İnsanın canlı, cansız tabiatla ve diğer insanlarla ilişkisi, basit değil, çok karmaşıktır. Oysa insandan gayrı canlıların yâni bitki ve hayvanların tabiatla ilişkileri insana nazaran daha basit ve tek yönlü gözükmektedir. Hegel ve Marx gibi tarih yorumcuları, her nedense, insanın tabiatla ve kendi arasındaki ilişkilerini basite irca etmeye ve tek yönlü bir yoruma tâbi tutmaya bilhassa gayret etmek hatasına düşmüş bulunmaktadırlar.

Unutmamak gerekir ki ne insanın kendisi ne de meydana getirdiği kültür ve medeniyetler, bir madde ve mânâ sentezi durumunda bulunan insandan tecrit edilerek (soyutlanarak) açıklanabilir. İnsan ne ruhsuz bir ceset veya makine ne de bedensiz bir ruh ve fikir îtibar edilebilir. Öte yandan, müşahedelerimiz göstermektedir ki Batılı filozofun, maddeyi rûha, rûhu maddeye irca etme (dönüştürme) gayretleri hep netîcesiz kalmıştır. Bütün gayretlere rağmen, maddenin de rûhun da inkârı kâbil olmamıştır.

Felsefe târihi bize göstermektedir ki bütün zaman ve mekânlarda ‘materyalizm’ ve ‘idealizm’ bir diğerine zıt, iki ‘akım’ olarak mevcut olmuştur ve insanlar felsefe yapmak ihtiyâcını duydukları sürece de mevcut olacaklardır. Ancak İslâmiyet, ‘tevhid’ sırrını çözerek bu meselede ‘mümin gönüllere’ huzur getirmektedir.

Dînimizin, maddeyi, hayâtı ve rûhu, ‘kitab-ı ekber’olan kâinatımızın içine serpiştirilmiş birer ‘âyet’, birer belge, ‘ilâhî mesaj’ olarak Allah’ın ‘mutlak varlığının’ ve ‘sıfatlarının’, zavallı insan idrakinin aynasına ulaşabilen tecellileri biçiminde sezmemize yardım eder. Öte yandan dînimize göre bu ‘âyetleri, belgeleri ve mesajları’ okuyarak idrak ederek ve çözerek ‘tevhide ulaşma’ vazîfe ve mesûliyetini de ‘âdemoğulları’ yüklenmiş bulunmaktadır. Görüldüğü üzere İslâmiyet, ‘mutlak ve tek’ varlık olarak Allah’ı görmekte, ‘maddeyi, rûhu ve bunların esrarlı bir sentezinden doğan hayatı’ da bu mutlak ve tek varlığın eserleri, belgeleri ve mesajları biçiminde idrâkimize sunmaktadır.

Gerçekten insan, ‘ten kafesinin kendisine çizdiği sınırları’ zorlayacak ölçüde güçlü ve üstün bir ‘rûhi potansiyele’ sâhip kılınmış bulunmaktadır. Diğer canlılardan farklı olarak organizmasını yetersiz ve dar bulmakta, üstün duyguları ve zihnî güçleri sâyesinde, mütemâdiyen kendini tamamlamaya ve ufkunu genişletmeye çalışmaktadır. Oysa diğer canlılar, organizmaları ile ve organizmanın imkânları ile yetiniyorlar, statükolarına râzıdırlar. İnsan, sınırlı olanı idrak etmekte ve fakat sonsuz olanı özlemekte; katı bir determinizmin esâretini görmekte fakat hürriyeti aramakta; itibarî ve fânî yaratıkları müşâhede etmekte fakat mutlak ve ölümsüz olan Yaratıcıyı ele geçirmek istemektedir. Kısaca âdemoğlu, tabiatla yetinmeyerek kültüre, bitki ve hayvanla yetinmeyerek bunların üstünde duran insana’ sıçramak ihtirâsı içinde çırpınmaktadır. İnsanın bu tutuşunu ve tavrını yadırgamak demek, insanlığı yadırgamak ve insana yabancılaşmak demek olacaktır, insanda ‘organizmayı kritik eden’ ve ‘maddeyi işleyerek yücelten’ mahlûk ile Halık arasında bir nevi ‘Mi’rac’arayan, aşağıdan yukarıya tırmanan rûhu ve bunun irâdesini kim inkâr edebilir?

İnsanın bu muhteşem ‘tabiatını’ görmezlikten gelerek, onu ‘tabiata aykırı’ düşmekle yâhut ‘soysuzlaşmakla’ veyâhut ‘hasta hayvan’ olmakla suçlayıp ‘insan efsanesini yıkacağız’ çığlığını basanlar kimlere hizmet etmektedirler? İnsan, kendinden ve kendi gerçeğinden nasıl kaçabilir? İnsanı, bitkiler ve hayvanlar gibi sâdece biyolojik fizyolojik bir çırpınışa sürüklemek, düşünceyi, sanatı, ahlâk, hukuk ve inanışları da bu hayatın birer ‘yankısı’ hâline getirmek isteyen materyalizm, insanı mutlu kıldığını mı sanmaktadır? Evet, insan sâdece ruhtan ibâret değildir. Ama insan ruhsuz da olamaz.

Kaynakça

Arvasi, S, Ahmet. Türk İslâm Ülküsü 2. s. 25-26.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.