. Çünkü bilir ki yeterli donanım elde edilmezse toplumun sorunları çözülemeyecektir. Bu arayış içerisindeyken Buhara’da Yusuf Hemedani adında büyük bir ilim adamı olduğunu duyar. Yusuf Hemedani, aynı zamanda Selçuklu Sultanı Sultan Sencer’in akıl hocasıdır. Bunun yanında İman-ı Gazali’nin de medreseden arkadaşıdır. Yusuf Hemedani, Ahmet Yesevi ile çok yakından ilgilenmiş ve hemen hemen gittiği her yere onu da götürmüştür. Böylelikle Hoca Ahmet Yesevi’yi geleceğe hazırlamıştır. Hoca Ahmet Yesevi, Yusuf Hemedani’nin de isteği üzere üçüncü öğrencisi olarak vefâtından sonra onun yerine geçmiştir. Daha sonra da fazla durmadan uzun zamandan beri hasretini çektiği, bir başka deyişle mânevî işaret de gelince, Yesi’ye geri döner ve burada irfan mektebini kurar.
Hoca Ahmet Yesevi, Peygamber Efendimizin verdiği çetin mücâdeleye benzer zorluklar yaşadığı için, insan yetiştirmede çok çalıştığı için târihe “Ahmet-i Sani” olarak geçmiştir. Kur’an-ı Kerim’i tedrici bir şekilde yani Peygamberimizin metoduyla derece derece insanlara anlatmıştır. Buradaki en önemli durum, Türk’ün bütün kültür unsurlarıyla İslâmiyet’i hemhâl ederek Türklere anlatmaktır. Elbette ki bu uzun bir zaman alacaktır. Kurduğu yapı ise bunun farklı coğrafyalarda aynı üslupla verilmesini sağlamaktır. Hoca Ahmet Yesevi, özellikle dil ve kültür konularında çok hassas davranmıştır. Bu medeniyeti kurmak elbette ki kolay olmadı fakat özellikle eğitimlerinde kullandığı bir metodu tüm öğrencilerine aşılayınca halka genişledi ve buradan da bütün bir topluma bu metot disiplinli bir şekilde aktarılmış oldu.
Hoca Ahmet Yesevi, Bu metodun gelişimi ve korunması için “zaman” mefhumu ciddi bir şekilde disiplin hâline getirmiştir. Zaman onu değil âdeta o zamanı yönetmiştir. Anlattığını evvela yaşayarak öğrencilerine aktaran Ahmet Yesevi, zaman kavramını 3’e ayırmıştır. Üçte birlik zamânını ibâdet etmek ile diğer üçte birlik kısmında öğrenci yetiştirmek ile diğer üçte birlik zamânında ise mesleğini icra etmekle geçirmiştir. Bu dâvânın sadâkati üzere rivâyet odur ki Allah onun karşısına çok akıllı bir öküz çıkarmış. Anlatılanlara göre sabah yonttuğu kaşıkları öküzün heybesine koyar ve Yesi sokaklarına salarmış. Kasabada Ahmet Yesevi’nin öküzü olduğunu herkes bilir, kaşığını alan parasını heybeye koyarmış. Uyanık olanlar içinse parayı vermeyenleri parayı alana kadar öküz takip edermiş.
“Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur. (Necm-39. âyet)” düsturuyla hareket eden Hoca Ahmet Yesevi, çalışmayı, helal kazancı, çalışma ahlâkının nasıl işlediğini, devamında kurduğu Ahilik teşkilatından anlayabiliriz. Kurucusu Ahi Evran olarak bilinse de neticede Ahi Evran da Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencisiydi. Ondan aldığı ilim üzere Ahilik teşkîlâtı kurulmuştur. Ahilik yapılanmasındaki adâlet terazisinin dengesiyle; yapılan eğitimlerin ne denli ölçülü olduğunu kavramaktayız. Eğitim noktasındaki bir diğer metodu ise neredeyse zamânının bütününü kapsayacak şekilde öğrenci yetiştirdiğinden olaylara yaklaşımdan ders içeriklerine kadar en önemli metodu “ilim metodu” olmuştur. Onun için vazgeçilmez olan bu metot için 83. hikmetinde ilim ve ahlâkı yoğurarak şöyle demiştir:
“Âlimim diye kitap okur anlamın bilmez
Çoğu âyetin anlamın bilmez
Büyüklenmesi benliği, dini tutmaz
Öylesi, âlim değil cahildir dostlarım ey!”
demesi kendisinden sonra gelen, yalnız bir hikmetinden değil neredeyse tüm hikmetlerinden etkilenen ve âdeta kendisini Hoca Ahmet Yesevi düsturuyla besleyen Yunus Emre dahi aynı durumu dile getirip şöyle demiştir:
“İlim, ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmez isen
Ya nice okumaktır.”
Kişinin Hak’tan aldığını halka hizmet yolunda donatması gerektiğini vurgulayan, öğrencilerini de bu anlamda yetiştiren ve “Alperenler” dediğimiz bu kişiler gittikleri coğrafyalarda tohumları saçıp âdeta etrafı yeşertmişlerdir. Halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu bilen “Alperenler” ilim metodundan sapmadan öncelikle şunu iyi bilmişlerdir ki bu da kişinin önce kendisini tanımasından geçmesidir. Çünkü kendini bilen, tanıyan kişi hizmet aşkını lâyıkıyla yapabilir; gerek hayatının merkezinde gerekse de ilminde bir çelişki olmaz.
İşte Türk milletini kendi özüyle güçlendirip şaha kaldıran bir yüce kimsedir Hoca Ahmet Yesevi. Hoca Ahmet Yesevi’nin ilme ve ilim ile amel edilmesi gerektiğine, mürşitlerinde aradığı özellik ise ilimden ve vakıadan kopuk olmaması üzerinedir. Güven ortamının ancak bu şekilde sağlanması gerektiğini düşünmüş ve hikmetlerinden de yola çıkacak olursak bâtıl olan hiçbir şeye tamah edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Keramet gösterse de veli olduğunu iddia etse de bir kişinin pir ve mürşit olamayacağını 76. hikmetinden de çıkarabiliriz:
“Kim bilmeden bu yolları şeyhim dese
Kerametten veliliğe haber verse
Batıldır eğer rûhu’l- emin bile ise
Özünü öyle batıllardan korumak gerek.”
Devâmında ise öğrencilerinde olması gereken vasıfları dile getirmektedir:
“İradesiz, iâazetsiz mürşit olmaz.
Tarikatın yollarını asla bilmez
Müptedidir irâdeye lâyık değil o
Böylelerinden bucak bucak kaçmak gerek
(Burada icazetten kasıt ilmin kendisidir)
Ve her dâim bir işi ehline vermekten yana olan eşitlikten ziyâde adâlet kılıcıyla cihânı aydınlatan Hoca Ahmet Yesevi, devâmında şöyle der:
“İrâdeyi ver icâzet ehline
Kaim ol gece gündüz riyazete
Sayıp onun kulluğunu ibâdete
Kulluğunda beli bağlayıp durmak gerek.”
Hoca Ahmet Yesevi, hikmetlerini asıl gâyeye varması noktasında bir araç olarak kullanmıştır. Hikmetler bir yandan gâyeyi içinde barındıran bir hizmettir de diyebiliriz çünkü adâlet terazisinin dengede kalabilmesi için hukuk kavramının yalnızca koyduğu hükümlere göre “ne ve nasıl” sorularına yönelik olarak üçüncü bir yol olarak Hoca Ahmet Yesevi, çağında “Neyi nasıl yapmalıyım? Veyahut Niçin yapmalıyım?” Sorularının peşinden gitmiştir. Hâl böyle olunca üçüncü bir yol olarak hikmeti seçmiştir. Ve hemen her öğrencisine hikmet sâhibi nasıl olunur ve bu hikmetlerin nasıl korunması gerektiğinin de reçetesi durumundadır Divan-ı Hikmet. Yüzyıllardır İslâm dünyâsının belki de büyük bir sorunu olan hüküm ile hikmet arasındaki dengenin kaybolmuş olması ve adâlet terazisinde birinin diğerine üstün gelmesi veyahut dengeli bir yürütmenin yapılamaması hâdisesidir. Bu dengesizlik elbette dilden kültüre târihe ve özellikle anlamlandırma dediğimiz tasavvurumuza büyük etkisi olmuştur. Dengenin sağlanmaması yine Ahmet Yesevi’nin kişinin önce kendini bilmesi noktasında vurgulamış olduğu “şahsiyet” kavramını da zedelemiştir. Kısaca târif etmemiz gerekirse dinimizdeki hükümler bizi günahlardan arındırır ve doğru yola sevk eder devamlı sûretle aklımızı kullanmamız gerektiğini, sorgulamamız ve akletmemiz gerektiğini âyetlerde Allah tüm insanlara söylemiştir. Hikmet ise işte burada sorgulama ve akletmeyi destekleyen bir araçtır da diyebiliriz. Hikmetler bize hükmün niçin ve nasıl yapılması gerektiğinin şuurunu verir. Yani hikmet, İslâmiyet üzere birtakım hükümleri yerine getirirken bizlere şuurlu bir yaklaşım sunar. Aksi hâlde sâdece konulmuş kuralları bilmek ve sorgulamadan zihinde niçin yapıldığına dâir idrakini anlamlandıramayan zihinlerin Türk kimliğine kökten zarar vereceğini yazımızın başında da belirtmiştik. Ahmet Yesevi nazarında hikmetlerin esas görevi, öncelikle toplumu adâletsizlikten koruması noktasında bir duvar olmasıdır. Bu yönüyle hükmün çok, hikmetin az olması insan için bir şahsiyet oluşumuna engeldir. İşte meseleyi önce insandan alan Hoca Ahmet Yesevi öğrencilerini adâlet üzere görevlendirmiş ve adâlet üzere onları eğitmiştir ki liyakat yerini bulsun. Bu mânâda hikmetler yaptıklarımıza bir mânâ verir ve kişiyi gâyesi üzerine şekillendirir. Son dönemlerde araştırmalar üzere hikmetlerin sayısının arttığı Divan-ı Hikmet ise bu anlamlandırmanın anahtarını geçmişte nesillerine verdiği gibi doksan dokuz bin öğrencisi aracılığıyla da gelecek nesillere emânet edilmiştir.
Hoca Ahmet Yesevi’nin hikmetleri üç sacayağına oturtur diyebiliriz: ilim, iman ve aşk. Öncelikle ilim, başlı başına bir medeniyet kurmanın temel taşıdır. Ancak ilim yoluyla insan fıtratını tanımak ve anlamak ve bunun devâmında ise gâye olarak ortaya konulan toplumsal ve siyâsî bir düzen oluşturmak mümkündür. Cehâletin kaçınılmaz bir sona sürükleyeceğini devamlı vurgulayan hikmetler yine ölçüsünü Kur’an-ı Kerim’den almaktadır. Yüce kitabımızda: “Allah, aklını kullanmayanlara bela verir.” (Yunus, 100. Âyet) âyeti geçmektedir. Akıl ise ilmin gereğine uygun kullanılmaktadır. Bu üç kavramın aynı zamanda insanı kanatlandıran vâsıtalar olarak gören Hoca Ahmet Yesevi, gâyeye varmak için ise bu kanatları eksiksiz kullanmak gerektiğini belirtmiş ve kullanmanın metotlarını hikmetleri aracılığıyla sunmuştur. Bu kıymetli eseri ise öğrencilerinden biri olan Şaban Durmuş sohbetlerden yazıp Divan-ı Hikmet’i oluşturmuştur. Okunması, korunması, anlamlandırılması ve yayılması bizlere düşen en önemli vazifelerden biridir.
Son olarak şunu söylemek gerekir ki kendini bilen ve tanıyan neyi niçin yapması gerektiğinin idrakinde olan şahsiyetler yetiştiğinde ortaya Türk’ün tasavvur anlayışı çıkmaktadır. İşte İslâmiyet, Türk’ün tasavvur anlayışıyla birleşirse Türkler için hüküm olmaktan çıkıp hikmete döner ve anlamlanır. Hâl böyle olunca iman, aşk ve ilim birlikte hareket etmiş olur ve öz değerlerle bir Türk-İslâm Medeniyeti kurulmuş olur. Daha evvel kurulmuş olan Türk-İslâm medeniyetini anlamlandırıp çağımızda yeniden yaşatmamız ise kimliğimizi, şahsiyetimizi tekrardan bulmamızı sağlayacaktır.
Bir milletin şahsiyetine gelecek olan zararlardan nesilleri koruması, Türk’ün İslâmlaşma sürecinde o sancılı dönemlerde Hakkı hakikati savunması, yetiştirdiği öğrencilerle beraber defalarca bedel ödemeye göğüs geren nice gönül erlerimize; Kul Hoca Ahmet ve Alperenlerine rahmet olsun kutlu bir dâvânın neferliğinden bir nebze bizlere de tattırmayı Cenab-ı Allah nasip eylesin…
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.