Üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyası Türk milletinin bin yıllık vatanıdır. Türk milletinin Anadolu’yu vatan yapma mücâdelesi bir anda olmuş bitmiş bir durum değildir. Türk milleti, Anadolu’yu vatan edinmek için Doğu Romalısından Haçlısına, Moğol’undan Ermeni’sine kadar türlü düşmana karşı amansız bir mücâdele vermiştir. Yüce Türk milleti milletler mezarlığı olan Anadolu’da, bu mezarlığa gömülüp târihin tozlu sayfalarına gömülen milletlerden olmamak için elinden geleni yapmıştır. Alplerinin kılıçla fethettiği toprakları elde tutmak ve oralarda tutunabilmek için erenleri ile de gönülleri fethetmeyi bilmiştir. Doğu Roma’nın arka bahçesi hâline getirip kaderine terk ettiği bu boz topraklar Türk’ün eli ile yeşillenmiş ve yeniden bir medeniyet bahçesi hâlini almıştır. Varoluşundan beri dünyâya nizam ve adâlet dağıtan Türk, Anadolu’ya da hasret kaldığı nizâmı getirmiştir. Öyle ki yeri gelmiş gayrimüslim unsurlar bizzat kendi irâdesi ile Türk’ün idâresi altına girmeyi ister hâle gelmiştir. Böylesine muazzam mücâdeleler sonucu Türk’ün anayurdu olan Anadolu’da Türk milleti ihtişamlı devletler kurarak bu topraklardan dünyâya nizam vermiştir. Yazımızda Anadolu’nun Türk’ün anayurdu olma mücâdelesinde önemli bir dönüm noktasını teşkil eden, Türk’ün demir yumruğu ile Doğu Roma’yı galebe çaldığı Malazgirt Muhârebesi’ni ve önemini ele almaya çalışacağız.

Türklerin Anadolu’ya bilinen ilk gelişi Avrupa Hunları vâsıtasıyla dördüncü yüzyılın sonlarına denk gelmektedir. Kafkasya üzerinden Anadolu’ya giren Hunlar, Malatya ve Çukurova yörelerinde kadar gelmiş oradan da Kudüs’e geçmişlerdir. Buralarda fazla kalmayan Hunlar, yeniden Kafkasya’ya dönmüştür. Daha sonra tekrar Anadolu’ya gelen Hunların bu faâliyetleri yerleşme amacı taşımıyordu. Türkler daha sonra Anadolu’ya gelişleri Emevi ve Abbasi halîfelerinin ordularında komutan olarak gerçekleşti. Türk komutanların ve mâiyetinde gelen Türklerin faâliyetleri de Doğu Roma’ya karşı cihat vazîfesi şeklinde gerçekleşti. Bu faâliyetler de yerleşme amacı taşımamakla berâber yaklaşık bir asır sonra başlayacak olan büyük Türk muhâceretine de temel olmuştu. Târihler 1018 yılını gösterdiğinde ise Anadolu’da Çağrı Bey fırtınası esmeye başlayacaktı. Maveraünnehir’de artan baskılar sonucu yeni yurtlar arayan Selçuklular, Çağrı Bey önderliğinde üç bin kişilik bir kuvvet ile Anadolu keşfine çıkmış, Tuğrul Bey ise gelecek saldırılara karşı çöllere çekilmiş, Çağrı Bey’i ve ondan gelecek güzel haberleri beklemeye koyulmuştu. Emrindeki kuvvetler ile birlikte hızlıca Anadolu’ya geçen Çağrı Bey, 5-6 sene boyunca orta Anadolu civarlarına kadar gelerek birçok kaleyi kuşatmış, baskınlar, savaşlar ve karşı durulamaz akınları ile Anadolu’nun mevcut siyâsî durumunu ölçmüştür. Daha sonra Cend’de kardeşi Tuğrul Bey ile buluşarak Anadolu’da yapılabilecek faâliyetler hakkındaki görüşlerini ona açıklamıştı: “Biz buradaki çok güçlü Karahanlı ve Gazneli devletleriyle mücâdele edemeyiz ancak Horasan, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya gidip oralarda hükümran olabiliriz. Zîra oralarda bize karşı koyabilecek hiçbir kuvvete rastlamadım.”1Bu târihten îtibâren Anadolu’ya seller gibi Türk kuvvetleri akmaya başlayacaktı.

Selçuklu Devleti’nin 1040 yılındaki kuruluşuna kadar Anadolu’ya Türk akınları devam etmiştir. Bu târihten îtibâren ise akın faâliyetleri yerini yavaş yavaş yerleşme amacıyla yapılan fetih hareketlerine bırakmıştır. Doğu Roma’nın her ne kadar mukâvemet gücü az olsa da Anadolu’da hâlâ etkisi devam ediyordu. Türk kütlelerine geçtikleri yerde arkalarında kalan kaleler onlar için tehlike arz ediyordu. Buna rağmen Türk kütleleri akın akın Anadolu’ya gelmeye devam ediyordu. Sultan Tuğrul Bey’in amcazâdesi ve devletin muzaffer komutanlarından İbrahim Yanal Bey Nişabur’da yersizlikten ve yurtsuzluktan yakınan kalabalık Oğuz halkına şöyle seslendi: “Memleketim sizin oturmanıza izin verecek kadar geniş değildir. Bu sebeple doğrusu şudur ki Rum (Anadolu) gazâsına gidiniz. Tanrı yolunda cihat yapınız ve ganîmet alınız. Ben de arkanızdan gelip bu hususta size yardımcı olacağım.”2 Yınal Bey’in bu sözleri Selçuklu Devleti’nin Anadolu faâliyetlerini hangi sâikle yaptığını da açıklar niteliktedir. Sultan Tuğrul Bey’in vefâtının ardından taht mücâdelesini kazanan Sultan Alparslan zamânında da Anadolu faâliyetleri aynı şekilde hız kazanarak devam etti. Sultan Alparslan’ın izniyle Anadolu’da akınlar yapan Afşın Bey Anadolu’da bir efsâne hâline gelmişti. Bir yerde görünüp akın yapan Afşın Bey sonraki gün oradan kilometrelerce ve günlerce uzaktan başka bir yerde görülüyordu. Anadolu’yu fırtına gibi karış karış gezen Afşın Bey’in faâliyetleri destan olup dillerden dile dolaşıyordu. Afşın Bey 1070’te Doğu Roma’ya ilticâ eden Erbasgan’ın iâdesini istemek bahânesiyle Üsküdar’a kadar gitmişti. Erbasgan’ı Doğu Roma’dan alamayan Afşın Bey geri döndüğünde Sultan Alparslan’a verdiği raporda; Doğu Roma’nın çok zayıf olduğunu, Anadolu’nun yurt tutulması için Türker’e engel olamayacağını söylemişti.

Doğu Roma İmparatoru Romanos Diogenes işte böyle bir durumda tahta çıktı. Diogenes yeni imparator olmasına rağmen tahtının sallantıda olduğunu biliyordu. Tahtını sağlama almak ve Doğu Roma İmparatorluğu’ndaki hâkimiyetini pekiştirmek için 1068- 1069 yıllarında akın akın Anadolu’ya gelen Türkleri Anadolu’dan atmak için iki kez Anadolu üzerinde sefere çıktı. Türkleri Fırat Nehri’nin doğusuna kadar püskürtmeyi başarmış olsa da henüz kesin bir netîce alamamış ve seller gibi Anadolu’ya gelen Türklere karşı kesin bir netîce elde etmek zorunda olduğunu anlamıştı. 1071 yılında Sultan Alparslan’ın Mısır üzerine sefere çıkmasını fırsat bilerek daha önceki seferlerine nazaran çok daha büyük bir ordu toplayarak Anadolu’ya Türkler üzerine sefere çıktı. Fakat bunun çıktığı son sefer olacağından habersizdi.

İmparator Romanos Diogenes Anadolu üzerine sefere çıktığında Sultan Alparslan, Mısır’a, İslâm âleminde ikilik çıkaran Fatimiler üzerine sefere çıkmış bulunuyordu. Halep üzerinde seferde iken Fırat’ı geçtikten sonra Sultan Alparslan’ın yanından ayırmadığı Fakih Ebu Nasr Muhammed B. Abdülmelik sultana gelerek şöyle dedi: “Bu ırmağı bugüne kadar şimdiye dek köle olmayan hiçbir Türk hükümdârı geçmemiştir. Ancak siz bugün geçtiniz. Sana ihsan ettiği bu nîmetten dolayı Allah’a şükret.”3 Halep’i bir süre kuşattıktan sonra Halep emîrinin huzûra çıkıp itâat bildirmesi üzerine kuşatmayı kaldırıp ayrılmak üzere iken Romanos Diogenes’in elçileri gelerek Sultan Alparslan’dan, Malazgirt, Ahlat ve Menbiç’i istediklerini, isteklerinin yerine getirilmemesi hâlinde imparatorun ordu ile harekâta başlayacağını bildirdiler. Sultan sert bir cevap vererek elçileri kovdu. Sultanın zâten hayır diyeceğini bilen İmparator Romanos Diogenes ise çoktan Erzurum’a doğru yola çıkmıştı. Sultan Alparslan, Mısır seferini yarıda kesip Güney Doğu Anadolu’ya doğru yola çıktı. Askerlik ve komutanlık vasıflarına son derece muktedir olan Sultan ordusunda savaşamayacak durumda, bitkin, yaşlı ve girecekleri muhârebenin yükünü kaldıramayacağını düşündüğü askerleri terhis etti. Bu esnâda yaşanan şu olay hayli ilginçtir: Ordudaki terhis etme sırasında Vezir Nizamülmülk, Sadi isimli çelimsiz bir gulamı ayırarak terhis edilenlerin içine almıştı. Durumu gören vezirlerden Gevherayn “Aman vezir hazretleri bu adamı ben bilirim. Çelimsiz göründüğüne bakmayın sırım gibidir çok iyi savaşır, savaşta bize çok faydası olur” diyerek Nizamülmülk’e îtiraz etti. Nizamülmülk, Gevherayn’ı kırmayarak Sadi’yi savaşacak askerlerin arasına aldıktan sonra “Tamam alalım onu da” deyip “Gün olur belki bize imparatoru tutup getirir” der.4 Kaderin cilvesine bakın ki savaştan sonra gerçekten de Romanos Diogenes’i, Sadi isimli köle esir edecektir. En kötü ihtimal olarak savaşın kaybedilmesi ve devletin başsız kalması ihtimâlîni göz önünde bulunduran sultan Devlet-i Ebed Müddet anlayışı gereği böyle bir durumda oğlu Melikşah’a bîat edilmesi sözünü aldıktan sonra eşi Seferîye Hâtun ve Vezir Nizamülmülk’ü asker toplamak üzere Hemedan’a gönderdi. Sultan Ahlat’a geldiğinde; Afşın Bey, Anadolu’da faâliyetlerde bulunan diğer beyler, emirler ve Selçuklu’ya bağlı yerel kuvvetlerin de orduya katılmasıyla Selçuklu ordusuna elli bin kişilik bir mevcuda ulaşmıştı. Savaştan önce durumu sulh ile hâlletmek isteyen Sultan Alparslan, Romanos Diogenes’e sulh için âdet olduğu üzre elçilerini gönderdi. Ordusunun büyüklüğüne güvenen Diogenes Selçuklu elçilerinin sulh teklifini reddetti. Elçilik heyetine “Ben buraya çok para sarf etmek sûretiyle pek çok asker topladım. Şimdi üstün durumdayken nasıl geri dönebilirim? Barış ancak sizin başşehriniz olan Rey’de yapılabilir. İslâm ülkelerine kendi ülkem gibi sâhip olmadıkça geri dönmem” demiş, daha sonra “Hemedan mı daha güzel İsfahan mı daha güzel?” Şeklinde bir soru sormuş, “İsfahan” cevabını alınca da “atlarımız Hemedan’da kışlar biz de İsfahan’da kışlarız” diyerek ordusunun büyüklüğüne güvenerek böyle bir kibirli harekette bulunmuştu. Buna karşın elçilik heyeti Diogenes’in hadsizliğinin altında kalmamış; “Atlarınız Hemedan’da kışlar da sizin nerede kışlayacağınızı Allah bilir”5 diyerek gereken cevabı vermiş ve Diogenes’in huzûrundan ayrılmıştı. Böylece bütün diplomasi yolları tıkanmış ve artık savaştan başka çözüm yolu kalmamıştı.

Tam teşkîlâtlı ve disiplinli elli bin kişilik ve kumanda heyetinde Afşın, Atsız, Emir Sanduk, Savtegin, Çavlı, Çavuldur, Danişmend, Mengücek, Saltuk, Porsuk, Artuk gibi kuvvetli, kudretli, şöhretli kumandanlar ve emirler bulunan Selçuklu ordusuna karşılık; çeşitli milletlerden ve paralı askerlerden oluşan, birlik olmaktan çok uzak iki yüz bin kişilik Doğu Roma ordusu Malazgirt’te karşı karşıya gelecekti. Sultan Alparslan 26 Ağustos günü kumandanlarını toplayarak savaşın taktiği hakkında istişâre etmiş, ardından şu duâyı etmişti: “Allah’ım vekilim sensin. Bu savaşta sana yaklaştım. Şu an senin huzûrunda secdeye kapanıyor ve sana yalvarıyorum. Eğer sözlerim gerçek duygularım değilse beni ve askerlerimi yok et. Eğer içten olduğunu kabul ediyorsan düşmanlarıma karşı bana yardım et, beni muzaffer et.”6 Atının kuyruğunu bağladı, şehit olursam kefenim olsun dediği beyaz elbisesini giydi, cuma namazını kıldırdıktan sonra ordusuna şöyle seslendi: “Bugün burda ne emreden bir sultan ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım. Benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler serbestçe geri dönebilirler.”7 Sultan Alparslan bu muazzam konuşmasından sonra ilk hücûmu yaparak savaşı başlattı. Sicim gibi yağan okların ıslık sesleri, ölümüne sallanan kılıçların şangırtıları, Selçuklu ordusunun azâmeti karşısında ürken Doğu Roma atlarının korku dolu kişnemeleri altında güneşin en tepede olduğu anda Malazgirt sahrâsında güneş, Türk askerlerinin kalbini ısıtıp daha şevkle hücûma teşvik ederken Doğu Roma askerlerini cehennem sıcağıyla yakıyordu sanki. Sultan Alparslan, Türklerin eskiden beri kullandığı kurt kapanı taktiğini uygulayarak Doğu Roma ordusunu kapana sıkıştırdı. Öte yandan Doğu Roma ordusunda bulunan Peçenek Türklerinin sahte ricat sırasında taraf değiştirmesi ve sahte ricate aldanan Ermeni kuvvetlerinin savaş alanını terk etmesiyle Doğu Roma ordusu oldukça zor bir durumda kalmıştı. Öğleden geceye kadar süren savaşta Selçuklu kesin bir şekilde gâlip gelmişti.

Savaş sonunda imparator Romanos Diogenes de esir edilerek huzûra getirildi. Sultan Alparslan kazandığı zaferin ve karşındaki rakip imparatorun da esir edilerek huzûruna getirilmiş olması gibi durumlar göz önünde bulundurulduğunda Diogenes’e güç gösterisinde bulunmadı. En ufak bir kibir ve azâmet göstermedi. Bu durum bile Sultan Alparslan’da vücut bulmuş örnek bir Türk şahsiyetinde bulunan husûsiyetleri daha iyi anlamamız açısından bize bir örnek teşkil eder. Sultan sâdece Diogenes’e savaşta ölen bunca kişinin sorumlusu olduğunu söyleyerek kızmış olsa da ona kötü muâmele etmedi. Sultan Alparslan Diogenes’e ona nasıl muâmele etmesini istediğini sorduğunda Diogenes üç ihtimal bulunduğunu; öldürebileceğini veya zincire vurmak sûretiyle teşhir edebileceğini yâhut da düşük bir ihtimal ile de affedebileceğini söylemişti. Oldukça affedici, merhametli ve barış yanlısı olan Sultan Alparslan Diogenes’i teselli ederek kendisinin savaş istemediğini, mecbur kaldığı için savaştığını söyleyip savaş esnasında yaptığı taktik hatâlarını anlattı. Diogenes’i hükümdar çadırında misâfir edip yanında oturtarak ona Türk’ün şanına ve töresine uygun bir şekilde davrandı. Diogenes hilat giydirerek bir mâiyetindeki asilzâdeleri de serbest bırakarak yanlarına güvenlikleri için bir müfreze birliği vererek memleketine îade etti. Diogenes ile bir de sulh antlaşması imzâ edildi. Antlaşma gereği Diogenes’in fidye ücretinin de içinde bulunduğu bir ücret ödenecek, Doğu Roma Selçuklu’ya her sene üç bin altı yüz altın ödemek sûretiyle haraca bağlandı. Diogenes dolayısıyla da Doğu Roma Selçuklu’ya tâbi bir devlet hâline geliyordu. Fakat serbest bırakılan Diogenes’in Doğu Roma tahtını kazanmak için girdiği savaşı kaybetmesi, akabinde gözlerine mil çekildikten sonra gözlerinin yara olması ve yaralara iyi bakılmaması sebebiyle ölmesi antlaşmayı geçersiz hâle getirdi. Antlaşmanın hükmünü yitirmesi Anadolu’nun Türkleşmesi ve Türk vatanı olmasına çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Anlaşmanın hükmünü yitirmesi ile Sultan Alparslan beylerine ve emirlerine: “Bundan sonra Arslan yavruları gibi olun, memleketleri kartal yavruları gibi kat edin. Her kim ki Bundan sonra Anadolu’da bir yer fetheder; orası onun, çocuklarının ve torunlarınındır. Buralara hiçbir şekilde karışılmayacaktır.”8 şeklinde verdiği emirle Anadolu’nun fethini, Anadolu’nun anayurt olmasını emretmişti.

Malazgirt Savaşı mukâvemeti kırılan Doğu Roma Türklerin karşısında duramaz hâle gelmişti. Türkler Malazgirt’te Doğu Roma mukâvemetinin kırılması fırsatını kullanarak Anadolu’ya daha sağlam bir şekilde yerleşmeye başlamıştı. Anadolu’ya doğru Selçuklu Devleti’nin kuruluşu ile başlayan insan seli Malazgirt zaferini müteâkip en yüksek safhâlarına ulaşmıştır. Bir Bizans kroniği Anadolu’ya akan Türk selini şöyle târif eder: “Kara ve deniz sanki bütün dünya kâfir barbarlar tarafından (Türkler) işgal edildi ve ıssızlaştırıldı. Onlar bütün şarkın, bütün köylerini, evlerini ve kiliseleriyle birlikte yağma ve tahrip ettiler”9 Başka bir müellifi ise Türlerin eski akınlardan farklı olarak Anadolu’ya artık bir yağmacı olarak değil fethettikleri bölgelerin hakîkî sâhibi sıfatıyla girdiklerini beyan etmiştir.”10

Sultan Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Sultan Kılıçaslan, Afşın Bey, Atsız Bey, Artuk Bey, Danişmend Gazi, Mengücek Bey, Çaka Bey ve daha birçok kahraman komutan zâlimlerin ve kâfirlerin kanıyla sulanan kılıçları ile kaleleri, köyleri, kasabaları; karada ve denizde ulaşabildikleri her beldeyi fethederken, Pîri Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’nin can ocağında pişen; Sarı Saltuk, Hünkâr Hacı Bektaş, Yunus Emre, Ahi Evran gibi gönül erleri de tahta kılıçları ile gönülleri fethederek Anadolu’da Türk varlığını sağlamlaştırmışlardır. Sevdiğinin hasretiyle yanıp tutuşan âşık misali Anadolu’nun hasreti de Türklerin gelişi ile vuslata ermiş. Anadolu hasret olduğu huzûra, barışa, refaha, mutluluğa, kavuşmuştur. Türk milleti “Halka hizmet Hakk’a hizmettir.” düsturu ile hareket eden boz toprakları canlandırıp ihyâ ve îmar etmiş, toprağı vatan yapmıştır.

Türk milleti bu yeni vatanında kurduğu târihin en büyük devleti Devlet-i Alî Osman ile âlem-i İslâm’ın ve Türk Dünyâsının koruyuculuğunu ve hâmîliğini üstlenmiştir. Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi ile Kızılelma’ya kadar yürümeyi vazîfe bilerek Anadolu’dan, Balkanlar’a; Kafkasya’dan, Orta Doğu’ya ve Avrupa içlerine kadar yürüyerek o coğrafyalara adâletini götürmüştür. Hristiyan âlemi, yeri geldiğinde dünyânın göz bebeği olan İstanbul’u da alacak olan Türk varlığını hiçbir zaman kabul etmemiş, Haçlı seferleri mârifeti ile Türkleri bu coğrafyadan atmak için her türlü mezâlimi yapmıştır. Büyük Türk milleti, Türklüğün ve İslâm’ın son kalesi olan vatanını canı pahasına korumayı başarmıştır. Son Haçlı seferi olan Yunan işgâlini de Mehmet Akif Ersoy’dan mülhemle “Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz” diyerek Büyük Taârruz zaferi ile bu topraklara gömmüştür. Vatanımızın kurucu babası Sultan Alparslan başta olmak üzere bu toprakları bize vatan kılan bütün şehitlerimizi rahmet ve minnetle yâd ediyoruz. Yazımızı destan şâirimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun Malazgirt şehitlerimize ithâline yazdığı “Malazgirt Marşı” ile bitiriyoruz:

“Yiğitler kan döker, bayrak solmaya

Anadolu başlar, vatan olmaya

Kızılelma’ya hey Kızılelma’ya

En güzel marşını vurmadan mehter

Ya Allah Bismillah Allahu Ekber.”

KAYNAKÇA

(1) Turan, Osman. Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti. Ötüken Neşriyat.

(2) Turan, Osman. Selçuklular ve İslamiyet. Ötüken Neşriyat.

(3) Piyadeoğlu, Cihan. Büyük Selçuklular. Kronik Kitap.

(4) 950. Yılında Malazgirt Savaşı ve Selçuklular | Doğudan Batıya Tarih (19. Bölüm)

(5) Göksu Erkan, Selçuklular, Kronik Kitap

(6) A.E- (3)

(7) A.E-(3)

(8) Piyadeoğlu Cihan, Sultan Alparslan, Kronik Kitap

(9) A.E- (2)

(10) A.E.-(2)

(11) Gençosmanoğlu, Niyazi. Alperenler Destanı. Panama Yayıncılık.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.